Neden Doğru Soru “Bugün Peygamber Gelse Ne Yapardı” Sorusudur?
Arkadaşımız Arif Karaçam Müslümanlar olarak toplumcu politikalar önermenin imkanını araştırdığı yazısında, İslami açıdan ne yapmamız gerektiğini tespit etmek için yeni bir soruyu takip etmemizi öneriyor. Arif’in söze değil yola tabi olma gereğini vurguladığı yazısını ilginize sunuyoruz.
Arif Karaçam
Bu sitede yayınlanan ilk yazımda kapitalizmi aşan toplumcu bir üretim modelini benimseye yönelen Müslümanların pozisyonlarını tutarlılaştırabilmek için ne gibi bir kuramsal faaliyette bulunma ödeviyle karşı karşıya olduklarını tartışmıştım[1]. Daha sonra, o yazıda ifade ettiğim ödevlerden birinin icrasına giriş mahiyetinde sayılabilecek bir ikinci yazım yayınlandı[2]. Bu ikinci yazıda Müslümanların neden bugünün koşullarında toplumumuz için en önemli olan üretim araçlarını özel mülkiyetin konusu olmaktan çıkarmaya yönelmeleri gerektiğine ilişkin bir argümanı göstermeye çalıştım. Bu yazıda ise, Müslümanların neden kurumsallaşmış dinsel bir sistem olarak mevcut İslam’dan dinin evrensel özü anlamındaki İslam’a doğru yönelmeleri gerektiğini gösteren bir argümanı ortaya koymayı deneyeceğim.
Bu yazıda tartışacağım argümanı daha önce İlhami Güler tarafından geliştirilmiş olan bir açıklama modeliyle ifade edeceğim[3]. Bu model yol ve söz kavramları arasında kurulan bir gerilime dayanıyor. Güler gibi, dini açıdan doğru yol ile dini kaynaklarımızdaki sözlerin birbirleriyle çelişebileceğini ve böyle bir çelişki söz konusu olduğunda sadakat borcumuzun söze değil yola olduğunu savunuyorum. Öte yandan doğru yolu (sırat-ı müstakim) tayin edebilmek için “bugün bir peygamber gelse ne yapardı?” sorusunu sormayı ve bu soruyu cevaplamak için kıyas yerine tümevarım ve tümdengelim yöntemleriyle düşünmeye ağırlık vermeyi öneriyorum.
Yolda Olmak ve Söze Uymak Çelişebilir mi?
Kavramları açarak başlayalım. Yol kavramıyla geniş anlamda İslam’ı ya da hakiki anlamıyla dini kastediyorum. Yani merkezinde Allah’a, ahirete (adalete) ve ahlaki eylemin (amel-i salih) gereğine inancın ve bunların zorunlu uzantısı olan temel değerlerin bulunduğu bir çekirdek. Söz derken ise kurumsal bir dinsel sistem olarak mevcut İslam’ın normatif yapısını kastediyorum. Yani bir bütün halinde bu yolun tarifini, özellikleyse Kur’an, sünnet, icma veya kıyas gibi vasıtalar kullanılarak tespit ve inşa edilen hukuk kuralları başta olmak üzere kuralları ifade ediyorum. Olası yanlış anlaşılmaları önlemek için söz tabiriyle basitçe ayet ve hadisleri kastetmediğimi vurgulamama izin verin. Temel kaynaklardaki içeriğin bir kısmı bahsettiğim anlamda yola, bir kısmı ise söze taalluk ediyor.
Kur’an’dan da açıkça anlayabileceğimiz gibi tarihten bugüne bütün peygamberler aynı yolun takipçileriydi. Bu konuda Müslümanlar arasında herhangi bir ihtilaf yok. Hepsi aynı dine mensuplardı ve her peygamber bu tek dinin hatırlatıcısı olarak geldi. Fakat tarih boyunca bütün bu peygamberler hep aynı yolu farklı sözlerle tarif ettiler. O yolu, o günün koşullarında işaret eden doğru sözleri sarf ettiler. Birbirlerinden farklı kurallar sistemi va’z ettiler. Din hep aynı dindi. Fakat şeriatlar çeşit çeşitti[4].
İlk sorumuz şu: Eğer burada tanımlandığı anlamdaki yol ve söz birbiriyle çelişecek olursa esas olan hangisini takip etmektir? Çoğumuz böyle bir çelişkinin olmayacağını düşünme eğilimindeyiz. Fakat ola ki, herhangi bir şekilde, dinin özü (yol) ile dinsel kaynaklarda yer alan bir kural (söz) çelişirse esas olanın dinin özüne sadakat olduğu açık görünüyor.
Öyleyse asıl soru şu: Yol ve söz birbiriyle çelişebilir mi? Yani bazen sözler bizi yolun dışına çıkarabilir mi? Bazen bir söze uyduğumuz için yanlış yola sapabilir miyiz? Ben bunun mümkün olduğuna inanıyorum. Pratik seviyede bazı örnekleri hatırlatarak bu imkanın emarelerini gösterebileceğimizi sanıyorum. İlki, tüm peygamberlerin temel mesajı aynıyken her birinin farklı hukuk kuralları va’z etmiş olmasıdır. Nesih-mensuh meselesi ve sahabeden Hz. Ömer gibilerinin bazı icraatları da sözün yolu kuşatmaktaki zafiyetini dikkate sunan örnekler arasındadır.
Fakat bu gibi pratik örneklerin yanında işin doğası da bize böyle bir çelişkinin zorunlu olarak ortaya çıkacağını gösteriyor. Çünkü sözün kısıtlı imkanlarının yolun bin bir macerasını kuşatmak için yeterli olması, bu söz ister uzun sayfaları kaplayacak kadar geniş bir hacme sahip olsun, ister bizzat Tanrı’dan gelsin, doğası gereği imkansız. Netice itibariyle, öyle ya da böyle, sözün içine yerleştiği form insan kelamından ibarettir. Sözün muhatabı, anlama kapasitesi sınırlı varlıklar olan insanlardan ibarettir. İnsanların eksik-gedik dilini kullanarak, sınırlı kapasiteye sahip insanlara hitaben, her zemin ve zamandaki bin bir farklı olayı kuşatmak olanak dışıdır. Özellikle koşullardaki radikal değişikliklerle beraber öyle durumlar ortaya çıkar ki söze uymak yoldan çıkmak anlamına gelebilir.
Annesinin Tembihlediği Çocuk
Bunu göstermenin basit ve güçlü yollarından biri annesi tarafından tembihlenen çocuk örneği[5]. Bir annenin evde yalnız bıraktığı çocuğuna başına bir şey gelmemesi için “sakın kimseye kapıyı açma” diye tembih ettiğini varsayın. Evde yangın çıkması ve üniformalı itfaiye ekiplerinin kapıyı açmasını istemesi halinde bu çocuk ne yapmalıdır? “Annem çok bilge birisi ve dediğinin bir hikmeti vardır” diye düşünerek kendisine yardım etmeye çalışanların işini mi zorlaştırmalıdır? Yoksa bunun farklı bir durum olduğunu değerlendirip sözün kendisine değil amacına (yani yola) sadık kalmayı mı tercih etmelidir?
Çocuğun annesinin yapabileceklerinin nasıl da sınırlı olduğuna özellikle dikkat etmenizi rica ediyorum. Anne, bunu yapabiliyor olsa da bu basit olayda bile tüm olasılıkları kuşatacak bir talimatnameyi hazırlayıp çocuğuna vermesi pratik açıdan elverişli olmazdı. Belki olasılıkların çoğunu kuşatmayı deneyebilirdi. Fakat bu bile ciddi aktarım ve açıklama zorluklarının ortaya çıkmasına sebep olurdu. Talimatname detaylandırıldıkça, çocuğun buna hakim olması zorlaşır, ayrıca bu detaylarda ancak daha da detaylandırmayla çözülebilecek benzeri boşlukların ortaya çıkması kaçınılmaz olurdu[6].
Kısacası, davranışları yönetecek somutlukta ifade edilen herhangi bir kuralın tüm zemin ve zamanlardaki insanlara hitap edebilme kapasitesine sahip olması mümkün görünmüyor. Bu kuralı va’z edenin kapasite yoksunluğuyla ilgili bir sorun değil. Kuralın taşınma aracı olan dilin anlam taşıma ve kuralın muhatabı olan insanların anlamı kavrama kapasiteleriyle ilgili bir sorun. Kuralı va’z eden sonsuz kudrette bir varlık da olsa, dilin anlam taşıma ve muhatabın anlamasından kaynaklı sınırlardan dolayı her türlü koşulu kuşatacak herhangi bir somut kuralın geliştirilmesi olanaksız. Bu sebeple bazı koşullarda kuralı uygulamak (söze tabi olmak) bizzat kuralın amacı olan temel değerlere aykırı davranmak anlamına gelebilir (yoldan çıkmak). Yani koşulların özellikle de radikal şekilde değişimi, söz ile yol arasındaki makasın açılmasına sebep olabilir. İkisi arasındaki uyumun ortadan kalkmasına yol açabilir.
Bugün Bir Peygamber Gelse Ne Yapardı?
Tarih boyunca fıkıh geleneğimiz daha çok sözün tespiti üzerine yoğunlaştı. Oysa yolun tayini daha önemli bir meseleydi. Öyleyse “bugün peygamber gelse ne yapardı?” sorusu çok öğretici bir soru[7]. Hiçbir peygamber kendisinden önce gelenin söylediği sözlerle bağlı olmadığına göre bu soruya artık yalnızca elimizdeki söze gömülerek cevap veremeyiz. Bu soruyu cevaplamak için işin özü üzerine düşünmeye, ruhunu anlamaya, hakikatine temas etmeyi denemeye mecburuz. Bu spekülatif fakat özgürleştirici soru bizi yolun (dinin) temel gereklerini tartışmaya götürüyor. Bugün peygamber gelse köleliği yeniden diriltir miydi? Kadınların mirastan payının erkeklerin yarısı olmasını mı sağlamaya çalışırdı? Bugün peygamber gelse bu korkunç eşitsizlikler üreten kapitalist sisteme onay verir miydi?
Peki, tüm bu sorular nasıl cevaplanabilir? Bugün yeni bir peygamber gelse bu peygamberin temel toplumsal kurumlarımıza yaklaşımının nasıl olacağı hakkında ne yolla fikir yürütebiliriz? Kanaatimce bunu yapabilmek için yatay düzlemde kıyaslar yapmak yerine tümevarım ve tümdengelim gibi dikey hareketleri tercih etmek zorundayız. Uzun yüzyıllar boyunca kelam ve fıkhın kullandığı ana yöntem bilinmeyenleri bilinenlerden yola çıkarak öğrenmek anlamına gelen kıyastan ibaretti (kıyâsü’l-gāib ale’ş-şâhid). Fıkıh disiplininde, bugün ne yapmamız gerektiği sorusuna, o gün benzer bir duruma verilen bir hüküm bulunarak cevap verilmeye çalışılıyordu. Bu yolla sınırlı sayıda hükümden çok sayıda yeni hüküm çıkarılması mümkün oluyordu. Böylece eldeki az sayıdaki hüküm benzerlikler üzerinden hayatın üzerine yatay olarak yayılıyordu.
Bunun alternatifi tümevarım ve tümdengelimlere dayalı dikey hareketlerdir. Aslında makasıdu-ş şeria düşüncesi bu minvalde güçlü bir denemeydi. Ebu Hanife’nin istihsan metodu da aynı amaca matuf başka bir entelektüel enstrümandı. Ehl-i rey ekolünde buna benzer çıkışlara rastlıyoruz. Fakat maalesef bunlar ana akım haline gelememiş durumda. Tarihte lafzi yorumun gai (amaçsal) yoruma karşı genel bir egemenliği bulunuyor. Dolayısıyla fıkhın gelişim tarihinde bu dikey yöntemlerin istisnai durumlar dışında pek kullanılmadığını söyleyebilirim.
Oysa bugün bir peygamber gelse ne yapacağı sorusuna cevap vermenin yegane yolu bu dikey hareketleri yüksek bir soyutlamayla icra etme cüret ve becerisini göstermekten geçiyor. Siyerden veya bir bütün olarak peygamberler tarihi üzerinden çizilecek bir güzergah şu basamakları takip edebilir: Vahiy, tarihte nelere müdahale etmişti? Bu müdahalelerinin ortak noktaları nelerdi? Bu ortak noktalar bugün neler yapmayı gerektirmektedir? Kuran veya kutsal kitaplar üzerinden çizilecek ikinci bir güzergah da olabilir. Bu güzergahta da soyutlamalar yaparak bu kitaplarda geri kalan şeylerin kendisine bağlanabileceği temel/kök değerleri araştırmaya girişebiliriz. Bu iki güzergahı takip ederek bugün bir peygamber gelse ne yapacağı sorusuna cevap aramak mümkün olabilir.
Bu tip bir araştırmanın elimize bugün ne yapılması gerektiğini gösteren tartışmasız kesinlikte bir liste vermeyeceği muhakkak. Fakat böyle bir liste zaten olanaksız ve ayrıca yetişkin insanlar için gereksiz. Yine bu tip bir yöntemle ciddi yorum farkları ve kapsamlı görüş ayrılıklarının ortaya çıkması kaçınılmaz. Fakat şu anda da görüş birliği konusunda çok iyi bir yerde sayılmayız. Üstelik bu geniş perspektif başka mezhepler, kültürler ve kurumsallaşmış dinsel geleneklerle ortaklıklar kurmak için iyi bir kalkış noktası olabilir. Yani böldüğünden daha fazla birleştirici bir karakter taşıdığı söylenebilir.
Bazılarımız ise gerektiğinde sözden çıkabilmeyi kabul etmeyi ahlaki/dini açıdan çok riskli görüyor. Yanlış değerlendirmeler sonucunda yanlış kararlar verme endişesini dile getiriyorlar. Onlara, yoldan çıkmak pahasına gözü kapalı şekilde söze tabi olmanın daha ağır yanlışlıklar barındırma ihtimalini hatırlatmalıyım. Bunun somut bir örneği olarak IŞİD’in Kur’an’da cevaz verildiği gerekçesiyle savaş esirlerini köleleştirmesi hatırlanabilir. Şunu vurgulamak istiyorum: Kuşkusuz dini/ahlaki düşünce riskler barındıran bir süreçtir. Kimse bize dikensiz bir gül bahçesi vaat etmedi. Elbette isteyenler yangında evinde oturup itfaiyeye kapıyı açmayı reddetmekte özgür. Fakat en azından bunun daha küçük bir risk taşıdığını iddia ederken iki kere düşünmelerinde fayda var.
İslam’ın Temel Mesajının Toplumsal Yüzü: Yeryüzü İlahlarını Tasfiye
Burada yeterince teferruatlı şekilde inceleme olanağım yok. Fakat bahsettiğim her iki güzergahı da takip ettiğimde ben İslam’ın temel ilkesi olarak tevhidi buluyorum. Tevhidin toplumsal gereği olarak da yeryüzünde ilahlık taslama kapasitesine sahip iktidarları ortadan kaldırmayı görüyorum. İktidarların tasfiyesi toplumsal eşitliği sağlamak demek. Eşitlik özgürlüğün, her ikisi beraber tevhid inancının gereği. Öyleyse insanların birbirlerine kul olmasını imkânsız/anlamsız kılacak kadar eşit ve dolayısıyla özgür bir topluma ulaşmayı hedeflemeliyiz.
Bu sonuca hem Hz. Muhammed’in hayatından yaptığım genellemelerle hem de Kur’an okumalarımda yaptığım soyutlamalarla ulaşıyorum. Hem Kur’an’da hem de hadislerde sözgelimi kölelerle, kadınlarla, kabilesizlerle, zayıf düşmüşlerle ilgili bölümlere bakın. Çok istisnai bazı örnekler dışında tamamında bu kategorideki insanların konumunu yükselten düzenlemeler olduğunu göreceksiniz. İslam’ın çağlar boyu yenilenen temel mottosuna bakın. Allah’tan başkasına kulluğun reddedilmesini göreceksiniz.
Bu yöntemle düşündüğümüzde üstte sorduğumuz sorulara güçlü cevaplar verebiliriz. Bugün peygamber gelse ortadan kalkmış olan köleliği yeniden diriltmezdi. Çünkü İslam’ın temel mesajı zaten insanların yalnızca Allah’a kul olmaları üzerine kurulu. Kadınlara erkeklerin yarısı kadar miras verilmesini reddederdi. Çünkü istikameti açıkça eşitliğe doğruydu. Üstelik zaten daha önce de hiç miras verilmemesi uygulamasını reddetmek sonucunda yarım mirasa hükmedilmişti. Bugün bir peygamber gelse, kapitalizmin ürettiği korkunç eşitsizliği de asla mazur görmezdi. Çünkü önceki yazılarımda da ifade ettiğim gibi kapitalizm bugün yeryüzü ilahlarının ortaya çıkmasının başlıca kaynaklarından biri.
Bugün Müslümanlar olarak sadakatimizin esas olarak söze değil yolun kendisine olmasına dikkat etmeliyiz. Esas ödevimiz kuralları tatbik etmek değil ilkeleri takip etmek. Eğer teknolojik yeniliklerle beraber oluşan yeni koşullarda, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet veya düzenli işçilik gibi uygulamalara izin veren eski hukuki kurumlar bugün korkunç bir eşitsizliğe yol açıyorsa[8] yolda kalmak için bu hukuki kurumlar (sözler) üzerinde gerekli düzenlemeleri yapmamız gerekir. Annemizi çok sevmemize rağmen değil, tam da çok sevdiğimiz için evimiz yanarken itfaiyeye kapıyı açmamız gerekir. Değişen koşullar bizi sözün ortaya koyulduğu bağlamın dışına çıkarıyorsa söze değil yola tabi olmayı seçmeliyiz.
Böyle bir çabanın ara sıra denildiği gibi “İslam’a uymak yerine tahrif ederek İslam’ı çağa uydurmak” parantezine sığmayacağına dikkat edin. Eğer geniş anlamda İslam’ın (şansa bakın!) tam da bugün egemen olan toplumsal düzeni gerektirdiği sonucuna ulaşmış olsaydık belki bu itham dikkat çekici olabilirdi. Fakat aksine, İslami değerleri çağımızın egemenlerinin karşısına diktiğimizde “çağa uymayı” reddetmiş oluyoruz. Çağı değiştirmeye talip olmuş oluyoruz. Zaten ödevimiz tam da bu değil mi?
[1] https://www.emekveadalet.org/misafir-yazilar/musluman-sosyalistlerin-kuramsal-odevi-ne-yapilmali-nasil-yapilabilir/
[2] https://www.emekveadalet.org/notlar/bugun-musluman-olmak-neden-uretim-araclarinin-kamusallastirilmasina-yonelmeyi-gerektirir/
[3] http://www.ilhamiyyat.com/a-14/
[4] Dinin birliğini gösteren Kur’an ayetleri arasında Enbiya, 21/25; Al-i İmran, 3/67; Bakara, 2/136 sayılabilir. Şeriatların farklılığı için genelde Maide, 5/48 örnek gösterilir.
[5] Bu örneği ya da çok benzerini de İlhami Güler’den okuduğuma ya da dinlediğime neredeyse eminim. Fakat maalesef referans verecek bir kaynak bulamadım.
[6] Eğer bu konuda bir tereddüdünüz varsa, kuralların doğalarından kaynaklanan sınırlılıkları gözlemlemek için modern hukuk uygulamasına ve buna dayalı hukuk kuramı tartışmalarına bakabilirsiniz. Hukuk felsefesinin başlıca meşgalelerinden birinin bu boşluklarla baş etmeye olanak tanıyan uygun bir hukuk tanımı geliştirmek olduğunu göreceksiniz.
[7] Tam burada, Hasan Mezarcı’nın mesih olduğuna ilişkin beyanının ve bu yöndeki faaliyetlerinin dikkatli bakanlar için çok eğitici bir süreç teşkil ettiğini ifade etmeliyim. Mezarcı’nın beyanlarını anlayıp değerlendirirken kullanmak zorunda olduğumuz kriterler bizi geniş anlamda İslam’ın ne olduğuna ya da dinin özüne ilişkin bir araştırmaya zorlama kapasitesini haiz.
[8] Bir önceki yazım bu sürecin tartışılmasına hasredilmişti: https://www.emekveadalet.org/notlar/bugun-musluman-olmak-neden-uretim-araclarinin-kamusallastirilmasina-yonelmeyi-gerektirir/