Özgürlüğe ve Erdeme Dayanan Bir Dinî Söyleme Doğru

Erdemliler İttifakı

İslam, kendi özgünlüğünde düalist/ikici bir bakış açısına sahip olmadığı için, bireycilikle toplumculuk arasında da önceleyici olmayan, bütünleştirici bir bakışa sahiptir. Esas olan adaletin sağlanması ve adil bir duruştur. Ama bu duruşun hakkıyla gerçekleştirilmesi için, zorunlu olarak toplumdaki dezavantajlı kesimlerin, özellikle kölelerin, kadınların ve yoksulların, yani Kuran’ın deyişiyle “mustazaflar”ın gözetilmesi, günümüzün deyişiyle onlara pozitif ayrımcılık uygulanması gerekir. Dolayısıyla bu, negatiften/eksikliklerden hareket eden bir hakkaniyetçi tavırdır. Amaç, öncelikle eksikliklerin telafisidir. Oysa asıl amaç tabiatla, ötekilerle ve Yaratıcıyla barışık bir hayatın inşası olmalıdır. İnançlar kadar amellerin de düzeltilmesi; insanın özgür, etkin ve sorumlu bir varlık haline ge-tiri-lmesidir. Bunun günümüzdeki anlamı ise temel olarak insanlığın varlığına bir tehdit olan kapitalizme karşı, üretken, olumlu ve insanı, toplumu ve tabiatı savunan bir bakışın ve pratiğin oluşturulmasıdır. İnsan özgürlüğünü korumalı, toplumsal birliğini. Birey olarak özgürleşmesi gereken insanın içinde yaşadığı cemaatteki ilişkileri kardeşliğe; ümmet, yani evrensel toplum içerisindeki yeri ise eşitliğe dayanmalıdır.

Bilindiği gibi Hz. Muhammed (as), henüz yirmili yaşlarındayken, hakları gasp edilen kimsesiz insanları korumak için oluşturulan Hılful Fudul’a katılmıştır. Erdemliler İttifakı olarak anlamlandırılabilecek olan Hılful Fudul, o günün şartlarında, zalimlere karşı mazlumların yanında yer alan ve onların haklarını korumaya çalışan bir tür toplumsal inisiyatif, hakkın tesisi için bir dayanışma çabasıdır. Ayrıca Resulullah (as), risalet sonrasında da Hılful Fudul’un bir mensubu olmaktan onur duyduğunu ve şimdi olsa yine onu desteklemekten geri durmayacağını belirterek, bu çaba(cehd, cihad)’ya verdiği önemi ortaya koymuştur. Aslında bu olay, üzerinde yeterince düşünülmesi halinde, birçok düşünsel ve eylemsel problemi aydınlatabilecek önemde bir örnektir. Çünkü müminler esas olarak zulme karşı bir tavır içerisinde olmalıdırlar ve kardeşleri dahi olsa zalimlere yardımcı olamazlar. Belki onlara yapabilecekleri tek yardım, Peygamber(as)’in de belirttiği gibi, zulümlerine engel olmaktır.

Ve yine, dünya tarihini değiştiren önemli bir olay olan Hicret akabinde, Yesrib’te ikamet eden topluluklarla (Müslüman, Yahudi, müşrik), dünya tarihinde ilk kez sözleşmeye dayanan bir toplum oluşturmak için bir akit yapılarak (Medine Sözleşmesi), Yesrib’i “Medine”leştirmeye doğru ilk adım da atılmıştır. Aslında bu sözleşme de temelde Erdemliler İttifakı’nın bir devamı niteliğindedir. Bu sözleşmeye göre Medine toplumu, farklı cemaatler (dinî topluluklar)’den oluşan bir “ümmet”(toplum)’tir. Kendi içlerinde özerk olsalar da umuma ait konularda ortaklaşırlar. Ancak Yahudilerin çoğu bu sözleşmeye riayet etmediğinden, bir süre sonra sözleşmenin kapsamından dışarı çık-arıl-mışlardır.

