Patriyarkal Kapitalizm Karşısında Kadın Emeği ve Dayanışması

DİLARA ŞENGÜL


Arkadaşımız Dilara Şengül’ün patriyarka ve kapitalizmin kadın emeği sömürüsü karşısında Afrika’dan Asya’ya Güney Amerika’dan Orta Doğu’ya enternasyonal kadın mücadelesi için yazdığı yazıyı ilginize sunuyoruz.


 

              “Evkadınlaştırmanın, normal şartlarda kapitalistler tarafından karşılanması gereken maliyetlerin dışsallaştırılması ya da sınırları haricinde tutulması anlamına geldiğini belirtmek isterim. Bu, kadın emeğinin hava ve su gibi serbestçe kullanılabilecek doğal bir kaynak olarak görülmesi anlamına gelir.”

(Maria Mies, 1986)

Kadın emeği son birkaç yüzyıldır, özellikle kapitalizmin ve sömürgeciliğin ortaya çıkışıyla birlikte, görünmez alanda düzenin devam etmesi için sürekli işleyen bir çark olmuştur. Kadınların yalnızca ev içi emeği değil, iş yerlerindeki, fabrikalardaki, tarımsal alanlardaki emeği de kendilerinin ‘ikincil’ görevi olarak görülmüş, eşlerinin eve ekmek getirmesine destek olarak değerlendirilmiştir. Bu yaklaşım, kadın işçilerin emeğinin herhangi bir erkek işçiden, özellikle de bir batı ülkesindeki beyaz işçiden farklı ve çok daha fazla, kesişimsel bir şekilde sömürülmesine yol açmıştır. Kadın emeği, özellikle batı ülkelerinde İkinci Dünya Savaşı sırasında kısa süreli görünür hale gelse de kadınlara yapılan cadı avlarından, artık hiçbir gerçekliğe dayanmadığı bilinen ‘kadın toplayıcı, erkek avcı’ mitolojisiyle kurulan modern tarihten, endüstrileşmeye başlamış ülkelerin sömürgecilik faaliyetlerinden itibaren ev içine ya da heteronormatif aile kurumu içine itilmiş, ücretlendirilmemiş ve sistematik şekilde görünmez hale getirilmiştir. Öte yandan kadınlar, yalnızca emeklerinin görünürlüğü için değil, varlıkları ve eşit hakları için mücadele etmiş, bu süreçte birçok farklı mücadele yöntemi geliştirmişlerdir. Bu yazıyı kısa tutmak adına bahsi geçen konularda detaylı bir değerlendirme ve anlatı sunamasam dahi, patriyarkal kapitalizm karşısında kadın emeği ve dayanışmasına bir giriş sunmak istiyorum.

1. (Yakın) Tarihsel Arka Plan

Kadınların sanayide görünür hale gelmesi bilindiği üzere İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde erkekler cepheye gönderilirken, kadınların daha önce erkeklerin egemen olduğu fabrikalar, tersaneler ve diğer sanayi sektörlerinde yoğun olarak çalışmaya başlamasıyla oldu. Özellikle ABD’de “Rosie the Riveter” (Perçinci Rosie ya da meşhur ‘We Can Do It’) propagandasıyla kadınlar uçak, silah ve mühimmat fabrikalarında çalışmaya teşvik edildi. İngiltere’de de benzer şekilde kadınlar mühimmat fabrikalarında, tarımda (Women’s Land Army) ve kamu hizmetlerinde önemli roller üstlendi. Ancak bu süreç yalnızca Avrupa ve Kuzey Amerika ile sınırlı değildi. Bu batı ülkelerinin sömürgesi olan ülkelerde de kadın emeği savaş ekonomisini desteklemek için yoğun şekilde kullanıldı. Örneğin, İngiltere’nin Hindistan ve Afrika ülkelerindeki sömürgelerinde kadınlar tekstil, tarım ve mühimmat üretiminde düşük ücretlerle çalıştırıldı. Bu değişim, aile içi alan (ev işleri) ile kamusal alan (ücretli iş) arasındaki geleneksel sınırları bulanıklaştırdı – kadınlar hem ev içi emeklerinden sorumlu hem de savaş ekonomisinde üretici oldular. Ancak savaş sona erip askerler geri döndüğünde, hükümetler ve işverenler hızla ataerkil emek yapılarını yeniden tesis ederek kadınları iş gücünden çekilmeye ve erkeklerin ‘yerini’ onlara ‘geri vermeye’ zorladı.

