Neden Müslüman Olmak Bugün Büyük Sermayeyle, Devletle, Egemen Irkçılıkla ve Ataerkiyle Hesaplaşmayı Gerektirir?
Arkadaşımız Arif Karaçam Müslüman olmanın toplumsal gereklerini tartıştığı yazısında yeryüzünde ilahlık taslamaya elverişli olan farklı iktidar sistemlerine karşı eşitlikçi bir mücadele vermenin önemini vurguluyor. Arif’in temel toplumsal vazife olarak Müslümancılık yerine kimsenin kimseye kul edilemediği bir dünya için mücadeleyi öneren yazısını ilginize sunuyoruz.
Arif Karaçam
Bu sitede daha önce kamucu/eşitlikçi Müslümanların ne gibi bir kuramsal ödevle yükümlü olduklarını ifade etmeye çalışan[1], tevhid inancının bugünün koşullarında üretim araçlarının en önemli kısmının kamulaştırılmasına yönelmeyi gerektirdiğini tartışan[2] ve İslam’ı hangi sorunun peşine düşerek kavramaya çalışmamız gerektiğini ele alan[3] üç yazı yazmıştım.
Bu yazıda ise (daha önceki yazılarda kullandığım ifadeyle) geniş anlamda İslam’ın neden sermaye, devlet, egemen ırkçılık ve ataerkiyle hesaplaşmayı gerektirdiğini göstermeye çalışacağım. Bunu yaparak İslam’ın gereğinin yalnızca iktisadi alanda değil her alanda belli bir eşiği geçen eşitsizliklere karşı mücadele etmek olduğunu göstermek istiyorum. Öte yandan İslam’ın ana mesajının tüm ağır eşitsizliklere karşı mücadeleye ilişkin kapsamlı, derinlikli, tutarlı ve güçlü bir kuramsal gerekçe sağlamakta olduğunu ortaya koymayı arzu ediyorum.
Yazı üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde daha önceki yazılarda değindiğim İslam’ın temel mesajını biraz daha açmayı deniyorum. Tevhidin özgürlüğü, özgürlüğün ise iktidarları ortadan kaldırarak eşitleşmeyi gerektirdiğini iddia ediyorum. İkinci bölümde, çağımızda egemen olan başlıca iktidar sistemlerini ortaya koyarak bunlara karşı verilen mücadelelerin tamamının bahsettiğim temel mesaj tarafından kuşatılıp gerekçelendirildiğini iddia ediyorum. Son bölümdeyse İslam’ın gereği olan toplumsal mücadelenin, ilk başlıktaki ana temanın ikinci başlıktaki iktidar sistemlerine uygulanmasından ibaret olduğunu iddia ederek İslami mücadeleyi “Müslümancılıktan” ayırmaya çalışıyorum.
Eşitlik, İktidar, Özgürlük ve Tevhid Birbirine Nasıl Bağlıdır?
İslam’ın temel mesajının “la ilahe illallah” sözünde kendisini bulan tevhid inancı olduğu konusunda mutabakatımız olduğunu varsayarak yola başlıyorum. Bütün peygamberlerin tekrar ve tekrar hatırlatıcısı olduğu dinin özü bu mesajda yer alıyor. Herhalde bu mesajın en az iki boyutu olduğundan bahsetmek de mümkün. Bu boyutlardan ilki metafizik ile ilgili bir inancı ifade eden bireysel boyutken, ikincisi ise bu inancın gerektirdikleriyle ortaya çıkan iktisadi, siyasal ve toplumsal boyut olarak gösterilebilir.
Bu ayrımı biraz açalım. Bireysel boyut tabiriyle bir insanın bireysel olarak tevhidin gereği olan temel inançlara sahip olmasını kastediyorum. Tevhidin diğer boyutu ise bu inançların iktisadi, politik ve toplumsal açıdan ne yapmayı gerektirdiğiyle ilgili. Başka bir ifadeyle, Allah’tan başka ilahları reddetmenin gerektirdiği ahlaki eylemin (amel-i salihin) ne olduğu ve bu ilke ışığında adaletin nasıl tesis edileceğiyle alakalı. Tevhid inancının gereği olarak toplumsal hayatımızı nasıl örgütlemeliyiz? Tevhid hak, fırsat, gelir ve servetlerin nasıl dağıtılmasını gerektirir? Bireysel boyuttaki İslam inancı ne gibi toplumsal düzenlemeleri gerekli kılar? Bu soruların cevapları tevhid inancının toplumsal boyutunu ifade ediyor.
