Mütevazı Bir Kopuş Savunması Denemesi: Yaşın Yanındaki Kuruyu Savunmak
Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından 20 Temmuz tarihinde ilan edilen olağanüstü halin ikinci ayını idrak ediyoruz. Çıkarılan kanun hükmünde kararnameler ile bir yandan devlet idare ediliyorken, diğer yandan terörle mücadele yürütülüyor. Türkiye gibi her dönemde mücadele edilecek terör odakları bulmakta zorlanmayan bir ülke için sıradan zamanlar denebilir.
Olağanüstü hal rejimi siyasi iktidarın rahatlıkla rövanş siyaseti yürütebildiği ve gazabını hissettirmek için kullanabildiği bir enstrüman haline gelmiş durumda. Hayatın her alanını etkileyebilecek kanuni düzenlemeler yapma yetkisine haiz Cumhurbaşkanı liderliğindeki Bakanlar Kurulu’nun varlığı ve bu düzenlemelere karşı herhangi bir denetim mekanizmasının olmaması Yürütme’nin pervasızca hareket etmesine önayak oluyor. OHAL ile başlı başına temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması yetmiyormuş gibi, getirilen ek düzenlemelerle de bu sınırlamalar genişletiliyor[1]Örneğin gözaltı süresinin uzatılması, müdafi ile görüşmenin engellenebilmesi, müdafi ile görüşmenin izlenebilmesi vs. düzenlemeler doğrudan adil yargılanma hakkını ihlal eden, savunma hakkını askıya alan bir hal arz ediyor..Suçlu tanımının geniş tutulması[2]OHAL ilanından sonra çıkan ilk kararnamede örgüt üyeliği tanımı yerine ucu açık bir suçlu tanımı mevcuttu ve bütün soruşturma süreçleri bu tanıma bağlı olarak yapıldı; “..Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı nedeniyle..” insanları en yakınındaki kişiyi dahi ispiyonlayabilecek bir paranoya ile başbaşa bırakıyor ve “Anadolu irfanı” dediğimiz olgu zor zamanda en yakınındaki insanı ihbar etmek şeklindeki işgüzarlıklarla karşımıza çıkıyor.
Kamu makamlarının ifadelerine göre Cemaat yapılanmasına karşı girişilen savaşta, kripto Cemaatçi olduğu düşünülen kişilerin ortaya çıkarılması büyük önem taşımakta ve Cemaatçi olduğu zaten bilinen binlerce kişi şu sıralarda ya gözaltında adliyeye sevk edilmeyi, ya tutuklu olarak yargılanmayı bekliyor.
Darbe girişiminin başarısızlığa uğramasıyla birlikte, halkın haklı öfkesinin yer yer lince ulaştığına şahit olduk. Darbe karşıtı mobilizasyonun, vaktiyle HDP binalarının, Kürtlere ait kitabevlerinin kundaklandığını unutmasak da, lince indirgenmesi doğru değil. Ancak linç anlayışının yarattığı olumsuz sonuçlara da dikkat çekmek gerekiyor. Lincin bir görünümü olarak her OHAL kararnamesinde, Cemaat ile mücadele bahanesi ile binlerce kamu personeli tasfiye ediliyor. Toplumsal linçin boyutu da had safhaya ulaşmış durumda. Herkes “En büyük vatansever benim” motivasyonuyla kendini göstermeye yer arıyor: İnsanları yok yere terör örgütü üyeliğinden tutuklu yargılamaya sevk eden savcılar, kendi öğrencisinden “şüphelenip” gammazlayan dekanlar ve daha niceleri.