 Bu ideolojik değişim sadece geleneksel toplumsal cinsiyet normlarını yeniden tesis etmekle ilgili değildi; aynı zamanda sermayenin çıkarlarına hizmet eden ekonomik ve politik bir manevraydı. Kadınların emeği yeniden ev içine ve görünmez alanlara taşınarak ücretsiz hale getirilmeye çalışıldı. Aynı zamanda bu geriye dönüş ücretlerin sabit kalmasını ve erkeklerin istihdamının önceliklendirilmesini sağladı. Ancak bu değişim herkes için aynı şekilde işlemedi. Beyaz orta sınıf kadınlar ev içi yaşama dönmeye teşvik edilirken, işçi sınıfı ve sömürge ülkelerindeki kadınlar düşük ücretli ve güvencesiz işlerde çalışmaya devam etti. Yalnızca ev içi emekle geçim sağlayamayacak kadınların emeği hem savaş çabalarını hem de savaş sonrası ekonomik toparlanmayı sürdüren ucuz iş gücü ve hammadde kaynağı olarak kullanıldı. Fakat kadınların sömürülen emeği onların ‘ev kadını’ olarak görülmesini engellemedi. Kadınlar çalıştıkları fabrikalarda da öncelikli olarak heteronormatif aile yapısına uygun şekilde aile içine ait ve yalnızca kocasının eve ekmek getirmesine destek olan eşler olarak görülmeye devam etti.

2. Ev kadınlığı, Sömürgecilik ve Kapitalizm

Bahsettiğimiz tarihsel arka plan, kadın emeğinin başlangıcı ya da sonu değildi; yalnızca bu emeğin kapitalist üretim biçimleri ve iş bölümü içinde görünür hale gelmesini sağladı. Bu tarihsel anlatı ve güncel durumdan görüyoruz ki kadınların ve ücretli çalışmayan diğer emekçilerin (köleler, sömürgelerdeki köylüler vb.) emeğiyle gerçekleştirilen “destekleyici” üretim, kapitalist üretken emeğin inşa edilip sömürülebileceği sürekli bir temel oluşturur. Ücretli emeğin “üretken” olabilmesi ise büyük ölçüde ücret almayan emekçilerin (özellikle kadınların) sürekli olarak yürüttüğü “destekleyici” ya da ev içi üretime bağlıdır.

Marksist eko-feminist Maria Mies (1986), Marx’tan farklı olarak, kapitalist üretim sürecini (1) ücretli emeğin sömürüsü ve (2) ücretli üretken emeğin mümkün olmasını sağlayan ücret almayan emekçilerin (kadınlar, sömürgelerdeki halklar vb.) “aşırı sömürüsünü” içeren bir süreç olarak ele alır. Ücretsiz emeğin sömürüsünü “aşırı sömürü” olarak adlandırmasının sebebi, kapitalistlerin yalnızca artı değeri gasp etmesinden ziyade, kapitalizmin doğrudan insanların hayatta kalması için gereken emek zamanına ve geçim üretimine el koymasına dayanmasıdır. Bu emeğin karşılığı bir ücretle verilmez yahut Batı’daki (özellikle erkek) işçilerin ücret müzakerelerinde temel alınan “eşit değerde ise eşit ücret” (2014, 48) ilkesi, bu emekçiler için geçerli değildir. Mies’e göre bu ücretsiz emek sömürüsü, Avrupa’nın sömürgeciliğinden bağımsız görülemez.

Sermayenin Avrupa ve daha sonra Kuzey Amerika’da birikmeye başladığı ve uluslararası iş bölümünün oluştuğu, yani Afrika, Asya ve Güney Amerika’daki hammadde ve zenginliğin endüstrileşmiş ülkelere taşındığı ve daha sonra işlenerek serbest piyasaya sunulduğu erken global iş bölümünden itibaren, sömürge ülkeleri ile “birinci dünya ülkeleri” arasındaki gelir ve emek eşitsizliği açıktır. İlerleyen dönemlerde “üçüncü dünya ülkeleri” de kapitalizmin yararına batı ülkeleri eliyle endüstrileşme yoluna girse de emek sömürüsü devam etmiş, batı ülkeleri kendi üretmediklerini sömürgelerinden karşılayarak öncesinde lüks olan ürünleri kendi vatandaşları için ulaşılabilir hale getirmiştir. Bu üretim-tüketim ilişkisi, sömürge ülkelerinde emek sömürüsünün artmasıyla sonuçlanmıştır.

Kadın emeği ise tüm bu süreçlerde, özellikle “üçüncü dünya ülkelerinin” sömürüsüyle kapitalist üretim sistemlerinin devamı için merkezi rol oynamaya devam etmiştir. Yine Mies’e göre, kadınlar kapitalist (ve ütopyan sosyalist) birikim süreci için global ölçekte en uygun iş gücünü oluşturur. Kadın emeği, kadınların “ev kadını” olarak tanımlanmaları nedeniyle görünmez kılınarak düşük ücretle satın alınabilir hale gelmekte ve sömürülmektedir. İşçi kadınlar fabrikada da çalışıyor olsalar asıl görevleri ev kadınlığı, çalışmaları ise erkeklerin aksine “gelir getiren aktivite” (2014, 116) olarak tanımlanır. Kadın emeğinin bu şekilde sınıflandırılması, kadınları izole ederek kolektif örgütlenmeleri ve politik güç kazanmaları önünde de engel oluşturmuştur. Kapitalist sistem, cinsiyete dayalı ve uluslararası iş bölümü üzerine kuruludur; erkekler “özgür” ücretli işçiler olarak tanımlanırken, özellikle sömürge ülkelerindeki kadınlar marjinalleştirilmiş ve özgür olmayan işçiler haline getirilmektedir. Bu “aşırı sömürü”, global üretimin merkezinde yer almakta ve özellikle batıdaki tüketim bolluğunu sürdürmektedir. Ancak batıdaki bolluk, sanıldığı gibi üretkenlikten ya da Protestan ahlaktan değil, özellikle sömürgelerdeki kadın emeğinin aşırı sömürüsünden kaynaklanmaktadır.

Kadınlar evlerinin birincil “ekmek getireni” olsa dahi, çalışma hayatları ev kadınlıklarına ikincil görülmeye devam ediyor. Mies’in “evkadınlaştırma” olarak kavramsallaştırdığı süreç yalnızca kadın emeğinin görünmez hale getirilmesiyle değil, medya propagandası ve “makul kadın” imajlarının dayatılmasıyla da baskılanıyor. Kadın emeğinin ev içinde ve dışında sömürülmesi, kötü koşullarda çalışmaya mahkûm edilmiş birçok kadının düşük ücretlerle çalışmaya devam ederken örgütlü mücadele verebilecek vakitlerini de onlardan çalıyor. Bunun yanında, evlerinden ev ekonomisini kalkındırmak için üretim yapan kadınların emekleri yalnızca “destek” ya da “boş zaman aktivitesi” olarak görülüyor. Batı ülkelerindeki mülteci kadınların ve “üçüncü dünya ülkelerindeki” kadınların turistik objeler olarak görülmesi ve seks endüstrisinde sömürülmesi ise bu yazının kapsayamayacağı kadar incelikli bir çalışma gerektiriyor.