Öyleyse Allah’tan başka ilahların reddedilmesinin en az iki boyutunun olduğu ve bunların birinin toplumsal düzenlemelerle ilgili olduğu söylenebilir. Peygamberlerin ortaya koyduğu mücadele bu boyutlardan hangisiyle ilgiliydi? Tarih boyunca yeryüzünde gezen peygamberlerin mücadelelerinin yalnızca entelektüel bir tartışma üzerine olmadığına emin olabiliriz. Peygamberler, onca badireleri yalnızca daha fazla sayıda insana evrenin en mantıklı buldukları açıklamasını yaymak için atlatmadılar. Elbette her dönemdeki iktidar sahiplerinin peygamberlere karşı kapsamlı karşı koyuşlar geliştirmeleri de tek bir Tanrı’nın var olup olmadığı hakkında yürütülen felsefi bir tartışmada kendi taraflarını daha haklı bulmalarından kaynaklanmıyordu. Peygamberlerin mesajlarının özü bireysel/metafizik fakat mücadelelerinin özü politik/aksiyolojikti. Her peygamberin karşısına dikilen muktedirler tam da bu politik boyuttan dolayı bu mesaja karşı mücadele etmişlerdi.
O zaman soru, bu politik mücadelenin özünün ne olduğu sorusu haline geliyor. Bütün peygamberlerin verdiği mücadelenin ortak noktası ne olabilir? Başka bir ifadeyle, İslam inancı toplumu ne yönde dönüştürmeyi gerekli kılar? Kanaatimce bunu araştırmak için en iyi başlangıç noktası tevhidin özü mahiyetinde olan “Allah’tan başka ilahlara kul olmamak” tabiri üzerine düşünmek olacaktır.
Öncelikle şunun altını çizmeliyiz: İnsanlar kendilerine sorulduğunda yalnızca Allah’a kulluk ettiklerini söyleseler bile başka şeylere kul/köle haline gelmiş ya da getirilmiş olabilirler. Mesela başka bir insan ya da insan grubuna karşı çok büyük bir saygı, korku ve sevgiyi aynı anda beslemek bir kul haline gelindiği anlamını taşıyabilir. Gerektiğinde resti çekemeyecek koşullarda olmak kul haline getirilmiş olmanın emaresi olabilir. Başka bir insan ya da insan grubuna herhangi bir alanda aşırı bir otorite vererek ona bağlı kalmak da bu anlama gelebilir.
Görülebileceği gibi tüm bu bahsettiğim durumlar bir çeşit özgürlük sorunuyla ilgilidir. Yeryüzündeki sahte ilahlara kul/köle olmak özgür olmanın kavramsal karşıtıdır. Dolayısıyla, tevhidin ilk toplumsal gereği de insanların birbirlerinden özgür olmasıdır. Tek bir Tanrı’ya kul olarak bağlanabilmek için başka efendilerinizin olmaması gerekir. Tam da bu sebeple tarih boyunca İslam’ın hikayesi yeryüzü ilahlarını tasfiyenin hikayesidir. Fakat her tasfiyeden sonra aramızdan yeni ilahlar peydah olur. Hatta birçok kez bu yeni ilahlar eskilerini tasfiye eden ideolojilerin/dinlerin kisvesine bürünerek ortaya çıkar. Sonra onları da tasfiye etmeye çabalarız. Ali Şeriati’nin “dine karşı din” dediği öykü tam olarak böyle bir öyküydü. Tüm tarih bu kulluk ve özgürlük ikilemi çerçevesinde okunabilir. Peygamberler tarihi de kolaylıkla bu anlatının tam kalbine yerleşiverir.