Günümüzde ise Müslümanların birçoğu, bu aslî çizgiden uzaklaşarak dünyevi politikalar, kültürler veya çıkar grupları tarafından asimile edilmiş durumdadır. Beri yandan Müslüman olmasalar da farklı toplumlar içerisinde, bu bilince sahip insanlar ve topluluklar bulunmaktadır. Sözgelimi Filistin mücadelesini desteklemek, hatta Filistin’e uygulanan ambargoyu kırmak için “Filistin’e Özgürlük” seferleri düzenleyenler içerisinde, Hıristiyan, Yahudi, sosyalist birçok insan bulunmaktaydı. Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesi, Müslümanlarla Hinduların ortak mücadelesiyle sürdürülmüştü. Filistin halkını savunmak için şehit olan[1] Hıristiyan Rachel Corrie’nin mücadelesine destek verenlerin içinde, bir Yahudi olan Neta Golan da bulunmaktaydı. Nikaragua’da, ABD destekli diktatörlüğe karşı savaşan Sandinist cephe içerisinde Hıristiyan din adamları da vardı. Nitekim devrim sonrası yayınlanan bildiride, “Hıristiyanlar, devrimci tarihimizin ayrılmaz bir parçasıydılar ve bu bir ölçüde Latin Amerika’nın ve belki de dünyanın hiçbir devrimci hareketinde olmayan bir durumdu. […] Deneyimlerimiz göstermiştir ki, aynı zamanda bir mümin ve sadık bir devrimci olmak mümkündür ve ikisi arasında hiç de uzlaşmaz bir çelişki yoktur”[2] denilerek, bu gerçekliğe işaret edilmektedir.

2. Dünya Savaşında, faşistlerin eline geçmemek için intihar eden düşünür Walter Benjamin’e göre de din,  bir toplumu olumluya doğru dönüştürmenin devrimci bir imkânıdır. Benjamin, ezilenin bakış açısındaki kaybolmuş bu imkânlarda diretir. Tanrı’nın mustazafların çığlığına vereceği cevaptan umudunu kesmez. Kansız bir şiddet (ilahî şiddet) olarak tarihi kesecek ve toplumsalı altüst edecek o devrimci ânı beklemekten asla usanmaz. Zira geçmişin hatırlanması ve yorumlanması, yeniden yürünecek yolları döşer. Tevrat okumalarıyla dilini güçlendirip bakış açısını genişletirken, felsefenin de buna dair imkânlarını zorlar.

E. Bloch ise, Avrupa Hıristiyanlarının toplumculuğundan sosyalist ütopyaya doğru açılabilecek patikalar üzerinde yoğunlaştırır dikkatini. Dinin bastırıcı doğasından ziyade, isyancı potansiyelini dikkate alır. Birinci yön, “Marksizmin soğuk akımı”nı, “yani ideolojilerin, put ve putperestlerin uzlaşmaz maddeci analizini gerektirirken”, ikinci yön “sıcak akımı”, yani “dinlerin ütopik-kültürel kazanımı”nı gerektirir.  Marksist sosyalizm başlangıçta dine karşı ve ateist bir izlek üzerinde yürürken, zamanla ve kısmen de olsa değişir bu tutum. Ve hatta Latin dünyasında, Kilise ile sosyalistlerin işbirliğiyle, “özgürlük teolojisi” adı altında devrimci bir strateji de oluşturulur. Bu “teoloji” ise kendisini ilk önce Yunan düşüncesinin ürünü olan şu mahut “düalizm”in cenderesinden kurtaracaktır. Zira insanlığın kurtuluşu sorunu, ruhun ve bedenin kurtuluşu gibi ayrılamayacağı gibi, dinî ve dünyevî diye de ayrılamaz. Kurtuluş bütünseldir ve bunun için halkın bütünüyle el ele vermesi gerekir. Çağımız açısından ise başat sorun, kapitalizmdir ve bu sorun sadece emekçileri ve ezilenleri değil tüm insanlığı etkilemektedir. Nitekim “Katolik Öğrenci Hareketi” tarafından yayınlanan bir bildiride de bu meseleye değinilir: “İkirciksiz ve çekinmeden söylemeliyiz ki, kapitalizm, Hıristiyan bilinci tarafından açık bir mahkûmiyeti hak etmektedir. Kapitalist durumun karakteristiği olan insanî yabancılaşmanın bazı örneklerini burada vermek yeterli olacaktır: İnsan emeğinin bir meta düzeyine düşürülmesi¸ toplumsal yararın gereklerine tabi kılınamayan özel mülkiyetin diktatörlüğü; ekonomik iktidarın kötüye kullanılması; bir yanda azgın bir rekabet, öte yanda her türlü tekelci pratikler ve insanların ilk planda kâr hırsıyla harekete geçirilmesi.”[3]

Henüz Fransız Komünist Partisi’nin bir yöneticisi olduğu dönemde Roger Garaudy’nin tüm eleştirilere karşı ilişkilerini sürdürdüğü papazlardan birisi de ona şöyle söyler: “Eğer bizler sizin yanınızda değilsek, bu, sizin aşırı devrimci oluşunuzdan değil, tam aksine sizin yeterince devrimci olmayışınızdandır.”[4]  Gerçi diktatörlüklerle işbirliği yapan kiliseler de olmuşsa da, Latin Amerika kiliselerinin toplumsal kurtuluş mücadelelerinde izledikleri devrimci stratejilerde de görüldüğü üzere, kilisenin devletten özerkliği, bu dünyada olumlu bir işlev görmüştür. Oysa dinî teşkilatların devlete bağlı olduğu İslam ülkelerinde dinî toplum aynı özerkliği gösterememiştir. Bu ülkelerde dinî kuruluşlar, çoğu kez devletin uygulamalarının meşrulaştırıcısı olmaktan öteye gitmemişlerdir. Bunun belirgin bir istisnası olan İran’da ise medrese, görece de olsa özerkti ve devrimin gerçekleşmesinde önemli bir rol üstlenmişti. Müstesna düşünür Fazlur Rahman, “toplumdaki acı ve ızdırapları hafifletmek ve yoksullara yardım etmek açısından toplumsal görevleri yerine getirme bilinci İslam’ın dinsel öğretilerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu ilkelerden de anlaşılacağı üzere Kuranî öğretiye göre doğru inanç, mutlaka doğru uygulamayla taçlandırılmalıdır.”[5] demiş olsa da, farklı mezhebi anlayışlar, kültürler, gelenekler ve siyasetler tarafından asimile edilmiş olan Müslüman halklar, büyük ölçüde bu bilinçten uzaklaşmış bulunmaktadır.


Miranda Bergman ve O’Brien Thiele tarafından 1984 yılında yapılan ve 2014’te restore edilen Culture Contains the Seed of Resistance Which Blossoms Into the Flower of Liberation isimli bir duvar çalışmasıdır. San Francisco’da bulunmaktadır.

