Pandemi Döneminde Ev İçleri
Özel olan politiktir!
Meydanlarda, örgütlerde, yurtlarda, öğrenci evlerinde kısacası birey olduğum yerlerde söylenmesi nispeten kolay gelen biricik mücadele kaidemiz… Şimdi kameramızı iç Anadolu’nun açık fikirliliği ile meşhur olmayan bir ilinde bir evin içine çevirelim.
Annem ve babam memur; ben ve kardeşlerim de öğrenci olduğumuz için hepimizin evden çıkmama lüksü ve dolayısıyla evden çıkmama sorumluluğu var. Uzun süredir yaşamadığımız şekilde, iki aydır 7/24 aynı evdeyiz.
Ailemle ilişkilerime uzun süredir şahitlik eden ve karantinada yaşayacaklarımı öngörebilen arkadaşlarımın bütün çabasına rağmen karantinayı aile evinde geçirme kararı aldım. Çünkü bir evlat olarak kriz anını ailemle geçirmemek ne demekti? Geçerli bir bahane ile bile olsa yolculuğumu erteleyerek aile büyüklerimden birini telefonda ağlatmak vicdana sığar mıydı, ben ne biçim bir insandım? Üstelik son zamanlarda, özellikle son krizimizde babamın geliştireceği herhangi bir aşırı reaksiyonda rest çekip gidebileceğimizi ortaya koymamızdan sonra birbirimize davranışlarımız değişmişti. (Bakınız şiddeti nasıl da kibarlaştırıyorum, babam sonuçta.) Bazı şeyleri konuşabilmiştik, aşmış olmalıydık? Ben de uyumlu olursam sorun olmazdı.
İyi gişe yapan bütün filmlerde olduğu gibi evdeki hesap çarşıya uymadı. Eve geldiğimde karşılaştığım durum çok hazırlıksız olduğum bir şeydi, sanki bu zamana kadar ettiğimiz kavgalarla vardığımız sonuçlar benim hayal ürünümmüşçesine üzerleri kapatılmış, üstüne babam “karantinada birlikte geçireceğimiz vakti islami bir aile nizamına dönüş için değerlendirelim” gibi bir karar almıştı. Özetle bir “nasihatler ve ailece ibadet” paketi. Bu henüz mücadele taktiği geliştirmediğim bir durumdu. Mesela kişisel alan tanımıyorlar ama kullandıkları bahane hadi namazı cemaatle kılalım, dilleri de bir tatlı ki sormayın. Yani olay çıkarmadan hayır diyebileceğim, hayır derken sebep sunabileceğim bir şey değil. İki haftanın sonunda erkek kardeşimin “bu kadarına da gerek yok” tavrı üzerine bu ritüel kapandı. Hem de olaysız, çünkü o evin bütün huzursuzluğundan sorumlu “marjinal” kızı değil.
İkinci kısım: nasihatler. Kulak kapatmayı çoktan öğrendim sanıyordum ama ailece oturduğumuz masada kuzenim üzerinden açılmış konunun birden babamla baş başa oturup evlenmemenin bir tercih olabileceğini anlatmak zorunda kaldığım bir duruma dönüştüğünü görünce onun da öyle olmadığını anladım.
Sıkıcı bozkır filmimize IMDb puanını yükseltecek ufak bir gerilim de yüklemeden olmaz. Sakin geçen birkaç günün ardından 23 Nisan’da ilginç bir cümle:
“Gel bak seninkiler bayramınızı kutluyor.”
İdeolojik olarak yanından bile geçmediğim bir eylem, bunu sen de biliyorsun?
Duymazlıktan geliyorum.
İkinci ve hatta üçüncü kez benzer kışkırtmalar…
Sonunda tepki verdiğimde ise:
“Ama ben sadece şaka yaptım neden alınıyorsun, hem bak ben senin için sevdiğin meyveden toplamıştım.”
“Babam da yaşlandı, kötü niyetli değil aslında.”
“Her şeye aşırı tepki veriyorsun.”
Bana meyve verme, bana huzur ver! Bunu Taksim’de haykırabilirim ama evde değil. Peki neden, çok mu güçsüzüm, yetersiz miyim? Gerçekten her şeye aşırı mı tepki veriyorum? Belki. Gündelik hayatımı organize edemiyor, fikirlerimi söyleyemiyor hatta yanlışlıkla dahi duymasınlar diye görüşmelerimi yazılı yapıyorum. Meyve saati geldiğinde benim neyle uğraştığım önemli değil, bir toplantıda da olsam meyveyi benden isteyebilirler. Şiddetin üzerini sevgi diye örtebilirler. Yüzleşmekten kaçtıkları her şey için İstanbul Sözleşmesi’ni veya eşcinselleri suçlayabilirler. Zaman zaman hatırlamaya ihtiyacım olan ise: “Onlar” benim ailemden, yaptıkları da meyve istemekten ibaret değil. Dünyanın her yerinde, her evin içinde, her iş yerinde sistematik olarak süregelen bir şiddet bu. Bu şiddetin, altında ezilen her birimiz kendi mücadele pratiklerimizi geliştiriyoruz; alttan alıyoruz, yalan söylüyoruz, aşırı tepki veriyoruz, kavga ediyoruz ve yoruluyoruz. Filmin mutlu sonu yorulup yere yığılan bir kadının elinden bir başka kadının tutup kaldırmasıyla gerçekleşiyor. Dört duvar arasına kapansak da bütün imkanlarımızı zorlayıp birbirimizin elinden tutmamız; gücümüz tükendiği zaman gerekirse yine birbirimize ağlamamız, yakınmamız bu yalnızlık simülasyonundan çıkış biletimiz. Birbirimize meydanlarda verdiğimiz sözü hatırlatıp asla yalnız yürümeyeceğimizin bilincinde, dayanışmamızın; söze, yazıya ve eyleme dönüşmesini sağlayacağız.
Bazen tünelin ucundaki ışık kısılsa da, hep bir ağızdan Mona Haydar’ın sesiyle: “Feminist planet is imminent yeah!”