Şimdi başlıkta yer alan kavramları birbirleriyle ilişkilendirerek yeniden anlamlandırabiliriz. Öyleyse, tevhidin temel toplumsal gereği insanların yeryüzü ilahlarına kul haline gelmemesidir. Herkesi birbirinden özgür kılmamız, kulun kula kulluğunu engellememiz lazım. İktidar, ilahlık taslamanın nesnel koşuludur. Birileri ancak büyük bir iktidara sahip olmaları halinde ilahlık taslayabilir ve başkalarını kullaştırabilir. Öyleyse bu özgürlük mücadelesinin odak noktası ve temel hedefi yeryüzündeki büyük iktidar sahipleridir. Dolayısıyla İslam inancının toplumsal boyutunun gereği ilahlık taslama kapasitesine sahip iktidarları alaşağı etmektir.
Tam olarak buradan da eşitlik fikrine ulaşırız. Çünkü kimsenin aramızda ilahlık taslayacak kadar güçlü olmadığı bir düzen için önce mevcut yeryüzü ilahlarını alaşağı etmek, sonra ise toplumsal, siyasal, kültürel, ideolojik ve bilgiye dayalı vs. iktidarları hep belirli bir seviyenin altında tutmak zorundayız. Özgürlüğü sağlamak için verili iktidar sistemini bozmalı ve yaklaşık eşitliği hayata geçirmeliyiz. Toplumsal sistemimizi, aramızdan kimseye bize ilahlık taslayabilecek seviyede bir iktidar vermeyecek şekilde yeniden düzenlemeliyiz.
Dolayısıyla, bana göre bu hikayenin özü, tevhidin zorunlu olarak birbiriyle bağlantılı iki kavram olan özgürlüğü ve eşitliği gerektirmesidir. Başka bir ifadeyle tevhidin toplumsal boyutu eşit ve özgür bir toplumu inşa etmeye yönelmeyi mecbur kılıyor. Tüm bu sistemin ruhunu, temel motivasyonunu, ölçüsünü ve nihai amacını veren şeyi ise kimsenin kimseye kul olmadığı bir topluma ulaşma gereği teşkil ediyor.
Farklı Eşitsizlikler Barındıran Farklı Mücadele Alanları
Peki, şimdi bu kuramsal çerçeveyi çağdaş yaşamımızın içine taşıyalım. Tevhidin bu toplumsal yönü bugün içinde bulunduğumuz koşullarda toplumsal yaşamımızı nasıl organize etmeyi gerektirir? Bunun için bugün toplumlarımızda egemen olan başlıca iktidar sistemleri hakkında bir değerlendirme yapmalıyız[4]. Burada soru şudur: Bugün en çok gücü yöneten, insanları kul/köle haline getiren, küçülten, ezikleştiren, karşısında böcekleştiren iktidar sistemleri neler? Bunlar hangileriyse, tevhidin toplumsal boyutunun başlıca gereği bunları ortadan kaldırmak ve bu alanlarda yaklaşık eşitliği hayata geçirmek olmalı.
Bu iktidar sistemlerinin küresel ölçekte en önde geleninin kapitalizm olduğunu söyleyebilirim. Kapitalizm sayesinde toplumumuzdaki en önemli mal ve hizmetlerin üretimi şu anda az sayıdaki büyük sermayedarın neredeyse mutlak kontrolü altında gerçekleştiriliyor. İnsanlardan emeklerini kiralayarak kendilerine ait kabul edilen işletmelerde üretim yaptıran burjuva sınıfı hiç çalışmak zorunda kalmadan insan soyunun ürettiği kaynakların en önemli kısmını kontrolü altında tutuyor. Bu sırada halka ise günün uyanık olunan bölümünün büyük kısmı için bedenlerinin kontrolünü bu kişilere devretmek (tahakküm), ürettiklerinden daha azının kendilerine ödenmesini kabul etmeye razı olmak (sömürü) ve çok defa ağır bir yoksulluk reva görülüyor. Birçoğumuz patronlarımız karşısında (aynen namazda kıyamda durur gibi) el pençe divan durmaya, onlara büyük bir saygı göstermeye, onlardan korkmaya ve hatta bizlere “rızık verdikleri” için onları sevmeye mecbur hissediyoruz.
Devlet için de durumun benzer olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde devlette muazzam bir güç birikmesi olduğu aşikar. Bu güç her ne kadar seçimler aracılığıyla demokratik bir çerçeveye çekilmeye çalışılsa da bunun yeterli derecede yapılamadığını söylemek kolay görünüyor. Devletin bilhassa en tepe noktalarındaki kişiler istedikleri kişinin hayatını yaşanmaz kılacak, istedikleri kişinin hayatını harika hale getirecek güçlü enstrümanlara sahipler. Bu derece bir güç birikmesi özellikle de devletin tepe noktasındaki kişilere karşı muazzam ve abartılı bir saygı, korku ve sevginin gelişmesine sebep oluyor. Devlet toplumdan ayrılarak hakikatin kaynağı ve adaletin membaı olan nihai bir otorite haline geliyor. Özellikle, gelirin, servetin, fırsatların, hakların, itibarın ve hatta hakikat anlatısının önemli ölçüde devlet tarafından üretilip dağıtıldığı bizim gibi toplumlarda devlette biriken iktidarın da başkalarını kullaştırmaya çok elverişli olduğu açık.
Egemenler tarafından sergilenen ırkçılık da ilahlık taslama – kullaşma ilişkisi yaratma kapasitesine sahip görünüyor. Burada ırkçılık kavramıyla tüm ırkçı tutumları değil, iktidar sahiplerinden zayıflara yönelmiş ırkçılığı kastediyorum. Ayrıca yalnızca etnisite temelli bir grup üsttenciliğini ifade etmiyorum. Aksine, kendini ortak köklere nispet eden toplumsal grupların diğerleri üzerinde kullandığı tüm iktidarı bu çerçeve içerisinden anlayabiliriz. Nitekim, asimilasyon, inkar, baskı ve şiddet politikaları neticesinde bir ulusa ya da kavme mensup olmanın kendisinin aşağılık bir şey haline getirilebildiğini biliyoruz. Bu tip politikalarla bir ulusun ya da kavmin izzet ve özsaygısı tarumar edilebiliyor ve koşullar oluştuğunda geniş kitlelere kendilerini değersiz, varlığından dolayı suçlu ve başkalarından radikal olarak aşağıda hissettirmek mümkün olabiliyor. Sanırım mütareke yıllarının Türkiye’sinin durumu, bugün Türkiye’deki Kürt meselesi ve güncel mülteci sorunumuz bu bağlamın içerisinde düşünülebilir. Bu kategoride kurulan egemenlik ilişkilerinin de ağırlığı, kapsamı ve etkileri sebebiyle yeri geldiğinde ilahlık taslamaya dönüştüğünü söyleyebileceğimizi düşünüyorum.
Toplumlarımızda erkeklerin özellikle kadınlar üzerinde uyguladıkları iktidar da birçok defa zımni bir tanrılık iddiasına bürünüyor. Bunun en radikal formlarında iş erkekler tarafından kadınların yüzlerini ve seslerini kamusal alanda kullanmalarının yasaklanmasına kadar götürülüyor. Hemen her formunda ise gücün çok çeşitli biçimlerinin kullanılmasıyla kadınların yaşamları, gündelik hayat pratiklerinden uzun erimli planlamalara kadar erkeklerin denetimi altında tutuluyor. Özellikle geleneğimizde kadınların erkeklerin adeta kulu/kölesi haline getirildiğini ifade etmek mümkün.
Bütün bu saydığım ve burada yer vermediğim iktidar sistemleri kronik iktidar çelişkilerinin türetildiği merkezleri temsil ediyor. Tüm bu iktidarlar hayatımızın tam ortasında yer alıyor, kendilerini kurumsallaştırarak kalıcılaştırıyor ve kendi öykülerini hakikatin kendisiymiş gibi aktarabiliyorlar. Hemen her zaman ezilen taraflar da bu iktidarlara kaba güçle değil bir çeşit rıza ve kabullenmişlikle bağlanıyorlar. Modern hayat içerisinde büyük sermayedarlar, devlet gücünü elinde bulunduranlar, egemen ulus veya kavimler ve erkekler geri kalanları olması gerekenin bu olduğuna ilişkin kapsamlı ve güçlü bir inançla kendilerine kul/köle ediyor.
Aslında modern siyaset düşüncesinde yer alan Marksizm, liberalizm, ulusal kurtuluş hareketleri bağlamındaki ulusçuluk ve feminizm akımları da yanlışıyla doğrusuyla bu iktidarlara karşı geliştirilmiş politik ideolojilere tekabül ediyor. Hepsi bu iktidarlardan biri ya da birden çoğuyla hesaplaşma temasını merkeze almakta ortaklaşıyor. Dolayısıyla özellikle tarihsel olarak bakınca hepsinde az ya da çok İslam’ın gerektirdiği ilkelerin, bugün ihtiyaç duyduğu saptamaların ve benzeri başka bileşenlerin olduğundan bahsetmek mümkün.
Bunun da gösterdiği üzere, İslam’ın temel mesajının hayattaki tüm ağır eşitsizliklere karşı mücadele etmek için çok güçlü bir dünya görüşü sağladığını söyleyebilirim. Kanaatimce hala ahlakın en güçlü ontolojik temeli teizm ve temel İslami anlatı fevkalade tutarlı bir biçimde nasıl bir özgürlük ve eşitlik için neden mücadele etmemiz gerektiğini ortaya koyma becerisine sahip. Üstelik birbirinden farklı olan mücadele alanlarını ortak bir büyük anlatı çerçevesinde bir araya getirmesiyle ayrıca dikkate şayan bir kuramsal cazibesi olduğundan da bahsedilebilir.
Bu son söylediğim şey ayrıca önem arz ediyor. Çünkü hayatın içerisinde birbiriyle kesişimler barındıran fakat yine de farklı kaynaklara, farklı niteliklere ve farklı sonuçlara sahip olan farklı iktidar sistemleri bulunuyor. Tüm bu iktidar sistemlerinin tamamını bir üst kavramla açıklayabilmek için bu karmaşayı aralarından tek bir unsuru seçip ona indirgeme eğilimi cazip görünebilir. Mesela tüm bu çelişkinin aslında üretim araçlarının özel mülkiyetine dayandığı iddiası ilk bakışta dikkat çekici gelebilir. Fakat kanaatimce böyle bir indirgemecilik her koşulda gerçekliği fazla kabalaştırarak tahrif edecektir. Öte yandan İslam, bu farklı niteliklere sahip mücadele alanlarını tek bir üst kavram çerçevesinde bir araya getirmekle kalmıyor, tüm bu farklı alanları hayatın daha büyük bir kısmını açıklama kapasitesine sahip daha temel bir anlatı çerçevesinde birbirine bağlıyor. Dolayısıyla, en azından benim gözlerimden bakıldığında, bu anlatının fevkalade güçlü, derinlikli ve ikna edici olduğunu söylemek mümkün.
İslami Mücadele Nedir ve Müslümancılığın Neresine Düşer?
Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde yeniden düşününce İslam’ı diğer politik ideolojilerin alternatifi olan bir politik ideoloji olarak anlamanın yanlış olacağı yeniden ortaya çıkıyor. Bu sitedeki ilk yazımda daha uzun şekilde tartıştığım üzere, geniş anlamda İslam politik bir ideoloji değil, bir paradigma olarak anlaşılmalı. Politik ideolojileri içine yerleştirerek kavramaya olanak tanıyan büyük, tutarlı ve fevkalade güçlü bir dünya görüşü olarak ele alınmalı. Fakat bu dünya görüşü politik anlamda tamamen renksiz, kokusuz, tarafsız ve yalnızca metafiziğe ilişkin felsefi bir pozisyondan ibaret de değil. Aksine, insanları özgürleştirmek için iktidarları ortadan kaldırarak toplumdaki eşitliği arttırmaya zorlayan bir doğaya sahip.
Tam olarak bundan dolayı, Müslüman olmak büyük sermayeyle, devletle, egemen ırkçılıkla, ataerkiyle ve diğer ilahlık taslamaya elverişli iktidar sistemleriyle hesaplaşmayı gerektiriyor. Başka bir ifadeyle, Allah’tan başkasına kul olmamak fikri kendini ve geri kalanları özgürleştirmek için insanların birbirlerine ilahlık taslayabilecekleri alanları tasfiye etmeyi icap ettiriyor. Aslında İslami mücadele dediğimiz şey tam olarak bu. Şimdiye kadar bütün peygamberlerin verdiği mücadele de bundan başka bir şey değil.
Muhammed Hamidullah’a nispet edilen cihat tanımının tüm bu anlatının kalbine yerleştiğine dikkat etmenizi rica ediyorum[5]. Hamidullah’a nispet edilen tanıma göre cihat, Allah’la insan arasındaki engellerin kaldırılmasından ibarettir. Bu tanım gelenekte hem büyük cihat olarak tabir edilen insanın iç dünyasındaki kibirden ve istiğnadan arınma mücadelesini hem de küçük cihat olarak tarif edilen ve savaşı da içine alan egemenlere karşı özgürlüğü ve eşitliği savunma mücadelesini çok başarılı bir şekilde kuşatarak kavrama kapasitesiyle muazzam bir açıklayıcılığa sahip.
Bugün, İslami değerlerin hayata geçirilmesine odaklanmayı kasteden İslami mücadelenin, Müslümanların iktidarlarının arttırılma mücadelesi anlamındaki (İsa’nın önceki güzel yazısındaki[6] tabirle) Müslümancılıktan ayrılması zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Müslümancılığın aksine, İslami mücadelenin ana hedefi Müslümanlığı yaymak veya Müslümanları güçlendirmek değildir. Müslümanların İslam’ı öğrenmesi ya da İslam’a ilişkin inançlarını derinleştirmeleri de değildir. Müslümanların birbirlerini desteklemesi ve dayanışması da en iyi ihtimalle ikincil bir öneme sahip olabilir. Fakat bugünkü atmosferde tüm bunlar bize en temel İslami vazifelerimiz olarak yansıtılıyor.
Bugün maalesef İslamcılıkla karıştırılan Müslümancılık aslında ciddi bir sapma olarak anlaşılmalı. Ne yazık ki yeryüzünde ilahlık taslayanlara karşı hiçbir enerjisi kalmamış, böyle bir gündemi de olmayan ve hatta kendi içinden türettiği sahte yeryüzü ilahlarını dünyaya egemen kılma arayışında olan devasa bir kültürel grubun iç dayanışmasını sağlamak Allah’ın bize yüklediği tarihsel ödevin ta kendisi gibi telakki ediliyor. Bu aslında İslam’a ilişkin birçok şeyde olduğu gibi araç olan şeylerin amaçlar haline getirilmesinin farklı bir görünümü. Biçimler içeriği, semboller hakikati ve sözler yolun kendisini yutalı uzun zaman olduğundan dolayı bugün neredeyse cahiliye asabiyeti seviyesindeki bir anlayış biçiminin gerekleri bize Allah uğruna mücadele gibi takdim ediliyor.
Oysa kanaatimce İslami mücadelenin başlıca gereği birinci bölümde ifade edildiği üzere kimsenin kimseye ilahlık taslayabileceği bir zemin kalmasın diye ikinci bölümde ifade edilen iktidar sistemlerine karşı verilen mücadeledir. Yani esas olan yeryüzü ilahlarıyla hesaplaşmanın ta kendisidir. İnsanların yalnızca Allah’a kul olabileceği bir dünyanın inşa edilmesidir. Dolayısıyla İslam’ın toplumsal gereğinin temelde özgürleştirmek ve eşitleştirmek üzerine kurulu olduğunu söyleyebilirim. Bu yolu tespit etmek takip etmekten, takip etmek ise bitirmekten çok daha kolay. Fakat bir yerden başlamak gerek.
[1] https://www.emekveadalet.org/misafir-yazilar/musluman-sosyalistlerin-kuramsal-odevi-ne-yapilmali-nasil-yapilabilir/
[2] https://www.emekveadalet.org/notlar/bugun-musluman-olmak-neden-uretim-araclarinin-kamusallastirilmasina-yonelmeyi-gerektirir/
[3] https://www.emekveadalet.org/notlar/neden-dogru-soru-bugun-peygamber-gelse-ne-yapardi-sorusudur/
[4] İktidar sistemi tabiriyle Fuat’ın yazısında zulüm sistemleri olarak ifade ettiği şeyin hemen aynısını kastediyorum. Zulüm yerine iktidar kavramını kullanmamın sebebi bir odak ve vurgu farkından ibaret. Bahsi geçen yazı için bkz. https://www.emekveadalet.org/notlar/musluman-sosyalistler-zulum-ve-tevhid-ekseninde-manevi-ozgurluk-problemi/#_ftnref1
[5] Maalesef çok önce okuduğum ve internette referanssız şekilde zikredilen bu meşhur tanım için referans verecek bir kaynak bulamadım. Yazının niteliği gereği bunu çok fazla önemsemedim.