Özgürlük Teolojisi

Dinlerin başlangıçta insanları sömüren egemen güçlere ve insanları aşağılayan putperest kültüre karşı verdiği mücadele, süreç içerisinde bu güçlerle uzlaşmaya ve hatta işbirliğine dönüşür.  İsyancı doğasından ziyade, bastırıcı potansiyeli etkinlik kazanır. Dünyayı değiştirme azmi, içerisinde zalimlerin de olduğu bir dünyayı (devleti ve geleneği) koruma çabasına, en azından buna karşı lakaytlığa dönüşür. İsyanın yerini itaat, aşkın yerini haz, hakkın ve ahlakın yerini yasa ve hukuk alır. Tanrı’nın içkinliği düşüncesi sapkınlıkla itham edilerek, Allah, hayatımızdan büsbütün uzaklaştırılacak denli aşkınlaştırılır. “Kurtuluş teolojisi ise, içerisinde doğduğu toplumsal gerçekliğin etkisiyle ve teolojinin yoksullar ve ezilenler lehine yeni bir yorumu olması itibariyle geleneksel teolojilerden belli noktalarda ayrılır. Latin Amerika Kurtuluş Teolojisi, kapitalizmi sebep olduğu yoksulluktan ötürü suçlamakta ve onu ‘kurumsal bir günah’ olarak görmektedir. Gerçek bir Hıristiyan’ın bu ‘kurumsal günah’a karşı çıkması gerektiğini vurgulayan bu yeni teoloji, yoksullar için, sınıfsal çelişkileri ve sınıf mücadelesinin mahiyetini anlamak üzere Marksizm’i ve özellikle Latin Amerika’daki Marksizm’in kapitalizmi anlama yöntemi olan Bağımlılık Teorisi’ni kullanır. Tüm bunları, İsrailoğullarının Mısır’dan göçünü anlatan ‘Exodus’u (İncil’in ‘çıkış’ olarak bilinen bölümünü) işaret ederek ve İsa’nın acılarıyla şimdiki yoksulların acıları arasında bir analoji kurarak ‘yeni bir İncil okuması’yla anlamayı öneren Kurtuluş Teolojisi, kurtuluşun ancak yoksulların yanında yer alıp onlarla birlikte mücadele etmekten geçtiğine inanmaktadır. Kısacası Kurtuluş Teolojisi, bazı yönleriyle geleneksel teolojilerden belirgin bir biçimde ayrılarak yeni bir anlayış ortaya koymaktadır.

Bu ayrım noktaları üzerinde duran Löwy’ye göre, Latin Amerikalı Kurtuluş Teolojisi’nin yerleşik Katolik ve Protestan Kilise öğretisinden radikal bir biçimde ayrılan bazı temel yönleri şunlardır: (1) Kurumsal günahın bir biçimi olarak bağımlı kapitalizme karşı şiddetli bir manevi ve toplumsal suçlama, (2) Yoksulluğun nedenlerini, kapitalizmin çelişkilerini ve sınıf mücadelesinin biçimlerini anlamak için Marksist yöntemlere başvurma, (3) Yoksulların tarafını açıkça tutma ve onların kendi kurtuluşları için yürüttükleri mücadeleyle dayanışma, (4) Kilise taban cemaatlerinin yoksullar arasında yeni bir kilise biçimi olarak ve kapitalist sistemin getirdiği bireyci yaşam tarzına bir alternatif olarak geliştirilmesi, (5) İncil’in exodus (İsrailoğullarının Mısır’dan göçünü anlatan bölüm) gibi bölümlerinde köleleştirilmiş bir halkın kurtuluş mücadelesine örnek olacak yerlere büyük bir titizlik gösteren yeni bir İncil okuma tarzı, (6) Dinin asıl düşmanı olarak (ateizme değil) putperestliğe karşı, yani yeni firavunlar, Sezarlar ve Herotlar tarafından tapılan refah, iktidar, ulusal güvenlik, devlet, askeri güçler, ‘Batı Hıristiyan uygarlığı’ gibi yeni putlara karşı mücadele, (7) Sonunda İsa ve Tanrı’nın Krallığı’nca gerçekleşecek kurtuluşun, insanın tarihsel kurtuluşuyla öne alınması (dünyevi cennet fikri), (8) Tanrı ve insanın tarihinin birbirinden ayrılmamakla birlikte farklı olduğunu öne süren ve İncil geleneğinin değil Yunan filozofu Platon’un bir ürünü olan geleneksel düalist teolojinin eleştirisi. (Löwy, 1996:42)[6]