3. Enternasyonal Feminist Dayanışma ya da Sonuç

Tüm bu sömürü sistemlerinin, cinsiyete dayalı ve uluslararası iş bölümünün içinde ne kadar emekleri görünmez hale getirilse ve sendikal mücadele verebilecekleri zamanları sömürülse de, kadınlar tüm dünya ülkelerinde bir araya gelerek zulümle mücadelenin yollarını arıyor. Klasik sendikal mücadelenin cinsiyetçi örgütlenme ve mücadele biçimleri karşısında, işçi kadınlar bazı ülkelerde kilise topluluklarında, bazı ülkelerde altın günlerinde, bazılarında ise feminist sendikalar oluşturarak birbirleriyle dayanışıyor ve somut durumları hakkında bilinçleniyor. Örgütlenmenin yanında, ev içinde ve dışında çalışan kadınlar yeni ve yaratıcı mücadele biçimlerini de deniyor. Chandra Talpade Mohanty’nin örneklediği üzere, “1989’da Kore Kadın İşçiler Derneği, Masan’daki bir fabrikayı işgal etti. Fabrikaya girerek orada yaşadılar, yemek pişirdiler, makineleri ve tesisleri korudular ve üretimi fiilen durdurdular” (2003, 163). Bu işgal eylemi, ev ve iş hayatı sınırları iç içe geçmiş olan kadınların işçi ve kadın olarak günlük pratiklerinin ve sosyopolitik koşullarının bir göstergesiydi. Birçok benzeri ve farklı eylem biçimi, batı ülkelerinde yaşam ücretlerinin altında çalışan, yaptıkları iş vasıflı görülmeyen mülteci kadınlar ve üçüncü dünya ülkelerinde yaşayan, emeği ve bedeni sömürülen fakir kadınlar tarafından gerçekleştiriliyor.

21. yüzyılda ise işçi kadınlar arasındaki enternasyonal dayanışma derinleşiyor. Amerika’daki Filipinli göçmen işçilerden Meksika’daki Zapatista kadınlara, Bangladeş’teki tekstil işçilerinden Türkiye’deki motor kurye kadınlara kadar işçi kadınlar, patriyarkal kapitalizme karşı bilinçleniyor ve farklı biçimlerde örgütleniyor. Feminist örgütler, ortak konferanslar ya da sosyal medya aracılığıyla birbirlerini daha iyi tanıyor ve birbirlerinden öğreniyor. Kadınların kendi emeklerinin görünmezliğinin farkında olması, ev ve iş yeri arasındaki sınırların bulanıklığını görmesi ve eşitlik için mücadele etmesi yeni bir şey değil. Ancak enternasyonal ve kesişimsel mücadele, patriyarkal kapitalizme karşı ortak direnişi örgütlüyor.

Başta söylemem gerekeni sonda söyleyeyim: Metin boyunca “üçüncü dünya ülkeleri” dememin sebebi, bu ülkelerin gerçekten öyle olmasından değil, sömürgeciler tarafından sıkça kullanılan bu tamlamanın Afrika’dan, Asya’dan, Güney Amerika’dan ya da küresel güneyden olan bizler için de bir önemi olduğunu düşünmem. Bu kullanım, feminist mücadelenin neden kesişimsel olması gerektiğine dair de bir örneklik teşkil ediyor. Beyaz feminizmin aksine, Batı ülkesinde mülteci ya da üçüncü dünya ülkesinde vatandaş olan bizlerin tarihsel ve güncel olarak daha fazla baskı ve sömürüye maruz kalması tesadüf değil. Etnisitemizin, inançlarımızın, engellerimizin, kirliğimizin, sınıfımızın ve kadınlığımızın kesiştiği yerde yalnızca zulüm değil, mücadelemiz de büyüyor.


Kaynakça:

Mies, Maria. Patriarchy and Accumulation on a World Scale: Women in the International Division of Labour. Bloomsbury Publishing, 2014 (İlk olarak 1986’da yayınlandı).

Mies, Maria. “Dynamics of Sexual Division of Labour and Capital Accumulation: Women Lace Workers of Narsapur.” Economic and Political Weekly (1981): 487-500.

Mohanty, Chandra Talpade. Feminism Without Borders: Decolonizing Theory, Practicing Solidarity. Duke University Press, 2003.

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir