Ömer Lütfi Barkan’ın Kolonizatör Türk Dervişleri Makalesi Üzerine
Türkiye Cumhuriyeti bir reddediş ve geçmişin kötülüğü kurgusu üzerinde kuruldu. Başımıza gelen her şey bizden öncekilerin yanlışlar nedeniyleydi. Siyaseten kerteriz noksanlığının yarattığı boşlukta, Türk varlığının korunması refleksiyle birleşerek, faciaya dönüşen zayıf siyaset nedeniyle kaybedilen topraklar haliyle toplum olarak bizleri savunmacı ve geçmişin korkularından bağımsız düşünemeyen bir hale getirdi. Beceriksiz, sürekli düşmanlarla çevrili, her an bölünebilir kırılgan bir yapıdaydık artık. Var kalabilmek için bir şeylerin sabitlenmesi gerekiyordu.
Var kalabilmek için Türklük kimliğine sığındı sistem. Türk olarak var kalabileceğimiz bir ulus devlet dalgasının hakim olduğu zamanlardı ilk dönemler. Ancak Osmanlılıktan Türklüğe geçiş bizden öncekilerin büyük devlet olduğu zamanları anlatmak için tek başına kifayet etmiyordu. Bunun yanı sıra sadece ulus devlet olmayı dayatan saldırı da kesilmemişti. Özellikle oryantalistlerin Türk’ün devlet aklı olmadığını öne süren ve bu işleri Bizans bakiyesi “Avrupalı” Rumlardan öğrendiğimizi iddia eden tezler baskındı.
Fuat Köprülü’nün bir nevi çekidüzen verdiğini söyleyebileceğimiz Anadolu’nun ilk dönemlerine dair derli toplu araştırmaları nedeniyle kayda değer bir zemin vardı. Köprülü’nün talebeleri de bu açılan alandan bir takım araştırmalara giderek en azında devlet kurma ve idare etme bağlamında yeterli olduğumuzu, belli bir ideolojik kalıp içinde değerlendirilse de genel olarak, anlatabilirlerdi.
Köprülü’nün talebelerinden olan Barkan meşhur İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler makalesini bu motivasyonla yazmıştır diyebiliriz. Müellif, geleneksel anlayışta sürekli dillendirilen Osman Gazi’nin rüyası ve sonrasında vuku bulan mucizeler üzerinden devlet mefhumunun bir yere oturmayacağını belirterek cümlelerine başlar. Sonrasında Gibbons gibi müelliflerin küçümseyici tezlerinin yanlış olduğunu ve başka bir tarihin olduğunu anlatmaya çalışır. Kendisine açtığı bu tartışma alanını yazdığı dönemdeki siyasi atmosferin kırmızı çizgilerini ihlal etmeden tane tane işler. Siyasi şahsiyetler ile onlara zemin hazırlayan ictimai sebepleri arar.
Yazıda, Osmanlı devletinin teşekkül döneminde vuku bulan ancak tam olarak açıklanmamış bir çok hadiseye işaret eder. Moğol İstilası, istila öncesinde Horasan’dan gelenlere, Mısır’dan ve Anadolu’nun dışından gelen göçlere, akın akın devam eden Orta Asya göçlerine değinerek bu tarih aralığında yeni bir terkibin oluştuğunu söylemeye çalışır. Anadolu topraklarının bir cazibe merkezi olmaya başlamasının nedenlerine dair veriler sunar. Peki devleti kuran ve idare eden unsurlar Barkan’a göre kimlerdir? Cevaben aşağıdaki uzun pasajı aktarabiliriz:
“Osmanlı imparatorluğunun kurulmakta olduğu zamanda Anadolu’daki uç beylikleri, medenî bir hayatın kaynağı olan Türk ve İslâm dünyasının her tarafından gelmiş her sınıftan ve meslekten adamlarla doludur: Iran, Mısır ve Kırım medreselerinden çıkan hocalar, orta ve şarkî Anadolu’dan gelmiş Selçukî ve İlhâmî bürokrasisine mensub şahsiyetler, muhtelif tarikatlerin mümessilleri İslâm şövalye ve misyonerleri diyebileceğimiz dervişler. Bunlar arasında bilhassa, Paşazade tarihinde Gaziyânı Rum diğer tarihlerde Alpler (kahraman, muharib mânasına) veya Alp Erenler namı altında zikredilen ve daha İslâmiyetten evvel bütün Türk dünyasında mevcut olan eski ve geniş bir teşkilâta mensub Türk Şövalyeleri mevcuttu. Fiahakîka: Osman Gazinin arkadaşlarından bir çocuğun unvanı olan bu Alp tâbiri dikkate şayandır. Bunlardan şehirlerde ve İslâm dünyasına mensub bazı dinîlerin tesiri altında kalmış olanların ise unvanı bilâhare Gaziye tebdil edilmiş gözükmektedir. Yine aynı kitapta ismi geçen Ahıyânı Rum yani Anadolu Ahileri ile; Horasan Erenleri de denilen Abdalân Rum yani «abdal» ve «baba» ismini taşıyan ve bilhassa Türkmen kabileleri arasında telkinatta bulunan ve umumiyetle Osmanlı Padişahlarıyla bütün harplere iştirak etmiş bulunan delişmen tabiatlı ve garib etvarlı dervişler bulunmakta idi. Aşık Paşazade tarihinin Bacıyânı Rum yani Anadolu kadınları dediği ve haklarında tafsilâta mâlik olmadığımız teşkilât veya tarikatten sarfınazarla, diğerlerini ele alacak olursak, banların her birinin Türk ve İslâm dünyasının her tarafında şubeleri olan ve bu günkü Komünist yahut farmason teşkilâtına benzeyen teşkilâtı bulunan tarikatler olduğunu görürüz. Kökleri bu suretle geniş Türk ve İslâm dünyasına yayılmış olan bu gibi teşkilât vasıtasıyla her tarafla temas halinde bulunan Osmanlıların ise. Osmanlılaşmış Rumların yardımına muhtaç olmadan daha evvelki emsali Türk imparatorlukları gibi büyük bir imparatorluk kurmak teşebbüsünde bu kuvvetlerden istifade etmiş ve kendilerine lâzım gelen her türlü unsurları bulmuş olduklarına şüphe yoktur. Burada, yalnız bazı büyük şehirlerde ve burjuvalar muhitinde değil, uç beyliklerindeki köylerde de bilhassa şubeleri olan Ahi teşkilâtının Anadoludaki faaliyetlerinin Osmanlı imparatorluğunun kurulmasında büyük rol oynamış olduğunu kaydetmek icab eder. Prof. Fuad Köprülü’ye göre; «Gazi» Osman’ın kayın pederi şeyh Edebâlî ile silâh arkadaşlarından bir çoğunun hattâ Orhan’ın kardeşi Alâeddin’in bu tarikate mensub bulunuşu, ilk piyade askerî üniformasının Ahi üniforması oluşu ve Yeniçeriler için Ahi başlığının kabul edilmiş olması, bu bakımdan son derecede manidardır.”
Devamında Barkan, Anadolu’ya kabileler halinde yerleşen bu unsurları, geldikleri kültürün izlerini taşımakla birlikte günümüzde kabul edilen şekliyle dilencilikle geçinen ve elinden iş gelmeyen dervişler olmadıklarına vurgu yapar. Eşkiyaların kol gezdiği ve verimsiz yerlere gerek devletin gerek de kendi insiyatifleriyle yerleşen bu dervişlerin toprağı şenlendirdiklerini, ziraat ile iştigal ederek hem kendilerini hem de o topraklardan geçenlerle bölüştüklerine vurgu yapar. Savaş zamanlarında cenge giden ve sürekli bir gayret içinde olduklarına söyler. Vuku bulan dağınıklık ve kaos içinde yaşanan bir zamanda, toplumsal ve coğrafi bir sağaltma ve dengelenme etkisidir. Oluşan durumu Amerikanın keşfi sonrasında yapılan kolonizasyona benzetir. Ancak bu benzetmenin temsili bir anlamı olduğunu ve oluşan şeyin aynı olmadığı kanaatindeyiz. Zira gelenler kendilerinden önce buralarda yaşayanları katletme ve yerlerine konma gibi bir eyleyişten çok zihinsel anlamda dönüştürücü bir etki ortaya koymuşlardır. Bazı yerleşimcilerin “kafirin kovub gelüb” oralara yerleşmesi konusu açıkçası kendi adımıza hala izaha muhtaç bir durum olarak göze çarpmaktadır. Birilerinin, katleden, muzaffer ve dönüştüren olmasının, oluşan şeyin ruhuna uygun gelmemektedir.
İlk dönemde öncülük eden dervişler/kolonizatörler ile ilgili bazı örnekler aktaran Barkan devamında bu dervişlerin kurdukları tekkelerin ve zaviyelerin imparatorluk döneminde tufeyliliğin yaygınlaştığı ve miskinliği sıradanlaştıran mecralara dönüştüğünü söyler. İlk dönemlerde devletin işleyişi ve toplumsal dengenin sağlanması noktasında yaptıkları katkılar nedeniyle elde ettikleri imtiyazlar nedeniyle dinamik karakterden kopulduğunu vurgular. Bu noktada Osmanlının son dönemlerinin eleştirisini yaparak yeni cumhuriyete konuyu bağlamaya çalışır. “Tekke ve zaviyeler madem bu denli yararlı kurumlardı neden kapatıldılar?” sorusunun cevabını da alt metinde vermiş olur. Bu noktada Barkan’ın devletçi bir pencereden bakarak konuyu ele aldığını düşünmekteyiz. İmparatorluğa evrilme nedeniyle içe dönük baskılamaya ve kontrol etmeyi gerektiren politikalar nedeniyle bu yapıların tahrifata maruz kaldığını düşünmekteyiz. Makale ile bazı sorulara cevap veren Barkan zorunlu iskan politikalarının sonucu olarak ortaya çıkan Celali İsyanlarını gözden kaçırır. Devlet otoritesini yıpratacak yerel temerküzlerin önüne geçmek için Anadolu’nun halklarını zorunlu olarak göçe zorlayan yönetim anlayışının Anadolu’yu İslamlaştıran yayılmayı ve dinamizmi kestiğini düşünmekteyiz.
Makalede seçilen örnek olaylar için yazıldığı dönemin siyasi atmosferine uygun izahatları Molla Mehmed Kurdî’ adlı dervişin durumunu anlatmaya çalışırken de görmekteyiz. Müellif “Kürdi” olmanın Kürtlükten kaynaklanmadığını açıklamak için gayret sarf etmiştir. Makalenin aktardıklarının kıymeti yanında reel politik dilin yarattığı atmosfer ile alakalı olduğunu düşünmekteyiz.
Son olarak Barkan’ın şu tespitlerine değinmek gerekiyor: “Hıristiyan memleketlerinde çalışan Türk misyoner dervişlerinin bu neviden faaliyetleri, hristiyan iken sonradan müslüman olmuş dervişlerin bazı tarikat/erin âyin ve erkânı üzerinde yapacakları tesirler de ayraca tetkik edilecek mevzulardır. Aynı şekilde, bu, tarikatlerin içtimaî hayat idealleri ve muhtelif içtimaî meseleleri telâkki tarzları da ayrıca tetkike değerse de, bu hususlar maalesef bizim için malûm değildir. Yalnız, birçok dervişlerin komünist bir hayat yaşamak için bir araya toplandıkları ve beraber çalışıp beraber yemenin ve böyle müşterek bir hayat sürmenin zevklerini tercih ettiklerini kabul edebiliriz. Bundan başka, son zamanlarda Rumelinde bazı dervişlerin beraber çalışıb elde ettikleri mahsullerini iki gözlü anbarlarma taksim ederek bir gözün muhtevasını kendilerine ve diğer gözdeki mahsullerini yolcuların fukaralarına tahsis etmek üzere kullandıkları nakledilmektedir.”
Müellif bu makalesinde kültürel geçişkenliğin ve dönüşümün izlerini tam olarak süremediğini ve hala incelemeye açık bir alan olduğu durumunu tespit ederek zaruretine değinir. Hristiyanlar ile yeni gelen Müslümanlar nasıl bir iletişim ve etkileşim içindeydiler ve aralarında nasıl bir hukuk tesis etmişlerdi. Toplumsal uzlaşının ve misyonerliğin(öğretinin yayılmasının) eş zamanlı işlemesi için inceleme ve çalışmaların derinleştirilmesi ciddi önem arz etmektedir.
Dervişlerin hayat anlayışları ve şekilleriyle ilgili olarak “komünist bir hayat” ifadelerini kullanan müellif kelime anlamı olarak komünisti kullanmaktadır. Paylaşımcı kültüre vurgu yapan bir hayatın baskın olduğunun tespit olarak kayda geçmesi bize bir çok şeyi anlatmaktadır. Toplumsal uzlaşının ekonomik bölüşüm temelli olup ahlaki ve dini öğretilerin bağdaşarak harç olması yaşananları açıklamak için yeterli olmasa da oldukça önemli bir tespit olarak durmaktadır.
Sonuç olarak kolonizatör dervişlerin sadece ceng eden ya da zorunlu olarak buralara göç etmek zorunda kalan kişiler olmadıkları, ailecek buralara geldikleri, kurak ve çorak toprakları şenlendirdikleri, sahip olduklarını paylaştıkları, tufeylilik yapmadıkları, devletlerin zayıf olduğu bir dönemde toplumsal barışın tesisi için aktif görev aldıkları, savaşmaktan kaçınmadıkları, ilmi anlamda donanımlı oldukları makaleye göre rahatlıkla söylenebilir. Müellifin dönemin politik atmosferi nedeniyle bazı noktalarda temkinli davrandığı metinde hissedilmektedir. Ayrıca devletin güçlendirilmesi perspektifinde kalarak yani devleti asıl kabul ederek bir okuma içine girdiği rahatlıkla söylenebilir.
Bu makaledeki verilerden yola çıkarak modern dönemlerde devletin ulaşamadığı alanlarda faaliyet gösteren cemaatlerin konumlanış şekilleri üzerine düşünmek gerekmektedir. Cumhuriyet sonrasında ortaya çıkan oluşumların devletin izin verdiği kadar kendilerine siyaset alanı bulabildiği ve bu durumun İslamlaşma sürecindeki hikaye ile tam olarak uyuşmadığını makalede değinilmeyen diğer bazı unsurlardan yola çıkarak söyleyebiliriz.
Makalenin tamamı içim: http://www.recepsen.com/Kolonizator_Turk_Dervisleri.pdf