Başlangıcında kapitalizm çalışanların ve tüketicilerin sömürüsü üzerinden bir sermaye birikimi sağlarken, süreç içerisinde işçilerin örgütlü direnişi karşısında stratejisini değiştirerek, toplumsal çelişkiyi küresel çelişkiyle ikame etmeye çalışmıştır. Tabi bunu yaparken de, sömürülen ülkelerden elde ettikleri zenginliği topluma yayarak, bir ölçüde de olsa işçilerle paylaşarak, kendi ülkelerindeki sınıf çatışmalarını yumuşatmışlar; “devrim” korkusundan kurtulmuşlardır. Dolayısıyla bu kez denklem kapitalist dünya ile sömürülen halklar arasında kurulmuştur. “Liberal modernleşme teorisi, ‘az gelişmiş’ ülkelerin gelişmiş olan ülkelerin yolunu izleyerek gelişebileceğini vurgulamakta, bu sebeple problemin ana kaynağını ‘az gelişmişlik’ olarak görmektedir. Fakat Bağımlılık Kuramı teorisyenleri bunun aksini iddia ederek, ‘Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin ‘azgelişmişliğini’ Batılı ‘gelişmiş’ ülkelerin onları sömürmesine bağlamaktadır. Bu teorisyenlere göre kapitalist üretim biçimi ‘uydu-çevre’ ülkelerde modern paradigmanın öngördüğünün aksine artık ‘ilericilik’ özelliğini yitirmiş ve yoksulluğun, sınıflaşmanın, geri kalmışlığın en büyük sebebi olmuştur.[7]

Kapitalizmin “çevre”leştirilmiş ülkeler üzerinde yoğunlaşan sömürüsüne karşı tepki ise Rusya, Çin, Hindistan, İslam ülkeleri ve Afrika ülkelerindeki bağımsızlaşma mücadeleleriyle verilmiştir. En anlamlı tepki ise kuşkusuz ki Latin Amerika’daki “özgürlük teolojisi” hareketleri yanı sıra, İran’da gerçekleştirilen İslam Devrimiyle verilen mücadeleler ve bu mücadelelerin dayanışmasıyla ortaya çıkmıştır. Özellikle Gandi, Nelson Mandela, İmam Humeyni, Ali Şeriati, Gustave Guiterrez, Kardinal Josef Ratzinger, Seyyid Kutub ve Aliya İzzetbegoviç gibi şahsiyetlerin mücadeleleri kadar düşünceleri de, dünya tarihinin gidişatını etkilemiştir.

İranlı düşünür Seyid Rıza Amulî’ye göre de, dindar kesimler olaylara geleneksel dar bakışlarından uzaklaşarak, Allah’ın birliğine uygun bir anlayışla, yani evrensel bir bakışla bakmalıdırlar. “İlki, Tanrı’ya dönüştür: Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi olalım, hepimiz Tanrı’dan uzağız. Kendimize ve ötekilere karşı adil olmalıyız. Filistin’i özgürleştirmek için (bu topraklarda yaşayanları da) aynı Tanrı’nın yarattığı ve kendi toplumumuzun üyeleri olan kimseler gibi görmemiz gerekir. Bunu yapmak için diğer inanç grupları da özgürleştirilmeli ve Uluslararası Toplum, ‘Seçilmiş Millet’ kavramına ait herhangi bir anlayıştan Tanrı kavramını kurtarmaya zorlanmalıdır. Tek ‘Seçilmiş Millet’ mazlumlar ve yoksullardır. Bu, Filistinlilerin niçin günümüzde ‘Seçilmiş Mazlum Toplum’ olarak görüldüğünün de nedenidir.

Tanrı’ya dönüşün iki önemli öğesi vardır. İlki hepimizin Ceza Günü’nde Rabbimizle karşılaşacağımız gerçeğidir. Bu, dünyada kendimize ve ötekilere yönelik davranışlarımıza rehberlik etmelidir: ‘Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa iyi iş yapsın ve Rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin.’ (Kehf, 18: 110) İkincisi, Tanrı kavramının evrenselliğidir. İnsanların Tanrı algısı Tanrılara dönüşmüştür. Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğer dinlerin mensupları Tanrı’yı ‘Tanrım seninkinden farklı’ anlamına gelen ‘Tanrı toplumu çeşitliliğine’ indirgemiştir. Bu, gerçekten Tanrı’nın diğer kullarıyla ilişkilerimizi bilinçli veya bilinçsizce etkilemektedir. Sonuç olarak, merhametin, şefkatin evrenselliği ve insanların acıları konusunda sorumluluk hissetme, onları ‘Tanrı’nın toplumunun’ üyeleri olarak görüp görmediğimize bağlı hale gelir. Tüm ilahî mesajlara göre, Tanrı’ya yakınlık dereceleri hariç aralarında bir fark yoktur: ‘Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok korunanınızdır. Allah bilendir, haber alandır.’ (Hucurat, 49: 13)”[8]

