Nerede Bu Kentler ve Kentliler?
Geçtiğimiz günlerde Gazeteduvar’da, Ankara Hukuk Fakültesi’nde profesör unvanıyla görev yapmakta olan Ali Dursun Ulusoy’un “Kasabalı” Anadolu Çocuklarının İntikamı başlıklı yazısına yer verildi. Ulusoy yazıda öne sürdüğü iddialara dönük olarak sözlerini “nereden biliyorsun diye sormak isteyen var mı?!” cümlesi ile tamamlıyordu. Osman Özarslan da bu davetkar soruya Kasabalılığı Nereden Biliyorsun? başlıklı yazısı ile cevap verdi.
Ulusoy yazısında kasabalılığı varoluşu itibariyle şeytani özellikler taşıyan bir ideal tip olarak kurgulamış. Kendi çıkarları için “babasını bile satan”, “kentliye karşı doğurduğu kompleks” dolayısıyla “eziklik, hınç, kıskançlık ve intikam” duygularıyla hareket eden “tedavi edilmesi gereken” bir tip. Yazarın tedavi için sunduğu reçete ise “kentlileşmek”. Bu noktada yazar eğer kentliliği kendi kafasında idealize ettiği varlığını henüz ortaya koyamamış ütopik bir hedef olarak tanımlayıp sunmuş olsaydı bu bir arayış ve değişim çabası olarak görebilirdi ancak böyle yapmıyor. Kentli-kasabalı ikiliği kurarak, insanları içine doğdukları sınıfsal ve mekansal ya da başka bir ifadeyle maddi şartlar üzerinden kasabalı olarak işaretliyor, doğal olarak bu çerçevenin dışında kalanlar da kentli oluyor. Kasabalılar kim peki? Çocukluğu ve gençliğini büyük şehir merkezleri dışında kalan bölgelerde geçirmiş ve orta sınıf altı ailelerden gelmiş kişiler. Bu kişiler başlangıçta “saf ve masum” görünmekle birlikte özellikle yukarılara tırmanma fırsatı bulabilecek “hırs ve zekaya” sahip olanları kurt adam misali kaderlerinden kaçamayarak birer “canavara” dönüşüyorlar, çünkü “kentli” değiller.
Bu anlatıya göre kentliler ise pür-i pak insanlar, “kasabalıların” habis özelliklerini taşımıyorlar. Yani anlayacağınız ülke en az üç kuşaktır İstanbul’da yaşayan orta sınıf üstü ailelere bırakılırsa ülkeye adalet hakim olacak, memlekete huzur ve refah gelecek. Yazarın bilendiği “kasabalılar” karşısında “kentliler” çok paylaşımcı, ahlaklı, hoşgörülü insanlar ama yamyam kasabalılar gelip her şeyi “doymak bilmez açlıkları” ile talan ediyorlar.
Bu noktada Osman Özarslan önemli bir tespitte bulunuyor. Ulusoy olmayan bir “cumhuriyet asr-ı saadeti” varsayımıyla bugüne ağıt yakıyor ve sanki dönülecek bir yer varmış havası yaratıyor. Kasaba yerine üzerine çok daha ciddi tartışmalar yapılmış bir kavram olarak taşra kullanımını tercih eden Özarslan’ın belirttiği üzere Türkiye’de ana mesele taşra-kent ikilemi değildir çünkü ülke tamamıyla ve herkesi içine alacak şekilde bir taşradır zaten. Dolayısıyla kasabasından çıkıp üniversite okumaya giden zeki, masum ama bir o kadar da hırslı gençlerin vardıkları yerlerde karşılaştıkları şey de “çakma kentler” oluyor.
