Sanki Yedim
İstanbul’un Fatih ilçesine bağlı Zeyrek semtinde, görenlerin adına pek de anlam veremediği tuhaf bir camii bulunur; “Sanki Yedim Camii”. Rivayete göre 18. yüzyıl başlarında mahallenin orta halli esnaflarından Keçecizâde Muhiddin Efendi, akşam taamını etmez, “Sanki yedim” diye kendi kendine telkin ederek rızkını biriktirir imiş. Yirmi yılın sonunda, yediğini farz ederek biriktirdiği altınlar ile bu camiyi inşa ettirmiş. Rivayetin doğruluğu bilinmez ama Yeni Türkiye’nin siyasal ikliminde, türlü medya aygıt ve arşivlerinin varlığına rağmen, bir tür toplumsal demansa maruz kalmışçasına aklımızla dalga geçen kimi kalem ve siyaset erbabının söylevlerine gelince insanın neredeyse yiyeceği geliyor.
Bilindiği üzere işadamı Osman Kavala, yaklaşık bir buçuk yıldır Gezi’nin dış güçler ile birlikte finansörü olduğu iddiasıyla tutuklu yargılanıyor. Bugün Ahmet Davutoğlu’nun operasyonel gazetesi olduğu bilinen Karar Gazetesi’nde Yıldıray Oğur’un bir yazısı yayınlandı. Oğur yazısında Kavala iddianamesini inceliyor. Kavala davası ilginç bir şekilde Oğur’un dikkatini çekmiş olsa gerek, geçmişte de bu davaya ilişkin birkaç yazısı aynı gazetede yayınlanmıştı.
Bu yazısında Oğur, Kavala iddianamesine ilişkin hukuki arızaları tespit etmekte. Gülenci yargı ve emniyet mensupları tarafından gerçekleştirilen hukuksuz dinlemelerin esasını eleştiriyor. Kavala’ya yüklenen suçun “ruhsal durumunun normal olmadığını beyan eden bir itirafçı” tarafından isnat edildiğini belirtiyor. Hukuku mesele etmiş bir Yıldıray Oğur ile karşı karşıya kalmak olumlu. Nitekim geçtiğimiz aylarda mahpus edilen Sırrı Süreyya Önder’in arkasından bir hukuk eleştirisi yapmıştı kendisi. Velhasıl hukukun Yıldıray Oğur tarafından bile eleştirilebilen bir hale gelmesi ilginç.
Hukukun bugünkü hali şimdiye mahsus değil. Evvela Ergenekon süreci, sonra 12 Eylül 2010 referandumunda yüksek yargının tamamen Cemaat’e teslim edilmesi, akabinde Balyoz operasyonları derken Cemaat, Ak Parti iktidarının onay ve arzusuyla yargıya tam anlamıyla sızmış, her istediğine pervasızca operasyon çekebilecek hale gelmişti. Gazeteci Ahmet Şık’ın dahi Ergenekoncu olarak tutuklanabildiği bu dönemi hepimiz hatırlıyoruz.
17-25 Aralık sonrasında ise Ak Parti Cemaat’ten boşalan yargı kadrolarını doldurma amacıyla atamalar yaptı. Yargının güncel durumu şundan ibaret; en yakın Ak Parti ilçe başkanlığından torpil, ya da kibar ifade ile referans bulabilen her hukuk fakültesi mezunu şu şartlarda hâkim veya savcı olabilir. Telefonlarına cevap vermeyen sevgilisinin kaldığı üniversite yurdunu basan yahut erken geldiği halı sahada futbol oynayan öğretmenlerini gözaltına aldıran kıymetli savcılarımız yargı organının geldiği hali gösteriyor. Bu vasatlığı yalnızca Ak Parti’nin liyakatsiz bir düzen oluşturması ile açıklamak mümkün değil. Ak Parti’nin sıklıkla propagandasını yaptığı “Kemalist vesayetçi elitlere karşı yerli ve milli yargı” projesi belli bir niteliksizliğe sebep olmuşsa da yargı organının mahvının esas sebebi siyasallaşmasıdır. Muhakkak ki Türkiye’de hiçbir dönem yargı siyasetten bağımsız değildi. Fakat salt bir görüşten insanların yargı organını bu denli homojen bir biçimde ele geçirmesinin başka bir örneği yok.
Artık yargı o kadar siyasal ki duruşmaların gidişatından, verilecek cezalara kadar her şey belli. Anayasa Mahkemesi bile korkudan bir karar vermeden evvel kırk kere düşünüyor. Bu şartlarda hâkim ve savcının hukuk bilgisinin herhangi bir öneminin veya gereğinin olmadığı açık. Örneğin bu satırların yazarı bir dostunun Barış İçin Akademisyenler davasındaki karar duruşmasına gittiğinde, hüküm için ara veren mahkeme reisinin salondan çıkmadan evvel “Size 15 ay verdik, hayırlı olsun” dediğine şahit oldu. Belli ki yapılan savunmalar dikkate alınmamıştı ve adeta bir teamül üzere 15 aylık paket cezalarla barış akademisyenleri cezalandırılmaya devam ediyor.