Sonuç

Marx’ın, dinin “kalpsiz bir dünyanın kalbi olduğu” düşüncesi, doğru ama eksiktir. Çünkü din sadece kalp’ten (kastedilen anlamla duygu ve vicdan) ibaret değildir. Tam aksine Marx’ın sahiplenmek istediği anlamıyla “praksis”, yani bireysel ve toplumsal amel (eylem), dinin asıl veçhesidir. Bunun toplumcu veçhesi ise genel anlamıyla cihad olarak bilinmekteyse de, tarihsel süreç içerisinde bu kavram, giderek iktidarların bir savaş stratejisine dönüştürülmüştür. Oysa bu, bir toplumu yanlışlıklardan ve zulümden kurtararak özgür ve adil bir toplum kılacak olan tüm faaliyetleri kapsayan bir kavramdır. Öte yandan din, özellikle İslam dünyasında, büyük ölçüde Pers ve Bizans etkisiyle bir “devlet dini” olarak örgütlenerek, tüm özerkliğini ve inisiyatifini iktidarlar lehine kaybetmiştir. Oysa dinin sorumluluğu bireysel veya ülkesel sınırlarla sınırlanamaz. Bu sorumluluk evrenseldir.

Günümüzde de insanlık, tarihin farklı bir aşamasında, kapitalist küreselciliğin üretimsel ve tüketimsel baskısının altında biçimlendirilmek ve kalbi sökülerek yerine tüm duyarlılıklarını yitirmiş bir makine (üretim ve tüketim aygıtı) yerleştirilmek istenmektedir. Bu şartlar ise, geçmiş dönemlerde peygamberlerin tarihe müdahil olduğu, Allah’ın vahyi ile hareket ederek insanlığın kurtuluş mücadelesini başlattıkları şartlara benzemektedir. Ancak son Peygamber insanlığa son sözlerini söylemiş, sorumluluk ise özellikle de âlim (aydın) ve fazıl (erdemli) şahsiyetlere, dahası ise tüm ezilenlere (mustazaflara) bırak-ıl-mıştır. Aslında bu sorumluluk insanlığın ortak sorumluluğudur. Ancak köprülerin altından çok sular akmış ve maalesef sapla saman birbirine karışmıştır. Küreselleşen günümüz dünyasında, dünyanın egemenleri belli bir işbirliği oluşturarak dünyayı sömürmekte ve halkları ise mustazaflaştırmaktadır. Mustazaflar ise tarihin her döneminde de olduğu gibi el ve gönül birliği yapmak yerine birbirleriyle didişmekten ve yer yer egemenlerle işbirliği yapmaktan geri durmamaktadırlar.

Dolayısıyla günümüz şartları içerisinde, tıpkı Resulullah(as)’ın yaptığı gibi, biçimsel ayrımlara bakmaksızın, erdemli toplulukların bir araya gelerek bir cephe oluşturması, yerel ve küresel ölçekte bir ümmet sözleşmesiyle harekete geçmesi gerekmektedir. Aynı Medine Sözleşmesi’nde de zikredildiği gibi bu “ümmet” farklı inançlar, ırklar ve kültürlerden oluşabilir. Önemli olan insanlığın temel ortak paydasına aitliktir. O da erdemlilik ve küresel zorbalığa karşı mustazafların yanında saf tutabilmektir. Dolayısıyla bu koşullar içerisinde saflar yeniden belirlenmeli, cepheler yeniden oluşturmalı, düşünceler ve duyarlılıklar yeni baştan gözden geçirilmelidir. O zaman ise Papaz Gustave Guiterrez, Edward Said, Ali Şeriati, Zapatista lideri Marcos, Seyyid Kutub, Aliya ve Nelson Mandela aynı safta yer alırken, Miloseviç, Mekke imamı, General Sisi, Fethullah Gülen, Trump ve Netanyahu ise karşı safta yer alacaktır. 

