Neoliberalizm ve Türkiye’de Dönüşüm
Giriş
Son yüzyıllık dünya tarihi bize göstermiştir ki tarih artık ekonomi tarihidir. Dünya genelinde neredeyse her politikayı şekillendiren, insanların yaşamlarına yön veren bir olguya dönüşmüştür ekonomi. Kapitalist doktrinin çeşitli varyantlarıyla dünya üzerinde çeşitli uygulama alanları bulmasıyla neredeyse kapitalist olmayan bir ekonomi ya da devlet-insan tipi kalmamıştır diyebiliriz. Özellikle Sovyet Bloğunun dağılmasıyla kapitalizm dünya genelinde kesin bir zafer kazanmış gibi görünmektedir. Alternatifinin olmadığı, ona meydan okuyan sistemlerin de başarısızlığa uğraması sistemin kendi içerisinde sorgulanmasını imkânsız kılarak, genel bir eğilim halinde akın akın devletlerin kapitalist sisteme eklemlenmesini getirmiştir. Fukuyama 1989’da yazdığı “Tarihin Sonu” teziyle de aslında batının temsil ettiği ve bayraktarlığını yaptığı kapitalist sistem ve onun uzantıları olan siyasi doktrinlerin mutlak, tartışılamaz zaferini ilan ediyordu sanki.
Ancak yakın zamanda da tecrübe edildiği üzere hiçbir şey mutlak, yanlışsız/hatasız değildir. Buna kapitalizm de dâhildir tabi ki. Geçtiğimiz yıllarda Amerika’da patlak veren ve dünya genelinde bazı bölgelerde hala etkileri hissedilen ‘1929 Büyük Buhran’dan sonraki en büyük kriz göstermiştir ki tarihin sonu o kadar da yakın değildir. Daha söylenecek çok şey vardır. Daha da vahimi ve acısı pek çok ülkede ekonominin sağlıklı işleyebilmesinin reçetesi olarak sunulan önerilerin, sürecin krizle noktalanmasına katkı sağladığı da teori-pratik arasındaki uyuşmazlığı göstermesi açısından ibretliktir. Neoliberalizmin krize girmesi ve kapitalizmin en güçlü olduğu Amerika’da bile tartışılmaya açılması aslında yeni bir dönemin de başlangıcı sayılabileceği gibi sorun bundan daha karmaşıktır.
Sorunun kaynağını bugünde arayanlar kanımca olayın pek çok tarafını görmezlikten geliyorlar. Ekonomik olayların alabildiğine karmaşıklaştığı bir zamanda ve ekonomistlerin bile pek çok durumda işin içinden çıkamamaları, gelmekte olan tehlikeleri görememeleri daha farklı yaklaşımların geliştirilmesini gerekli kılıyor. Ekonomi sadece ekonomik bir olay iktisatçıların anladığı bir şey, onların hobileri olmaktan çıkartılarak daha derinlikli, bütünlüklü bir düşünüş tarzı ve sisteminin inşa edilmesi gerekiyor. Çağımızın önemli iktisatçılarından biri olan Karl Polanyi’nin 1944’te yazdığı meşhur eseri “Büyük Dönüşüm” kitabının giriş cümlesi şöyle başlar; “19. Yüzyıl uygarlığı çöktü. Bu kitap, bu olayın siyasal ve ekonomik kaynaklarıyla, aynı zamanda da onun yol açtığı büyük dönüşümle ilgili.” Tabi biz bu kadar kapsamlı bir araştırmanın içine girmeyeceğiz ama en azından buradan şunu ilan edebiliriz; 20. Yüzyıl uygarlığı çöktü. Bu yazı, bu olayın siyasal ve ekonomik kökenleriyle aynı zamanda onun Türkiye’de yol açtığı büyük dönüşümle ilgili.
Küreselleşme ve Neoliberalizm
Öncelikle küreselleşme kavramından başlayalım. Daha çok teknik bir çağrışıma sahip gibi görünen; “Küreselleşmenin yeterli bir kavramsal olgunluğa ulaştığı ve üzerinde fikir birliği oluşan bir tanımı olduğu söylenemez. Bununla birlikte, küreselleşmenin en yaygın kullanımda mal ve hizmetlerin, üretim faktörlerinin, teknolojik birikimin ve finansal kaynakların ülkeler arasında serbestçe dolaşabildiği ve faktör, mal, hizmet ve finans piyasalarının giderek bütünleştiği bir süreç anlamı taşıdığı söylenebilir. (Şenses, 2004). Özellikle 20. Yüzyılın son çeyrek diliminde gündeme gelen küreselleşme denen olgu daha çok iletişim ve ulaşım alanlarındaki büyük teknolojik atılımlar ve geliştirmelerin bir sonucu gibi durmakta ve öyle anlaşılmaktadır. “Son çeyrek yüzyılda hızlanan ve küreselleşme olarak nitelenen sürecin ortaya çıkmasında bilişim ve iletişim teknolojilerindeki hızlı değişim, taşıma/ulaştırma maliyetlerindeki azalma ve bunların üretim teknikleri ve piyasaların bütünleşmesi üzerinde yarattığı köklü değişiklikler kuşkusuz önemli ölçüde etkili olmuştur.” (Şenses, 2004)
Günümüzde neredeyse her alan ve teori için kullanılır duruma gelen küreselleşme en çok da neoliberalizmle kol kola gidiyor gibi gözükmekte. Erinç Yeldan (2011) ise bu konuyu biraz daha genişleterek içinde bulunduğumuz bu dönemin dünya kapitalizminin ikinci küreselleşme evresi olduğunu söylüyor. Ona göre; “Dünya kapitalizminin son iki yüzyıllık tarihi, iki ayrı uzun salınım altında, iki adet küreselleşme evresinin gerçekleşmiş olduğunu göstermektedir. Bu evrelerden birincisinin 18.yüzyıl sanayi devriminin teknolojik gelişmelerini takiben, kabaca 1870-1914 arasında dünya mal ve finans piyasalarında hükmünü sürdürdüğünü görmekteyiz. Söz konusu yıllara damgasını vuran bu ilk küreselleşme dalgasının temel özelliği, para piyasalarında ve ticaret ilişkilerinde altın standardının norm kabul edilmiş olmasıdır.” (2011, 14) Bu ilk dalga küreselleşme evresi neoklasik iktisadi düşüncenin hâkim olduğu bir zaman dilimidir.
1940’lardan itibaren ise ulus-devlet anlayışı içerisinde şekillenen bir sosyal-devlet modeli uygulanmaktaydı. Sistemin tekrar krize girdiği ve meşruiyetinin tartışılmaya açıldığı 1970’lerde ise sorunların kaynağı devletin piyasaya aşırı müdahaleleri olarak görülmüştür. 1970’lerle başlayan ve hali hazırda devam etmekte olan ikinci küreselleşme dalgası ve neoliberal politikaların uygulanması da bu tartışmalar ve sorgulamalar sonucu ortaya çıkmıştır. Bu politikaların temelinde de tekrardan uygulanmak istenen piyasa serbestisi yer almaktadır.
ABD’nin ve onun önderliğini yaptığı Batı Blok’unun hâkimiyetindeki dünya ekonomisi bu dönemden itibaren yeni bir dönüşüm ve bunun getirdiği bir yapılanma süreci içerisine girdi. Sosyal devlet anlayışı altında emeğe pek çok kazanım sağlayan bu süreç bir yandan da sermayenin kârlılık oranlarını düşürmüş bu yüzden de üretim ve yatırım kapasitesinin düşmesini beraberinde getirmiştir. Ayrıca ulus-devletlerin ve ulusal sınırların varlığı ve her ulusun kendi içinde farklı bir yapılanmaya sahip olması dış ticarette de ortak bir aklın ülkeler tarafından benimsenmemesi sermayenin gelişimi ve yayılımı için önemli bir engel teşkil ediyordu. Sermaye kendisine yeni ve daha kârlı alanlar bulmakta zorlanıyor ve pek çok engelle karşılaşıyordu.
O güne kadar yapılan ve uygulanan politikaların neredeyse tam tersi bir sürecin başlamasını temsil eden bu deregülasyon süreciyle, daha önce düzenlenen her şey yeniden tanımlanmak istenmiştir. Devletin ekonomideki ağırlığının azaltılarak, ekonomiye müdahale araçlarının elinden alınmasıyla ekonomi sermayenin ve piyasanın güdümüne sokulmak istenmiştir.
Bizim yaşadığımız işte ikinci bir küreselleşme evresidir. Daha açık olmak gerekirse; “Tarihsel kapitalizmin beş yüzyıllık varlığı boyunca iki uzun dönemde iktisat, hegemonya siyasetinin dilini oluşturmuştur. Bu iki dönemden birincisi klasik liberalizm, ikincisi de neoliberalizm olarak anılmaktadır. Klasik liberalizm İngiltere’nin hegemonya dönemine, Neoliberalizm ise 20.yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan ve “küreselleşme” olarak da adlandırılan ABD’nin tehdit altında süregelen hegemonya dönemine tekabül eder.” (Köse, Şenses, Yeldan, 2011, 116)
Neoliberalizm, Türkiye ve Dönüşüm
Küreselleşmenin genel bir tanımını verdikten ve neoliberalizmle ilişkisini bir nebze olsun gösterdikten sonra asıl bizi ilgilendiren inceleme alanımıza gelebiliriz artık. Dünya genelinde neoliberal küreselleşme rüzgârının çok güçlü estiği dönemde bu esintiden Türkiye’de fazlasıyla nasibini almış durumda. Yukarda da belirttiğimiz gibi kendisine yeni ve karlı alanlar arayan sermaye istediği yere rahatça girebilmek için arkasına uluslararası kuruluşların desteğini de alarak bütün dünya üzerinde bir politikanın yürütücüsü konuma getirildi. Artık dünya üzerinde küreselleşme söylemiyle birlikte ulus-devlet sınırlarının anlamını yitirdiği artık yeni bir düzenin gerekliliği sıkça vurgulanan bir noktaydı. İsterseniz model ülke olarak tanımlayın isterseniz pilot ülke sonuç olarak Türkiye dünya genelinde yaşanan neoliberal dönüşümün merkezinde sorunların tam göbeğindedir. Dünya ile eş zamanlı olarak yürütülen neoliberal dönüşüm Türkiye’de bir politika olarak 1980 askeri darbesiyle uygulanma imkânı bulmuştur. Siyasi ve ekonomik yapının değişmesiyle toplumsal yapıda da köklü değişimler, dönüşümler yaşanmıştır. Şimdi biraz bunlara değinelim.
“Bilindiği gibi Türkiye’de burjuvazi varlığı büyük ölçüde devlete borçludur. İttihat ve Terakki Partisi tarafından nüveleri atılan ve Cumhuriyet yönetimince de büyük ölçüde tevarüs edilen “millî ekonomi” politikaları siyasal rejimin kontrolünde olacak bir “millî burjuvazi”nin varlığını da beraberinde getirmiştir. Millî burjuvazi, faaliyetlerini büyük ölçüde devletle kurduğu ilişkiler aracılığıyla yürüten, teşvik, kredi ve destek gibi kamu kaynaklarından yararlanan bir görünüm çizer” (Beriş, 2008). Yani Türkiye’de burjuva sınıfı, devlet eliyle oluşturulan ve bir anlamda devlete bağımlı kılınan bir zümredir. Tarihteki genel eğilimden farklı olarak burjuvanın varlığı devletin varlığına dayanmaktadır.
Devletin ekonomide başat rol üstlendiği, kalkınmanın devlet eliyle yürütüldüğü ve güçlü bir ekonomik sınıfın olmadığı; tüm kaynakların devletin güdümünde olduğu, iktisadî ve ticarî kuralların devlet tarafından belirlendiği ve devletin sürece sık sık müdahale ettiği bir ekonomi anlayışında işadamları kaçınılmaz olarak devletle iyi ilişkiler kurmak zorundadırlar (Beriş, 2008).
Devlet eliyle oluşturulan ve güçlenen burjuva sınıfı zaman geçtikçe artık devletten bağımsız hareket edebilecek bir güce ve imkâna erişmiştir. Zaten 1971 yılında kurulan Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) de böyle bir ihtiyaca binaen kurulmuş bir yapıdır. Kuruluş amacı ve mantığı da zaten tamamen bağımsız hareket etmek ve devlete karşı etkili bir güç olmak gerekçesidir. Demek ki ilk etapta siyaset ve ekonomi birlikte hareket ederken artık sermaye de başlı başına bir aktör olarak dikkat edilmesi ve ele alınması gereken bir konuma gelmiştir.
Sermaye kârlılığının önündeki ilk engel olan devletle hesaplaştıktan ve onu saf dışı bıraktıktan sonra şimdi sıra emekle arasındaki hesaplaşmanın çözülmesi kalıyordu. Bir anlamda siyaseti de kendisine tabi kılan sermaye hızlı bir şekilde emek aleyhtarı bir sürece önderlik etti.
“Para ya liberalizmde olduğu gibi sermayenin ve ekonominin denetimindeydi ya da Keynesyenizmde olduğu gibi devletin ve siyasetin. İlkinde devletin sınıf devleti özelliği, ikincisinde ise ulus devlet özelliği ön plandaydı” (Köse, Şenses, Yeldan, 2011, 138). Görüldüğü gibi siyaseti ya da ekonomiyi belirleyen şeyler bunların birbirleri karşısındaki durumu, konumu ve gücüdür. Bazen siyaset ekonomiyi şekillendirir bazen de ekonomi siyaseti. Bu, biraz güncel düşünürsek genel dünya konjonktürü ve eğilimi tarafından belirlenen bir durumdur. Bu noktada paranın, sermayenin ve ekonominin denetiminde olduğu bir durumu yaşıyoruz. Yani ulus-devlet modelinin ve siyasetin belirleyici gücü yerine sınıflı devlet yapısının ve ekonominin belirleyici olduğu bir dönem. Sınıflı devlet yapısı ulus-devlet mantığındaki gibi devletin sosyal bir şekilde konumlandığı ve her kesime eşit mesafede olduğu bir yapı yerine belli bir sınıfın çıkarlarının (ki bu sınıf burada sermayeye sahip burjuva sınıfı oluyor) hâkim olduğu bir düzeni temsil ediyor.
Yeni ekonomik düzenin derinleştirdiği bu sınıflı toplum yapısı emek-sermaye arasındaki ilişkiyi de daha da derinleştirmekte ve emeğin zaten sermaye karşısında zayıf olan konumunu daha da güçsüzleştirmektedir.
Sermayenin karlılığı önünde en büyük engel olarak görülen ulus-devlet ve sosyal devlet anlayışı yenidünya düzeni içinde yeniden düzenlenerek sermayenin karlılığı önündeki engeller birer birer kaldırılıyor. Türkiye’de 24 Ocak Kararları diye anılan bir dizi politikanın 12 Eylül askeri darbesiyle uygulanmaya başlanmasıyla ekonomide köklü değişiklikler yapılmıştır. Emeğin kazanımlarının birer birer elinden alındığı “bu koşullarda sanayi burjuvazisi için artı-değer oranının yükseltilmesi ön plana geçiyordu ve bunun için de sermaye-işgücü çelişkisini lehine çevirmekten başka çıkar yol da yoktu” (Boratav, 2008, 146). Yapılan araştırmalarda grevler yüzünden yitirilen işgünlerinin göreli ağırlığı 1977-80 yıllarında, 1973-76 yıllarıyla karşılaştırılırsa iki buçuk misli artmıştı. Dolayısıyla büyük sermaye çevreleri ‘bu başıboş gidişe dur denilmesi’nin, sendikaların disiplin altına alınmasının, sermaye için gerekli güven ortamının yeniden yaratılmasının çağrılarını 1979 yılından itibaren açıkça yapmaya başlamışlardı. (Boratav, 2008, 146)
Arkasına askeri darbenin gücünü alan sermaye her yerde sivil toplumun susturulması, depolitize edilmesi, örgütlü her hareketin ve girişimin dağıtılması yoluyla halk kesiminin ve demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarını insanların elinden birer birer alarak yığınları ‘bireysel’ bir yalnızlığın girdabına itmişlerdir. “Depolitizasyon süreci birçok ülkenin deneyimlerinden de açıkça izlenebilmektedir. Bazen baskıcı ve otoriter rejimler, bazen de ekonomik krizler sendikaların ve neoliberal politikaları siyasal platformda da etkili bir biçimde sorgulayan sivil toplum örgütlerinin gücünün kırılmasında ve toplumsal etkilerinin erozyona uğramasında önemli bir rol oynamıştır.” (Şenses,2004)
Yüksek ücretlerin ihracat önünde engel olarak görüldüğü, eğer dışa açılma gerçekleştirilecekse, ücretlerin sıkı bir şekilde mali disiplin altına alınması gerekiyordu (Boratav, 2008, 147). Bu anlamda ‘24 Ocak Kararları’ diye anılan bir dizi düzenleme ve ekonomik politikanın tam da bu işlevi görmesi şaşırtıcı olmasa gerektir. Darbe hükümeti eliyle uygulama imkanı bulan bu kararlar ekonominin uluslararası piyasalara, dış dünyaya açılmasının ilk ayağını temsil eden entegrasyon sürecinin başlangıcı sayılabilirler. 82 askeri darbe anayasası eliyle de bizatihi anayasal düzenlemelerle emek-sermaye ve piyasa ilişkileri yeniden tanımlanmış ve düzenlenmiştir.
Kısacası sermaye devletle girdiği mücadeleden sonra emekle girdiği mücadeleyi kazanmış, emeğin sosyal devlet anlayışı altında elde ettiği kazanımları birer birer elinden almakla kalmayarak onun her türlü hakkını savunabileceği yolları da kesmiştir.
Siyasal ve ekonomik yapının köklü değişimler geçirdiği bir zamanda sosyal yapının bundan etkilenmemesi düşünülemez. Devletin yeniden tanımlandığı ve konumlandırıldığı, bunun yanında emek-piyasa-sermaye ilişkilerinin şekil değiştirdiği bir ortamda sosyal yapı ve toplumsal yaşamda da büyük dönüşümler yaşanacaktır. Sadece başlı başına küreselleşme olgusu ve onun getirdiği değişimler bile çok büyükken, neoliberal küreselleşme sürecinin eskiden mutlak anlamda bir kopuşu simgelemesi kaçınılmazdır. Devletin artık ekonomide etkinliğinin azaldığı buna paralel özel sektörün ağırlığının artması, devlet eliyle yapılması gereken altyapı yatırımlarının, eğitim-sağlık gibi kalem harcamalarının azalması, gelir dağılımındaki dengenin bozulması gibi etkenlerin sonucu olarak geniş halk kitleleri sermayenin insafına terk edilmiştir. Bu da sermayenin ucuz iş gücü sağlamak için iş gücü piyasasında dezenformasyona giderek toplum nezdinde enformel çalışmanın ağırlık kazanmasına neden olmuştur. Denetimsiz ve kontrolsüzlüğün verdiği güçle güvencesiz, sigortasız ucuz iş gücü sağlayan sermaye kesimi bu dönemde karlılığını artırmıştır. Ancak toplumsal olarak daha fazla çalışarak daha az gelir elde eden ve emek gücü sömürülen kesimlerin sendikal haklarını savunabilecekleri ve örgütlenebilecekleri yapılar ve imkânlar da ortadan kalktığı için halk kitleleri tepkisizliğin, çaresizliğin, karamsarlığın içine sürüklenmişlerdir. Toplum yapısında bu anlamda derin alt-üst oluşlara neden olan bu durum insanların psikolojilerinde de ciddi sorunlara yol açan sosyolojik olarak incelenmesi gereken bir vakadır.
Türkiye’de değişim her zaman tepeden olmuştur. Değişim hiçbir zaman tam anlamıyla güçlü bir halk desteği sonucu olmamış buna olan taleplerde hep sınırlı kalmıştır. Siyasetteki değişimler sonucu toplum yapısı buna uyarlanmaya çalışılmıştır her zaman.
Zaten örgütlü, organize ve güçlü bir halk kitlesi yapısından yoksun olan yapı, buna ilaveten 12 Eylül Askeri Darbesinin her türlü muhalif hareketin üzerinden silindir gibi geçmesiyle hepten bireyselliğin girdabına itilmiştir. Artık tamamen bireysel, kendi çıkarını düşünen, depolitize olmuş halk yığınları kendisine dayatılan politikalara sesini ancak seçimden seçime gösterebilmiştir. Beğenmediği partiyi bir daha seçmeyen halk, farklı ideolojik yaklaşımlar içinde birbirinin aynı politikaları uygulamaktan öteye gitmeyen siyasi partiler yüzünden alternatifsizliğin de kurbanı olmuştur.
İslami hareketlerin güçlenmeleri ve yayılmaları döneminin tam da bu zamanlara denk düşmesini belki bu noktadan irdelemeliyiz. Bütün muhalif yolları kapatılan ve bireyselleştirilen kitleler kendilerine çıkış yolu olarak cemaatlerin sağladığı birlik ve kardeşlik gibi söylemleri görmüş olmaları tabi görünmekte. Ayrıca İslami hareketlerin ‘adil düzen’, ‘refah’, ‘reel ekonomi’, ‘kendi kendine yeten bir ülke’ gibi söylemleri popülist söylemler gibi görünmekle birlikte halk için son umut kapısı olarak görüldükleri de olası bir durumdur. Kendisine dayatılan politikalardan ve biçilen rollerden bunalan halkın sistemin düşman gördüğü bir yöne kayması bence bir sessiz tepki olarak görülmeli. Yani siyasetin tepeden inme şekillendirmesinden ziyade biraz konjonktürün ve sistemin insanlara hareket alanı bırakmaması sonucu o tarafa doğru yönelmek durumunda kaldıklarını düşünüyorum.
Sonuç olarak 1980’den sonra yaşananlar da bir anlamda bir “tepeden inme ideoloji” değişimidir. Çalışma şeklinden, ekonomik ilişkilere, tüketim alışkanlıklarından, dinsel ve ideolojik tercihlere kadar bir dizi parametre köklü değişikliklere uğramıştır. Artık üst yapının zorla şekillendirdiği ve değiştirdiği yepyeni bir altyapı söz konusudur. Son olarak da neoliberalizme karşı olmanın neredeyse çağdışı kabul edildiği, aksini savunanların özgürlük düşmanı olarak yaftalandığı bir dönemde yaşıyoruz. Neoliberalizm ne demokrasi ve özgürlükler için tek yoldur ne de alternatifsiz sorgulanamaz mutlak bir hakikattir. “Kemalizm’i ‘jakoben’ diye eleştiren kesim ise ‘jakoben’ liberalizmi ve yarattığı sonuçları hiç göremiyordu”
(Kazgan, 2006,125).
Referanslar
Beriş, H.E. (2008), “Türkiye’de 1980 Sonrası Devlet Sermaye İlişkileri ve Parçalı Burjuvazinin Oluşumu”, Ekonomik Yaklaşım, Cilt: 19, Sayı:69, s. 33-45.
Boratav, K. (2008), Türkiye İktisat Tarihi, Ankara: İmge Kitabevi.
Kazgan, G. (2006), Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Köse, Şenses, Yeldan (der.) (2011), İktisat Üzerine Yazılar I – Küresel Düzen: Birikim, Devlet ve Sınıflar, İstanbul: İletişim Yayınları.
Şenses, F.(2004), “Neoliberal Küreselleşme Kalkınma için Bir Fırsat mı, Engel mi?”, Economic Research Center Working Paper in Economic 04/09.
Yeldan, E. (2011), Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, İstanbul: İletişim Yayınları.
Görselin Kaynağı: Burak Arıkan, “İstanbul – Alışveriş Merkezleri Ağı”, İslam Cumhuriyet Neoliberalizm içinde, 2012 Bienali
eline sağlık sercan, açık ve net bir giriş metni olmuş. genel hatlarını tasvir ettiğin bu sürecin somut, gündelik düzeyde insan hayatlarına nasıl nüfuz ettiğini de ifşa etmek gerekiyor belki. özellikle bugün memlekette, mevcut hükümet kararlarından yabancı sermaye yatırımlarına banka-medya ilişkilerinden belediye taşeronluğuna bir çok fenomen üzerinden neoliberal kurulumun bütünlüklü bir dökümüne ihtiyaç var. bekliyoruz.
Eyvallah Elyesa kardeşim. Kesinlikle sana katılıyorum bu metin zaten çok şey söylemeye çalışan ama bunu kısıtlı bir alan içinde yapan ama gösterdiğin noktaya dair de meselenin irdelenmesini arzulayan bir metin. Söylediğin bütün başlıklar bir kere tek tek ele alınmayı hak eden konular. Bunların sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için de doğru bir tarihi süreç bilgisiyle sistemin iyi tanınması ve doğru araçlarla meselenin analizinin yapılması gerekiyor. Durup bu noktada Müslümanların bu meseleyi nasıl ve niçin ele almaları gerektiğini de iyi tanımlamalıyız. Bu noktada da sıkıntı sanki bu tarih, sistem ve araç bilgisini bir araya getirmekte yaşanıyor. Bu yüzden de biz yani Müslüman hassasiyetiyle konuya yaklaşmak isteyenler, bu meseleleri irdelemek istediğimizde zorunlu olarak Marksist gelenekten gelen düşünürlerden yararlanıyoruz. Bu noktada tek gayemiz de asıl gayemize ulaşma yolunda bu düşünürlerin fikirlerini bize araçsal olarak destek sağlasınlar diye kullanıyoruz. Sonuçta üretilen, ortaya koyan düşünce de bu girdiden farklı olduğu sürece, bence ciddi bir sıkıntı ortada yok. Ama tabi bu her zaman mümkün olmuyor. Çünkü bu noktada hem bu bilime(Marksist düşünüşü kastediyorum) karşı bir güvenilmezlik söz konusu, hem de bilimsel olanı bilimden ayırt edebilecek bir donanımdan uzağız. Söylediklerimi de desteklemesi açısından bir kaç alıntı yaparak bitirmek istiyorum.
Tam bu noktada Cevdet Said’in “bireysel ve toplumsal değişimin yasaları” kitabında buna benzer bir dertten yakınıyor Said. Allah Resûlü’nün(sav.) gemi ve toplum alegorisini herkes bilir. İşte hepimiz toplum olarak gemideyizdir, eğer alt kattakilerin gemiyi delmelerine izin verirsek toplum olarak hepimiz batarız. Allah Resûlü’nün(sav.) zikrettiği bu örnek der Said, toplumun sulara gömülüp batmaması için bağlanmak zorunda olduğu yasayı dile getirmektedir. Gemi için söz edilen batışın sonuçlarını kavramak kolay da, toplum için nasıl bir batışın söz konusu edildiğini kavramak oldukça zor. Şüphesiz bu ilimdir. Ama hangi ilim ve ne kadarıyla ilim? eğer biz Müslümanlar imana hizmet için bilimden nasıl yararlanacağımızı bilebilseydik, bundan sağlayacağımız yararların, tutup “İslam ilim dinidir” gibi oyalayıcı sloganlarla yetinmekten çok daha fazla olduğunu anlardık. Fakat biz hala bilime güvenmiyoruz, hatta itham ediyoruz onu. Bilimle uğraşmayı becerebilseydik görürdük ki bilim daha yetkin bir yöntemle hedefe varmamızı sağlamakta ve varılan sonuçlar İslam’ın bayrağını yükseltmek için çocukça çırpınmalardan daha çok yarar sağlamaktadır. Ama önce bilimin ne olduğunu öğrenmemiz gerekir. Bunu bilelim ki, tutup da “bilime güvenilmez” demek yerine bilimi bilim olmayandan ayıralım. Burada enteresan bir şekilde Said Marx’takine benzer bir önerme yapıyor. Bu da ayrıca dikkate değer diye düşünüyorum. “Fakat bilimi bilim olmayandan ayırmaya giden yol oldukça sarptır. “bilime güven olmaz” demekse oldukça kestirme bir yoldur, bizi zora koşmaz. Gelgelelim bu avantajın sonuçları çok zorludur. Zorlu sonuçlar karşısında, zor olanın sonuçları daha sağlamdır oysa.” Hatırlanacaktır ki Marx’ta Kapital’in önsözüne buna benzer bir not düşüyor; “Bilime giden düz bir yol bulunmuyor ve yalnızca onun dik patikalarını tırmanmaktan çekinmeyenler, aydınlık doruklarına ulaşma şansına sahiptir.”
Son olarak neoliberalizmle işimiz bitmedi, özellikle Müslümanlar olarak bu meseleyle tam anlamıyla yüzleşmediğimiz sürece yeni ve özgün bir fikriyat ortaya koymamız da çok mümkün görünmüyor. Bu yüzden neoliberalizm meselesine bir akılsallık, bir düşünüş olarak bakmamız gerekli. Yani önümüzde basit bir ekonomi dogması yok sadece, tam tersine hayatın her alanına nüfuz etmeye çalışan ve bizi her alanda dönüştüren bir hayat nizamı söz konusu. Olayı bu şekilde ele almadığımız ve yorumlamadığımız sürece de bir şeyler hep eksik kalacak. O yüzden ne bazılarının söylediği gibi neoliberalizm ölmüştür ne de bazılarının iddia ettiği gibi bizim özgürlüklerimizin güvencesi olan herkesin iyiliğine, hayrına hizmet eden bir yardım meleğidir. Konuyu aydınlatması açısından bir alıntıyla noktalayalım; “birçok kişi ne düşünürse düşünsün, neoliberalizm mali krizle birlikte yok olup gidecek geçici bir ideoloji olmadığı gibi; ticarete ve maliyeye başat yer veren bir iktisadi politika da değildir yalnızca. Söz konusu olan bundan daha fazla ve başka bir şeydir. yaşama, hissetme ve düşünme biçimimizdir. söz konusu olan tam da varoluşumuzun biçimidir. yani itildiğimiz davranma biçimi, başkalarıyla ve kendimizle ilişki kurma biçimimizdir.”
“neoliberalizm gerçekten de batı toplumlarındaki ve daha ötesinde “modernite” yolu üzerinde onları takip eden bütün toplumlardaki belli bir yaşam normunu tanımlar. bu norm herkese genelleşmiş bir rekabet evreninde yaşamayı buyurur, halkların birbirleriyle iktisadi mücadeleye girmesini emreder, toplumsal ilişkileri piyasa modeline göre düzenle, birey dahi her şeyi dönüştürür. birey artık kendini bir şirket olarak tahayyül etmek durumundadır.”
“dolayısıyla neoliberalizm günümüzün egemen akılsallığıdır. bu terim, burada, “kapitalizm” kelimesini telaffuz etmekten kaçınmayı sağlayan bir örtmece olarak kullanılmamıştır. neoliberalizm çağdaş kapitalizmin aklıdır, kendisini tarihsel oluşum olarak ve yaşamın genel normu olarak tamamen kabul etmiş ve arkaikleştirici referanslarından kurtulmuş bir kapitalizmin aklıdır. neoliberalizm, insanların evrensel rekabet ilkesi uyarınca yönetilmesinin yeni bir tarzını belirleyen söylemlerin, pratiklerin, düzeneklerin bütünü olarak tanımlanabilir.”