[6] https://www.emekveadalet.org/notlar/musluman-sosyalistler-gercekten-musluman-mi/
Bu güzel yazıya katkı sunmak maksadıyla ben de bir kaç kelam etmek isterim.
Sahte ilahlar, sahte “din adamları”nı kiralayıp, para karşılığında kendi isteklerine göre konuşturuyorlar. Hem kendi ideolojilerini İslâm’a uygun gösterip Müslümanların dostluğunu kazanıyorlar, hem de kiralık din adamları kanalıyla Allah’ın indirdiği açık hükümleri Müslümanlardan gizliyor, İslâm’ı sadece ibadet dini olarak gösteriyorlar. Camide namaz kıldığı, arada bir mevlit dinlediği zaman dindar bir Müslüman olacağına inandırdıkları toplumun başına geçen bu sahte ilahlar, yeryüzündeki mülkün idaresini kendi ellerinde tutmak için halkı gruplara bölüyorlar: zengin-fakir, işçi-işveren, kadın-erkek, ilerici-gerici, sivil-asker-polis.
Dünyanın her yanında, iktidarı elinde bulunduran Firavun kafalı politikacılar, Haman ve Karun’un izinden giden zengin sanayici ve işadamlarını, bir de Bel’am kılıklı din adamlarını yanına alarak halkı köleleştirirler; ama bunu yaparken de sürekli olarak onların dostu olduklarını vurgularlar.
Sevimli politikacıların arkasına gizlenen Karun’lar Allah’ın insanlar için yarattığı zenginlikleri, kurdukları hileli düzenleriyle kasalarına doldururlar. Kiraladıkları din adamları ise ahiret karşısında bu dünya nimetlerinin ne kadar değersiz olduğunu anlatarak bu sömürü çarkının daha güçlü dönmesine katkıda bulunurlar.
Medyen halkına da Şuayb gönderildi ki, tek Allah’a kul olsunlar, ölçü ve tartıda bencil davranarak insanların mallarını haksız yere yemesinler. Fakat onlar atalarının izinden gitmekte vahşi kapitalizmi uygulamakta kararlı idiler; ama Allah’a inandıklarını söylüyorlardı devamlı. Onlar serveti Allah’ın verdiği bir nimet olarak değil, istedikleri gibi tasarruf hakkına sahip oldukları kendi mülkleri olarak görüyor, her türlü hile ile artırıyorlardı. Irkçılık yaparak, kendi kabilelerinin daha güçlü olmasından da yararlanarak Şuayb’a zulmettiler, Allah’ın Şuayb (a.s) tarafında olduğunu ise unutmalarının cezası olarak, Allah’ın emri gelince “…. Şuayb’ı ve onunla beraber olanları bizden bir rahmetle kurtardık; zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı, yurtlarında çöküp kaldılar. Sanki orada hiç Şenlik kurmamışlardı. İyi bilin, Semud kavmi nasıl uzaklaşıp gittiyse Medyen halkı da öyle uzaklaşıp gitti” (Hud, 11/94, 95).
Kur’ân’da ibret olarak zikredilen azaba çarptırılmış kavimlerin yaptıklarıyla bu günkü insanların yaptıkları arasında hiç bir fark yoktur. Helak edilen milletlerin bütün özelliklerini bir arada toplayan günümüz toplumları cezalandırılmaya onlardan daha layık değil midir?
Medyen halkının benimsediği kapitalizm tüm dünyada en acımasız bir şekilde yürürlüktedir. Güçlülerin güçsüzleri ezmesi için kanûnlar vardır. Bel’am kılıklı din adamları bütün İslâm dünyasında iktidarı elinde bulunduran çağdaş Firavunlara destek olmakta ve Müslüman halka onların şirk düzenlerinin İslâm’a uygun olduğunu anlatmaktadırlar.
selam ve saygılarımla