Pratiğini kısaca özetlemeye çalıştığım OHAL rejimi sırasında yakın arkadaşımız Şahin Gürçay, araştırma görevlisi olarak çalıştığı Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi’ndeki görevinden Cemaat yapılanmasına dahil olduğu iddiasıyla uzaklaştırıldı. Üç günlük gözaltı sonunda serbest bırakıldı. Şu anda hakkındaki cezai ve idari kovuşturma süreci devam ediyor. Yine tanıdık bir örnek olarak, siyaseten sol gelenekte yer alan Taylan Eren Yenilmez arkadaşımız da aynı şekilde Cemaat bağlantısı şüphesiyle gözaltına alındıktan sonra geçtiğimiz günlerde serbest bırakıldı. Eylül ayının başında çıkan kararname ile tasfiye edilen kamu görevlileri arasında Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza atan akademisyenler var ve onların özgürlüğü için de “kurunun yanında yaşın da yandığı” ve “iktidarın Cemaat adı altında solcularla hesaplaştığı” argümanlarıyla mücadele ediliyor.
Bu tip örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak kaçırılan nokta şu ki, kuru ve yaş tanımlarının iktidarca belirlendiği bir ortamda bir gün bu kalıplara girip girmeyeceğimizin garantisi yok. 2010 Referandumundan sonra bitkisel hayata girmiş bir Cemaatçi’nin şu günlerde bitkisel hayattan çıktığını düşünürseniz, Türkiye’nin bu anlamda gerçekten sürprizlerle dolu bir ülke olduğuna kanaat getirir, neyi kastettiğimi daha rahat anlarsınız. OHAL rejiminde, bir taraftan Kürdistan’daki savaşın sivil hayata maliyeti olarak Kürt entelektüelleri birer birer tutuklanıyor, gazeteler kapatılıyorken, bu meseleye dair söz söyleyebilen vicdanlı Türk entelektüelleri derdest ediliyorken “kurunun yanında yaş da yanmasın” argümanının ne derece doğru olduğu tartışma konusudur.
Kurunun yanında yaşın da yandığı hikayelerden bahsettik. Biraz da aynı hikayenin “kuru” tarafında olan Gökhan Açıkkolu’dan konuşalım. Cemaat yapılanmasına dahil olduğu şüphesiyle 23 Temmuz 2016 günü gözaltına alınan Gökhan Açıkkolu, gözaltının 14. günü olan 5 Ağustos 2016’da hayatını kaybetti. Savcılık açıklamasında merhumun “24 saat esası ile gözaltı darp cebir raporu da aldırılmak suretiyle adliyeye sevkinin beklendiği, 28 Temmuz 2016 tarihinde rahatsızlanması üzerine Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne intikal ettirildiği, burada yapılan muayene sonrasında nezarethanede kalmasında sakınca olmadığının belirtilmesi üzerine yeniden nezarethaneye getirildiği” söylendi[3]Bkz. http://www.sabah.com.tr/gundem/2016/08/05/bassavciliktan-gozaltinda-olum-aciklamasi.
“Valla biz de pek bir şey bilmiyoruz. Ben babası olarak hiçbir şey bilmiyorum. Gözaltına alıyorlar ve telefon ediyorlar, eşine gözaltına alındığını söylüyorlar. Ondan sonra biz görüşelim diye başvurduk. Maalesef görüştürmediler. Yanaşamadık. Nedir, ne değildir diye sağlıklı bir haber alamadık. Bu sabah, 6.15’te avukat bizim damada telefon ediyor. “Rahatsızlandı, Haseki Hastanesi’ne gönderdik” diyorlar. Oraya gidecekken arıyorlar, “Kaybettik, morga gönderdik” diyorlar. Cenazeyi İstanbul’da defnetmeye müsaade etmiyorlar. Hainler Mezarlığı’na gömeceğiz diyorlar. FETÖ nedir, kimdir tanımayız etmeyiz. Zamanında olmuştur, Müslüman adam, hoca adam diye. Zamanında Cumhurbaşkanımızın kendisi de kandırılmış, “biz de kandırıldık” diye itiraf etti. Biz de kandırıldık eğer öyle bir şey varsa.” [4]Bkz. https://twitter.com/140journos/status/761665267684343812. Gökhan Açıkkolu’nun babası morgun önünde böyle diyordu.
Kuru olana, kuru olduğu iddia edilene yapılan muamele bu şekilde olduğu sürece yalnızca yaş için merhamet dilemek apaçık bir ahlaksızlıktır. Kamu kadrolarının hızla tasfiye edildiği ve tasfiye sürecinde masumiyet karinesine, suçun şahsiliği ilkesine riayet edilmediği bir zamanda muktedir olandan merhamet beklemek gaflettir. Adil olmak yalnızca haklıyı savunmak değildir, öyle olsaydı ayette “.. ve herhangi bir kimseye karşı nefretiniz, sizi adaletten sapma günahına itmesin.”[5]Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, Maide/8. Söz konusu ayete referans vererek “Herkes için adalet” şiarıyla insan hakları çalışmaları yürüten Mazlumder’in İstanbul şubesinin, Gökhan Açıkkolu olayından sonra hiçbir açıklama yapmamasına ek bir anekdot olarak değinmek anlamlı olacaktır. Günler sonra gelen açıklama, siyaseten düşülen zavallı halin bir yansıması olarak milli irade güzellemesiyle doludur ve kendi içinde gözaltındaki ölümleri üstü kapalı olarak meşrulaştırmaktadır. Bkz. http://istanbul.mazlumder.org/tr/main/faaliyetler/basin-aciklamalari/1/basin-aciklamasi-adalet-vazgecilemez-bir-soru/12822. Gökhan Açıkkolu’nun gözaltında hayatını kaybettiği gün bir “insan hakları derneğinin” yaptığı absürt açıklama için, Bkz. http://istanbul.mazlumder.org/tr/main/faaliyetler/basin-aciklamalari/1/iranin-mezhepci-tutumunu-ve-geceklesen-siyasi/12816. buyurulmazdı. Kaldı ki kovuşturmaların bir çoğunun objektiflikten uzak olduğu Cumhurbaşkanı tarafından da “at izinin it izine karıştığı” belirtilerek itiraf edilmiştir[6]Bkz. http://t24.com.tr/haber/erdogan-at-izi-it-izine-karisti-fetocu-diye-sucladiklari-bazi-insanlarin-bu-isle-hic-alakasi-yok,358724. Cumhurbaşkanı’nın aldığı tavır Türkiye muhalefetinin düştüğü hatayı işaret etmektedir. “At izi ve it izi” kıyaslamasında “PKKlı akademisyenler” ve “PKKlı gazeteciler” anlatılarının Erdoğan’ın nazarında nereye düştüğü çoğu kişinin malumudur. Buna rağmen Cumhurbaşkanı’nın söylemini kabul ederek masumiyet iddiasında bulunmak sadece muhalefetin düştüğü kafa karışıklığı olarak açıklanabilir..
*
Kopuş savunmaları ile ünlü ceza avukatı Jacques Verges “Her suç topluma sorulmuş bir sorudur” diyordu. Nurdan Gürbilek 1980 Darbesi’nin mimarı Kenan Evren’in avukatına kopuş savunmasını şu şekilde yapmasını öneriyordu: “Her devlet şiddetle kurulur; olağanüstü hallerde şiddetle korunur; müvekkilim olmasa siz onu koruyabilecek miydiniz? Olağanüstü hallerde siz de şiddete başvurmuyor musunuz? Tamam, Diyarbakır hapishanesi müvekkilimin eseri, ama ya Roboski?”[7]Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı, Metis Yayınları, İstanbul, 2015, s. 30-31
2010 Referandumunda ölülere bile oy kullandırmak isteyen[8]Bkz. http://t24.com.tr/haber/mezardakileri-kaldirip-evet-oyu-kullandirmak-lazim,88592, KCK Operasyonları ile Kürt siyasi hareketinin sivil temsilcilerinin özgürlüğüne göz diken[9]Bkz. http://bianet.org/bianet/siyaset/133216-30-ayda-kckden-7748-gozalti-3895-tutuklama, 2002’den bu yana Ak Parti’ye bürokratik kadro devşiren Cemaat ile ilişkisi olduğu için gözaltına alınanların müdafiliğini yürüten bir avukat çıkıp da “Ne istediysek vermediniz mi? Biz de bunun karşılığı olarak kimi istediyseniz tasfiye etmedik mi? Ordu’yu, Emniyet’i sizin talimatınızla ele geçirmedik mi? Ne zaman doğal sınırlarımıza ulaştık, o zaman bir güç çatışmasına girip kavgaya tutuşmadık mı?” diye sormayacak mıdır?