Kavala iddianamesi de siyasallaşmış yargının, siyasi iktidar tarafından yönlendirilen Gezi Olayları’na ilişkin marifeti olarak yorumlanmalı. Bu dava iktidarın yıllardır oluşturduğu dış güçler, faiz lobisi, iç düşmanlar, dış düşmanlar ve şer ittifakları mitolojisinin bir ürünü. En son FETÖ’cü polislerin çadır yakmasından dolayı çıktığı ifade edilen ve Cemaat’e ihale edilen Gezi’nin kendi halinde bir “ilerici burjuva” olan Osman Kavala’nın başına kalması ise gerçekten trajik. O dönemde en darbeci sloganları atan Perinçek’in İşçi Partisi, bugün Vatan Partisi adı altında iktidar ortağı olan Ak Parti’nin ulusalcı taşeronluğunu yerine getiriyor. Gezi’yi selamlayıp “1000 bozkurdu ile evde zor tutulan yüzde ellilik Ak Partili kalabalığı kovalayacak olan” Bahçeli bir diğer iktidar ortağı olarak yargı ve emniyetteki ülkücü yapılanmasını tesis etmekle meşgul.
Yıldıray Oğur elbette iddianamedeki arızalara değinirken bu bahsettiğimiz hususlara değinemiyor. Hukuku eleştirse de, hukukun neden böyle olduğuna yönelik bir eleştiri veyahut özeleştiri göremiyoruz. Yazının sonunu şöyle tamamlamış kendisi:
Gezi olayları hakkında herkesin ayrı kanaati olabilir. Beğenmeyebilirsiniz. Türkiye için iyi olmadı diyebilirsiniz. Hatta Gezi’de dış parmak olduğuna da inanabilirsiniz. Ama burada mesele o kanaatler değil, hukuk. Çünkü bir miktar hukuk fikri, mantık örgüsü olan biri, 657 sayfalık iddianameyi bitirdiğinde “anlaşılmaktadır” diye biten cümleleri şöyle düzeltmek isteyecektir: “Hayır, öyle anlaşılmamaktadır.” [1]
Yıldıray Oğur’un Gezi Parkı eylemlerine ve eylemcilerine yönelik kanaatleri ise şöyleydi:
Gezi Parkı Ayaklanması, dindarlar ve Kürtler tarafından sessiz bir devimle yıkılmakta olan Birinci Cumhuriyet’e siyaseten veya sosyolojik olarak bağlı Kemalistlerin, solcuların, liberallerin (hatta bir grup dindarın) kurduğu yeni ittifakın soft bir karşı devrim girişimidir. Aslında direnen Gezi değil, Birinci Cumhuriyet’tir… O halde bize de şöyle demek düşer: #direndemokrasi [2]
Belki de Allah herkesin kalbine göre bir direnişçi vermiştir. “Gezi iyi etrafı kötü”den, “aslında kalpleri çok temiz”e uzanan sosyoloji kılığına girmiş Gezi apolojilerine bakılırsa zaten öz hakiki Gezi Ruhu da ne ağaca benziyor ne de buluta. Y kuşağından birilerini görüp orantısız zekaları üzerine konuşabilenler ise cennetlik.[3]
Gerçek, öz hakiki Geziciler, sadece kalp gözü açık sosyologlara görünmekte. Onlar ne parktaki forumları Erzurum, Sivas Kongrelerini canlı veriyormuş heyecanıyla veren direnişin gayri resmi kanalları Halk Tv, Ulusal Kanal’dan görülebilir ne de direnişin Pravdası Sözcü, Yurt, Aydınlık, Sol, Cumhuriyet hatta Hürriyet gazetelerinden takip edilebilir. [4]
Bu satırları okuyunca Yıldıray Oğur’un neden Gezi’ye dair kanaatlerinin mesele olmadığını ifade ettiği daha iyi anlaşılıyor. İktidarın Gezi Parkı eylemlerine dair oluşturduğu korku mitolojisini besleyen, iktidarı destekleyen yurdum insanının korkularını büyüterek kendine prestij katan ve bunun ekmeğini genelde iktidara yakın medya organlarında transferden transfere koşarak yiyen Oğur meseleyi neden salt hukuk üzerinden eleştiriyor, anlamak zor değil.
Fakat kaçırdığı bir nokta daha var. Yıldıray Oğur gerçekten de bu memlekette hukukta bahsedebilecek en son kişilerden. Taraf Gazetesi’nde Cemaat’in Ergenekon operasyonları sırasındaki tavrı hatırımızda. Ergenekon iddianamelerinin, şimdiki Kavala iddianamelerinden pek bir farkı yok, bunu herkes biliyor. Fakat Kemalizmi tasfiye edecek demokrat Oğur için o dönem böyle iddianameler üzerinden hukuksuzluğunu savunmak pek de sorun olmamıştı. Şöyle diyordu Ergenekon iddianamesine yöneltilen eleştirilere:
“İddianame çok karışık, çok kötü yazılmış.”