Ulusoy’un idealize ettiği şekilde kentler ve kentliler varsa neden bu iyilik timsali insanlar kentlerine gelen kasabalılara olumlu anlamda tesir edemiyorlar da onlarda “eziklik, hınç ve intikam” duygularını harekete geçiriyorlar. Dönüştürücü gücü olmayan, dışarıdan gelenlere olumlu anlamda tesir edemeyen, her an kırılmaya ve bozulmaya meyyal, naçiz durumdaki bir kent ve kentlilikten bahsedilebilir mi? Ya da kumdan kaleler misali ilk göçmen dalgasında hemen yerle bir olacak bir kent ve kentliliğin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi?
Burada ancak, aslında hiç olmamış bir şeyin daha varlığının sınandığı ilk seferde olmadığı fark edilince varmış gibi nostaljisini yaparak, tüm suçun günah keçilerine fatura edildiği bir rahatlama seansından bahsedilebilir. Bu el’ân pek çok Anadolu şehrinde oradaki üniversiteler sayesinde gün yüzüne çıkan yukarıdakine çok benzer bir ikiyüzlülük ve kepazelik durumudur. Bu ülkede yaşayan herkesin aşina olduğu klişe bir muhabbet vardır. Anadolu kentlerinde yaşayan insanların bir kısmı genellikle kentlerine gelen üniversite öğrencilerini hor görür, onların şehirlerinin kültürünü ve ahlakını bozduğunu söylerler, öğrenciyi zararlı bir tür olarak değerlendirirler. Ancak iş öğrencinin etinden, sütünden yararlanmaya geldiğinde öğrencinin cebindeki harçlıktan yıl boyu kazanç sağlayabilmek için şehir eşrafı yeri gelir üniversitelere yaz okulu açmaları yönünde baskı yapmaya çalışır, öğrenci başı hesaplarla fahiş kira gelirleri elde ederler. Daha dramatik olanı ise kentin kimi yerlileri kampüslere ağızlarının suyu akarak, kerhane fantazileri ile yanaşmaya çabalarlar. Peki, o zaman nerede ülkede sıkça bahsi geçen “Anadolu irfanı”? Şehrine gelen gençleri kazanamayan, onlara etki edemeyen bir “Anadolu irfanı” neye yarar? Demek ki bu irfan çevresine dalga dalga yayılan değil, cam fanusta saklanması gereken bir değer olsa gerek.
Kenti ve kentliliği var eden unsurların başında köklü kurumların geldiğini düşünürsek bu anlamda kent ve kentliliğin hal-i pürmelalini anlamak için son bir örnek de ülkemizin en köklü kurumlarından biri olan askeriyeden vermek isterim. 21 gün gittiğim zorunlu bedelli askerlik sırasında şuna bir kez de yakinen gözledim. “Peygamber Ocağı”, “Mehmetçik yuvası” denilen askeriye, kendisine muhalif, “devlet düşmanı” olarak kışlalara gelen insanların neredeyse hiç birini dönüştürme, “kazanma” kabiliyetine, kapasitesine sahip değil. Sadece askeriyeye antipatiyle bakanlar değil gitmeden sempati besleyenler de dahil olmak üzere askerden dönenlerin çoğu o günleri hayatının kayıp zamanları olarak anlatır. Ülkenin her köşesinden gelerek altı ay boyunca tüm zamanı ve bedeniyle devlete teslim olmuş “yanlış” yoldaki kişileri kazanamıyorsa, onlara etki edemiyorsa bir “ocak”tan bahsedebilir miyiz? Öte yandan Özarslan’ın yazısında ortaya koyduğu üzere, Ulusoy’un bahsini ettiği masum ve zeki çocuklardan canavarlar yaratan karanlık kasabalılıktan değil çoğu zaman hepimizin tornasından geçmek durumunda kaldığı medeniyetin ve dolayısıyla kentliliğin vazgeçilmez sacayaklarından olan eğitim kurumlarımızda hayat buluyor.
Hâsılı kasabalı bahsine geçmeden önce şunu sormak isterim; nerede bu kentler ve kentliler?
* Öne çıkan görselin kaynağı: https://www.utata.org/sundaysalon/alexey-titarenko/