Cumhurbaşkanı’nın dahi kandırıldığına ve toplumdan af dilediğine şahit olmuşken, binlerce insanın katıksız militanlık duygularıyla salt kötülük yapmak için Cemaat’e üye olduğunu düşünmek ne kadar gerçekçidir? Veyahut şöyle soralım, Cumhurbaşkanı’nın kandırılma hakkının olduğu düşünülürse, sıradan bir vatandaşın kandırılma hakkı yok mudur?
Dipnotlar
↑1 | Örneğin gözaltı süresinin uzatılması, müdafi ile görüşmenin engellenebilmesi, müdafi ile görüşmenin izlenebilmesi vs. düzenlemeler doğrudan adil yargılanma hakkını ihlal eden, savunma hakkını askıya alan bir hal arz ediyor. |
---|---|
↑2 | OHAL ilanından sonra çıkan ilk kararnamede örgüt üyeliği tanımı yerine ucu açık bir suçlu tanımı mevcuttu ve bütün soruşturma süreçleri bu tanıma bağlı olarak yapıldı; “..Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı nedeniyle..” |
↑3 | Bkz. http://www.sabah.com.tr/gundem/2016/08/05/bassavciliktan-gozaltinda-olum-aciklamasi |
↑4 | Bkz. https://twitter.com/140journos/status/761665267684343812 |
↑5 | Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, Maide/8. Söz konusu ayete referans vererek “Herkes için adalet” şiarıyla insan hakları çalışmaları yürüten Mazlumder’in İstanbul şubesinin, Gökhan Açıkkolu olayından sonra hiçbir açıklama yapmamasına ek bir anekdot olarak değinmek anlamlı olacaktır. Günler sonra gelen açıklama, siyaseten düşülen zavallı halin bir yansıması olarak milli irade güzellemesiyle doludur ve kendi içinde gözaltındaki ölümleri üstü kapalı olarak meşrulaştırmaktadır. Bkz. http://istanbul.mazlumder.org/tr/main/faaliyetler/basin-aciklamalari/1/basin-aciklamasi-adalet-vazgecilemez-bir-soru/12822. Gökhan Açıkkolu’nun gözaltında hayatını kaybettiği gün bir “insan hakları derneğinin” yaptığı absürt açıklama için, Bkz. http://istanbul.mazlumder.org/tr/main/faaliyetler/basin-aciklamalari/1/iranin-mezhepci-tutumunu-ve-geceklesen-siyasi/12816. |
↑6 | Bkz. http://t24.com.tr/haber/erdogan-at-izi-it-izine-karisti-fetocu-diye-sucladiklari-bazi-insanlarin-bu-isle-hic-alakasi-yok,358724. Cumhurbaşkanı’nın aldığı tavır Türkiye muhalefetinin düştüğü hatayı işaret etmektedir. “At izi ve it izi” kıyaslamasında “PKKlı akademisyenler” ve “PKKlı gazeteciler” anlatılarının Erdoğan’ın nazarında nereye düştüğü çoğu kişinin malumudur. Buna rağmen Cumhurbaşkanı’nın söylemini kabul ederek masumiyet iddiasında bulunmak sadece muhalefetin düştüğü kafa karışıklığı olarak açıklanabilir. |
↑7 | Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı, Metis Yayınları, İstanbul, 2015, s. 30-31 |
↑8 | Bkz. http://t24.com.tr/haber/mezardakileri-kaldirip-evet-oyu-kullandirmak-lazim,88592 |
↑9 | Bkz. http://bianet.org/bianet/siyaset/133216-30-ayda-kckden-7748-gozalti-3895-tutuklama |