Günaydın. Türkiye’deki bütün iddianameler çok karışık ve kötü yazılıyor. Memleketteki iddianame yazma stili böyle. Mesela DTP’yi kapattıran iddianamede bir çoban parti yöneticisi gibi gösterilmiş. PKK karşıtı Nasname sitesinden PKK’nın sitesi gibi delil çıkartılmış. Anayasa Mahkemesi iki yıl dosyayı incelemiş, görememiş. Hrant Dink’i ölüme yollayan iddianameyi koskoca Yargıtay Yüksek Kurulu inceledi, bir ilkokul öğrencisi düzeyinde kavrayış gösteremedi. Memleketin 100 yıllık pisliğiyle baş başa kalmış, herkesin çabuk ol diye bağırdığı üç- beş savcı ne yapsın.
“İddialar telefon kayıtlarına dayanıyor, başka delil yok.”
İddianamelerden bir kozmik odayı dolduracak kadar “çok gizli” ibareli resmî belge çıktı. Yine de salkım saçak örgütlenmiş, kökü Ankara’dan çıkan bir örgütün beşinci kongre tutanaklarını bulamayan savcılar hatalı. Sanıkların gözaltına alınmadan önce yaptıkları son konuşmalarda birbirine “Aman bu sim kartı yok et” dediği telefon konuşmalarından delil olmazsa, süper polisiye olur. Hiç düşündünüz mü cep telefonu çıktıktan sonra işkence oranlarının neden düştüğünü? Çünkü eskiden iddianameler işkenceyle alınmış ifadeler üzerine kurulurdu. Artık dikkatsiz sanıkların itirafları polis ve savcıya geriye dönük bir telefon dinleme kaydı kadar yakın. O yüzden de artık bütün dünyadaki iddianameler Alo sesiyle, açılıp MSN J gülücükleriyle kapanıyor.”[5]
Yıldıray Oğur sonradan Ergenekon davasına ilişkin tavrından dolayı özeleştiri verdi. Bu özeleştirinin Cemaat’in Hükümete operasyon çektiği 17-25 Aralık’tan sonra yaşanan kavganın ardından gelmesini ise sizlerin takdirine bırakalım. Umut edelim de, belki bir gün Gezi Parkı’ndaki eylemciler için yazdığı ifadelerin de özeleştirisini verir. Davutoğlu’nun yeni parti hazırlıklarından bahsedilen zamanlarda “demokrat liberal aydın” gazetecilere ihtiyaç duyulabilir. Belki de Kavala’nın başını yakan o ateşe attığı kömürleri hatırlar ve uzunca bir süre bu işlerden elini ayağını çekip tövbe istiğfar ile ilgilenir. Şüphesiz ki Allah sonsuz merhameti ile hepimizi kuşatmaya muktedirdir, kul hakkı hariç. Ol sebep, yemezler Yıldıray Oğur!
Güncelleme – 14.09:
Kötülüğün özeleştirisi toplumsal hafıza yok sayılarak verilmez.
Özeleştiri yapılan kötülüğün ve fenalığın zararlarının ifade edildiği, pişmanlığın belirtildiği samimi ve içten bir helalleşmedir. Aksi halde özeleştiri vermiş olmazsınız. Hele de kimi kime şikayet ettiğiniz belli olmuyorsa yaptığınız şey ancak itirafçılık olur.
Yazımızı tamamlarken Yıldıray Oğur’u hayra çağırmış, sebep olduğu kötülüklerden kendini men etmesini samimi bir biçimde talep etmiştik. Kimse üzerinde bir baskı unsuru olmadığımız açık, hal böyleyken talebimiz yalnızca özeleştiriydi. Kendisi bu çağrıya yazı yayınlandıktan 12 saat sonra Emek ve Adalet Platformu’nun sosyal medya hesaplarını engelleyerek cevap verdi. Bunu da tarihe not düşelim.
*Öne çıkan görsel: Yıldıray Oğur dönemin başbakanı Erdoğan’ın Mersin’deki seçim mitinginde Mustafa Varank ile birlikte, 23.04.2014 (Foto: Mevlüt Karabulut)
[1] “Hayır öyle anlaşılmamaktadır”, Yıldıray Oğur, 06.03.19, Karar Gazetesi, link: https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/hayir-oyle-anlasilmamaktadir-9467
[2] “#direndemokrasi”, Yıldıray Oğur, 08.06.13, Star Gazetesi, link: https://www.star.com.tr/acik-gorus/direndemokrasi-haber-760923/
[3] “Altın buzağıya dönüş”, Yıldıray Oğur, 29.06.13, Star Gazetesi, link: https://www.star.com.tr/acik-gorus/altin-buzagiya-donus-haber-766908/
[4] “Altın buzağıya dönüş”, Yıldıray Oğur, 29.06.13, Star Gazetesi, link: https://www.star.com.tr/acik-gorus/altin-buzagiya-donus-haber-766908/
[5] “En popüler Ergenekon yalanları”, Yıldıray Oğur, Taraf Gazetesi, link (Taraf Gazetesi artık kapalı olduğundan ikincil kaynaktan alıntı): https://www.haksozhaber.net/en-populer-ergenekon-yalanlari-14081yy.htm ve https://www.hukukihaber.net/en-populer-ergenekon-yalanlari-makale,7.html