Özgürleşmeci ya da kurtuluşçu bir dinî söylem ise, öncelikle buna uygun bir okuma sürecinden geçmelidir. Kuran ve hadis okuması kadar tarihin okuması da ister istemez daha farklı bir okuma olacaktır. Zira imanın ve teslimiyetin farklı katmanları vardır. İttifakların ve selametlerin de. Kulluk ve özgürleşmenin, kurtuluşun ve zaaflara yenik düşmenin de. Bütün bu okumalar, oluşturacağı eylemlerle (amel, cihad, emek) bireyi ve toplumu farklı yerlere taşıyacaktır. Pratiklerin gerçekleşmediği yerde, okumalar da anlamına ve amacına kavuşmamış demektir. Ancak bu okumaların selameti için çapraz okumalar yapılmalı, hatta sözgelimi İbn Haldun Marx’la, Şeriati Foucault’yla, Aliya İkbal’le, İbn Arabi Hegel’le, Gazali Sartre’la, Gandi Seyyid Kutub’la okunabilmelidir. Anlamaların ve eylemlerin katmanlılığına binaen, bir ümmet olmanın farklılıklarla birlikte çoğul bir yaşama olduğu asla unutulmamalıdır. Yoksulları muhtaçlığa düşürmeyen bir adalet, varsılları ise kibre düşürmeyen bir eşitlik çizgisi gözetilmeli; tıpkı Resulullah’ın Medine’yi “kabile” tahakkümünden kurtardığı gibi, şehirler de “site” tahakkümünden, yani diyalektik çoğulluk yerine ikame edilmeye çalışılan özdeşliğin tahakkümünden kurtarılmalıdır. Eğitim özgürleştirilmeli, fıkıh sivilleştirilmeli, askerî arzular yerini düşünsel derinleşmelere bırakmalıdır. Mülkiyetçilik daraltılarak, kamusal yararlanma alanları genişletilmelidir. Siyaset ise otokrat zorbalıklardan ve güç metafiziğinin etkilerinden kurtarılarak, aileden itibaren başlayan ve etkinleşen istişari davranış biçimi, toplumu eleştirel düşünceye ve yatay ilişkilere açmalıdır.


*Öne çıkan görsel: Miranda Bergman ve O’Brien Thiele tarafından 1984 yılında yapılan ve 2014’te restore edilen Culture Contains the Seed of Resistance Which Blossoms Into the Flower of Liberation isimli bir duvar çalışmasıdır. San Francisco’da bulunmaktadır.

[1] Filistinliler Corrie’yi “şehit” olarak nitelendirdi. Bkz. https://tr.euronews.com/2018/03/16/-filistin-in-k-z-rachel-corrie-

[2] Michael Löwy, Marxizm ve Din, Kurtuluş Teolojisi Meydan Okuyor, Belge Y. s. 81

[3] Michael Löwy, Marksizm ve Din: Kurtuluş Teolojisi Meydan Okuyor, Belge Y. s. 64

[4] Roger Garaudy, Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum, TEV Y. s.192

[5] Mahmut Aydın, Özgürlük Teolojisinin İslamî İzdüşümleri, Tezkire Dergisi, Mart-Haziran 2005, sayfa. 146

[6] Kaynak: https://istiraki.blogspot.com/2017/03/latin-amerikann-kurtulus-teolojisi.html

[7] Anılan yazı.

[8] Kaynak: http://www.haksozhaber.net/okul/ozgurluk-teolojisinin-evrenselligi-ve-filistin-sorunu-4489yy.htm

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir