Öncesi ve Sonrası ile Bir KHKlılık
Çokça okuduğumuz analizler yeterli değil diyorsanız, size yaşadıklarımı ve geldiğim noktayı doğrudan aktararak, KHK süreci serencamımı yakın tarih bağlamını da kaçırmadan anlatmak istiyorum. Genelde yaşadığımız zorlu zamanları önceki, krizler, darbeler, doğal felaketler gibi şeylerle karşılaştırırız. Hangisi daha yıkıcıydı diye. Bununla birlikte kesintiye uğramadan devam eden süreçler vardır. Bu süreçler yönetilenler olarak bizler için şiddetin niteliğinin veya boyutunun arttırması açısından dikkate değerdir. Konumuz, genelde aykırı görülenlerin cezalandırma şekli ve kapsamı… Güncel durum özelinde ise mevcut kanaat, bazılarının Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı ve en kuşatıcı cezalandırma şeklini yaşıyor olmasıdır.
Hemen aklımıza yakın tarihten 12 Eylül darbesi ve 28 Şubat geliyor. 12 Eylül’de liseye başlamıştım. 28 Şubat’ta ise çalışıyordum. 12 Eylül 1980‘den sonra da ülkemizde küresel kapitalizmin kurumsal olarak yerleştiği söyleniyordu.
Neoliberal politikaların uzantısı olarak hayatımıza giren 12 Eylül süreci, bizi Özal ile cisimleşen siyasete bağladı. Hatırladığım kadarıyla Turgut Özal bir seçim çalışması sırasında tayin bekleyen çokça üniversite mezununa ‘Devlet size iş bulmak zorunda değil’ demişti. Bir lise öğrencisi olarak şunu düşündüm: “Demirel de 70 yıllarda ikide bir bütçenin önemli kısmının memur maaşlarına gittiğini söyleyerek şikayet ederdi. Demek ki durum devlet kapısında çalışmak isteyenler için daha kötüye gidecekti.”
Çalışma hayatında güvencesizlik 12 Eylül’den beri artarak devam ediyor. Güvencesizleştirmeye dayalı ekonomik sistemin kendini tam olarak gerçekleştirdiği 2000’lerde ise ücretli, vekil, kısa dönem sözleşmeli ve sözleşmeli öğretmenlik gibi uygulamaları da görmeye başladık. Öğretmen olmam hasebiyle bunlardan iki çeşidiyle çalışmak bana da nasip(!) oldu. Maliyeti düşürmek adına girişilen zayıflatmada kamu çalışanlarının da güvencesi ellerinden alınmaya başlamıştı artık. Özel sektördekiler için ücretlerde düşme ve güvencesizlik çok önceden başlamıştı tabi, mesela meslek liselilerin fabrikalarda staj adıyla çalıştırılması bu dönemin ilk uygulamalarından biriydi. Yani küresel kapitalist saldırı çok önceden hazırdı, OHAL’den de önce. Kamu çalışmasının özelleştirilerek, kamu emekçilerinin çalışma hayatlarının güvencesizleştirilmesi yıllar önce başlamıştı.
15 Temmuz sonrasında ise zaten güvencesizleştirilmek istenen çalışma hayatına müdahale için devletin pek de bahaneye ihtiyacı kalmamıştı. Takip eden günlerde sol çevreler dışında kalan ve AKP döneminde devlet kurumlarında muteber kabul edilmiş dindar kesimler, devletten beklemedikleri ve açıkçası pek de alışık olmadıkları haksız işten çıkarmalar ile karşı karşıya kaldı, ancak bununla birlikte aktif muhalefettense köşeye çekilip bekleme pozisyonunu tercih ettiler daha çok. Bu yeni ve beklemedikleri durum için kendilerini hukuken ve siyaseten savunacak bir kurum veya parti yoktu. Vardıysa bile ya rüzgara teslim olmuş ya da eli kolu bağlanmıştı.
Ben de sosyal medyada yaptığım eleştiriler sebebiyle çalıştığım kurumun kanaati ile komisyona havale edilerek bir yıl sonra ihraç edildim. O günlerde milliyetçi bir sendikada bir avukatın konuşma yapacağını duyunca gittim. Gelenler bağlı oldukları sendika yūzūnden ihraç edilmiş ve haklarında dava açılmış öğretmenlerdi. Avukat “Şaşırmayın burası Ortadoğu. Şafak vakti kapanız kırılıp hapse götürebilirsiniz.” deyince salonda bulunanların yüzleri kireç gibi olmuştu. Muhtemelen ilk defa devlet şiddetinin bu tarafına şahit olmuşlardı. Kendilerini hayattan dışlanmış ve büyük bir boşluğa düşmüş hissediyorlardı. Özel sektörde dahi çalışmalarına engel çıkartılmış ve “vebalı” kişilermişçesine gibi sivil ölüme mahkum edilmişlerdi. Ayrıca yaptırımlar sadece bunlarla kalmıyordu, hapiste işkence, yakın çevrelerinden bile aforoz edilerek yalnızlaştırılmaya kadar varmıştı başlarına gelenler.
Geldikleri çevreden bağımsız olarak KHKlılar için sadece gündelik hayatının ikamesinde dayanışmanın yetmeyeceğini fark etmemiz gerekiyordu. KHK ile ihraç edilerek toplum gözünde terörist muamelesi görenlere sadece yardım etmek sorunların çözümü için yeterli olmadı. İntiharların yaşanmaması için ayrıca gayret sarf ederek kendilerini yalnız hisseden bu insanlarla daha çok teşrik-i mesai kurulması gerekiyordu. Sistemden gelen bu saldırılara karşı toplantılarımızın öncelikli maddesi destek ziyaretleri olmalıydı belki de… Sadece yardım ederek kendini gösteren hassasiyetler yetmezdi, hayat standartlarımızın paylaşılmasını ve eşitlenmeyi gözetmeliydik. Yaşadığımız onca saldırıya ve facialara rağmen bu dayanışma kültürünü gerçekleştiremediysek çoktan yıkılmışız demektir. Açıkçası kendi adıma bildiğim platform ve yapılarda meselenin dayanışma boyutunun kaçırılmış olmasını garip ve yanlış buluyorum.
Maalesef Ortaçağdaki “cadı avları”, yakın çağdaki “dūşman hukuku” gibi olaylarının günümüzde tekrarlanabileceğini kestiremedik. KHKlıları sıkça paylaştığı “Ağaç kökū yesinler dediler, bakın yemedik ayaktayız, pazarda terlik satıyorum, lokantada bulaşık yıkıyorum. Hakimlik yapıyordum şimdi ise temizlik işçisiyim.” gibi anlatılan çokça hikayeler kurduk. Bu hikayeleri şöyle de kurabilirdik: “Bugūn şuraya dilekçe verdim, şu gazete ile röportaj yaptım, sorunları ve meseleleri akrabalarıma anlattım, metroda şu kadar kişiyle konuştum hukuksuzlukları, şu arkadaşlar ile filan sendikayı bizleri konuk etmeleri için ziyaret ettik, kendi ihraç sürecimizi anlatan videoyu sosyal medyada kullandık, AYM ve AHİM’e şu dosyaları hazırlayıp gönderdik, meramımızı anlatmak için mektuplar yazdık, meydanlarda sorunlarımızdan bahsedenleri ziyaret ettim ve sonrasında bana da cesaret bulaştı. Bir politikacının önüne geçip neden duyarsız kaldığını sordum, zamanında cemaat dediğiniz yapıyla doğrudan ilişkisi olanlar hala görevindeler bizim gibi vatandaşların günahı ne ve ne için kurban ediliyoruz diye hesap sordum. Eski işyeri arkadaşlarımla buluşup neden sessiz kaldıklarını söyleyip çıkıştım.” Bu gibi şeyleri yapan çok az sayıdaki KHKlı bir yana, büyük bir kesimin yok edilme kuşatmasına neden yeterince ses çıkarmadığı meselesi üzerine konuşmak gerekir hala.
15 Temmuz öncesinde de muhalefette olanların KESK üzerinden başlangıçta gösterdiği mobilizasyon maalesef hızını zamanla yitirdi. Ancak çoğu kere bireysel düzeyde kalsa da soldan gelenlerin çeşitli şehirlerde eylemlilikleri devam etti ve ediyor. Her gün bedeller ödenerek devam eden bu eylemler açıkçası direnebilme umudumuzun diri kalmasını sağlıyor. Kamuoyunda bilinir olma haklılığımızı ortaya koyma ve haklarımızı her şartta direnerek istemek gibi eksiklerimizi bu eylemler kısmen gideriyor. Başörtülü kimliğiyle Yüksel Direnişi’ne katılan Merve’nin eylemliliği ise çok önemli bir kırılmaya işaret ediyor. Bunun yanı sıra bu mobilizasyon bazı KHKlıların milletvekili olarak mücadeleyi meclise taşımalarına da vesile oldu.
Müslüman kimliğiyle öne çıkan ve devletle açıktan yüzleşme kültürü olmayan toplumsal kesimler ise sert esen rüzgarda bir kovuğa girip rüzgarın dinmesini bekliyor gibi. Zira bazıları için isyan etmeden, tevekkülle beklemek edinilen kültürün, belki de yerleşik din kavrayışının bir getirisi… Bunu eleştirmek için söylemiyorum. Sözünün etkisi çok iken sessiz kalan insanların yanında sözü çok daha az etkili olan insanların sessizliğinin lafı daha az tenkide muhtaç. Bu arada insanlar hayatta kalabilmek için bireysel çözümler aradılar. Facianın dehşetini en çok hissedenler, kendi içine ağlayan ve ağır işlerde boğaz tokluğuna çalışmaya başlayanlar oldu. Ben ise bazı girişimlerle kolektif çözümler aradım. Ancak her halükarda elimizden alınan işimize dönmeye yoğunlaşmak için hukuki ve siyasal girişimlerin daha önemli ve gerçekçi olduğunu üç yılın sonunda görmüş oldum.
3 Yıl Sonra
Hükümet tarafından hedef gösterilen ve eskiden devlet kurumlarıyla yakın ilişkili dindar kesimler için devlet şiddeti ile ilk defa bu şekilde yüzleşilmesi derin bir bunalım yaşatırken aynı zamanda bu kesimlerin inanç-kimlik ve ötekilerle yaşama yaklaşımı konuları üzerine tekrardan düşünmelerine yol açtı. Pek çok insan inanç-kimlik-ahlak gibi konular üzerine sorgulamalara başladı. Ancak bu sorgulamaların toplumsal ve siyasal alanda ne kadar karşılık bulduğunu henüz net görme imkanımız yok. Genellikle Müslüman insanlarla ilişki kuran biri olarak “Artık bunları yapanlar gibi olamayız ama solcu da olmayız. Kendimize yeni bir kimlik arıyoruz.” gibisinden konuşanları daha çok duyuyorum. Ve gördüğüm kadarıyla ideolojik farklılığa takılmadan kitlesel eylemlerde ve toplantılarda başörtülü KHKlıları ve yakınlarını çokça görüyorum.
Dayanışma faaliyetleri dışında siyasal bir girişim olarak 13 Temmuz’da, 15 Temmuz’dan 3 yıl sonra, İstanbul’da yaşayan KHK mağdurları olarak Kadıköy Belediyesi’nin Barış Manço Kültür Merkezinde bir buluşma gerçekleştirerek İstanbul KHK Platformu’nu kurduk. Buluşmada her kesimden, görevden alınmış, hakim, savcı, akademisyen, öğretmen ve memurlar vardı. Farklı çevrelerden gelinmiş bile olsa KHKlıların birlikte çalışmasını gözeten bir buluşma oldu. Özellikle düşman hukuku uygulanan ve dindar kimlikleriyle bilinen insanlar içinse ciddi bariyerlerin ve bagajların da aşılması gerekiyor. Bazıları “Aman buraya ideolojilerimiz kapıda bırakalım sadece hukuki mücadelemize odaklanalım.“ gibi bir takım yaklaşımlarla gelseler bile hala yol haritası çizilirken bazı engellerle karşılaşılabiliyor. Ancak bu mobilizasyonun zor da olsa eskiden karşı taraflarda yer alan ve bugün ortak bir mağduriyet yaşayan insanların ortak bir yaklaşım ve strateji ile bir şeyler yapmaya girişmesi açısından önemli bir adım olduğunu düşünüyorum.
Toplantıda, çoğumuz işin çok zorlu geçen bu hukuki ve siyasi tarafları ağır basan hayatta kalma mücadelesini yine ancak kendi ellerimizle ve çabamız düzeltebileceğimize kanaat getirdik. Bununla birlikte sendikaları, partileri ve dernekleri konuya daha aktif dahil olmaları noktasında iş birliğine çağırmanın anlamlı olacağında mutabakata vardık. Kendilerini ifade edebilme konusunda daha fazla imkana sahip olan meclisteki milletvekillerinin çabaları ile uluslararası kamuoyunu da mobilize etmenin yerinde olacağını, bireysel direnişlerin ve eylemliliklerin arttırılması gerektiğini konuştuk. Özellikle belediye seçimleri sonrasında değişen siyasi durumun bizi daha rahat konuşabilir hale getirdiğini ve bugüne kadar sessiz kalan yazarların ve politikacıların daha çok konuşmaya başladığını görüyoruz.
Bundan sonra bütün siyasi yapıların ve STKların KHK mağdurlarının yaşadıkları sorunlara daha fazla öncelik vermelerini sağlamak örgütlenmek ve ses vermek gerektiği kanaatindeyim. İstanbul ve diğer illerde ortaya konulacak olan pratiklerin etkili bir görüntü vermeleri her açıdan toplumu güçlendirici bir etki yaratacaktır. Toplu iş sözleşmelerinden, haksız işten çıkarmalara kadar birçok konuda çalışma hayatının güçlenmesi için kaldıraç etkisi yaratabiliriz.
Kahramanmaraş, Osmaniye, Adana, Mersin, İskenderun, Ankara, Diyarbakır ve Konya gibi şehirlerde benzer platformların kurulmuş olması da üç yıldır yapılamayanlara rağmen bir irade oluştuğuna dair önemli bir göstergedir. Kamusal direniş hakkını her gün ama her gün bedel ödeyerek kullanan KHKlıların bu iradenin tecelli edebilmesindeki rolü oldukça önemli, zira şuan en kolay ezilen ve dışlanan kesim KHKlılar… Diğer şehirlerdeki platformlarla etkili bir iletişim ve koordinasyon, sürecin başından beri yaşadığımız sesimizi duyuramama sorununu aşmamıza pekala yardımcı olacaktır. Gelecekte insanlık adına utanç hanesine yazılacak olan bugünki uygulamalara karşı sesimizi ve dayanışmayı daha çok yükselterek neler yapabileceğimize bakmalıyız. Göreve dönüşün tek seçenek olduğu bunun dışında kalan diğer palyatif çözümleri kabul etmeyeceğimizi daha gür seslendirmeliyiz.
En önemli gelişme KHK lı toplulukta kendi çabalarıyla ısrarlı bir direnme ile bu hukuksuzluğu aşabileceklerine inanmış olmasıdır.