Mustafa Sungur abinin ardından…
Tam bir yıl olmuş. Bir yıl önce Fatih camisinin avlusundan kaldırmıştık Mustafa Sungur abinin cenazesini, o gün birbirini kovalayan ve yetişmesi gereken işlerimi, kafamdaki hiç bitmeyen cevapsız sorularımı bir kenara bırakıp, içimdeki tarifsiz sekinet haliyle cenazeye katıldığımı hatırlıyorum. Sungur abiyi tanımadığını düşündüklerime “bir yakınımız vefat etti, cenazemiz var” demiştim. Fatih camisinin avlusu ağzına kadar doluydu, cemaat dünyanın dört bir tarafından kalkıp gelmişti. Yüzümü ne tarafa çevirsem hüzünle dinginleşmiş nurlu suretler görüyordum ancak bulunduğumuz hal bir matem ya da yas değildi, huşu duygusuydu bizi çepeçevre kuşatan. Fatih camisinin avlusundaki cenaze namazının ardından, Eyüp’e geçmiştik, binlerce insan Pierre Loti’nin eteklerinde Kur’an-i Kerim dinliyordu. Eşsiz bir gündü…
Peki, bu cenazeyi benim için vazgeçilmez kılan neydi, var olan planları askıya almamı gerektirecek kadar neden önemliydi. Birkaç arkadaşım cenazeden önce “sen Nurcu musun, ne işin var orada” demişlerdi. Böyle soruyorlardı çünkü Sungur abi, Said-i Nursi’nin talebelerinden ve cefakâr yol arkadaşlarından biriydi. Evet Nurcu değildim, sadece bir iki kez Bediüzzaman’ın bazı talebelerinin sohbetlerinde bulunma iltifatına mazhar olmuştum. Ancak o zamanlar lisedeydim ve dinlediklerim arasında Sungur abi var mıydı emin değilim. Kısacası ne grup aidiyeti olarak ne de şahsen kendisiyle bir ilişkim olmamıştı. Sungur abi için Fatih camiinin avlusuna geldiğimde, ondan bir yıl önce yine aynı yerde cenaze namazını kıldığımız Erbakan hoca düştü aklıma ve hiç tereddüt etmeden hep bir ağızdan söylediğimiz “hocaya sadakat şerefimizdir” lafzı. Tekrar düşündüm bu ifadeyi. Müslüman için Allah’tan ve peygamberinden gayri her şey sorgulamaya açıkken, bir insanın şahsına yönelik şeksiz şüphesiz teslimiyet mümkün müydü?
Bu söz aslında belli bir zamana ve mücadeleye işaret ederek anlamını buluyordu. Hafızalarda tüm çağrışımlarıyla birlikte canlıydı; Erbakan hoca savunan adamdı, ülkedeki Müslümanların hesabı ondan sorulduğunda, yalnız bırakmamak, yanında olmak imani bir sorumluluktu. Sungur abinin cenazesini de benim için mukaddes kılan, aynı dertlerden kaynaklanan vefa ve sorumluluk hissiyatıydı. Said-i Nursi ve talebeleri, İstiklal Mahkemeleri’nde katlettikleri Müslümanların kanları üzerine yükselmiş bir Cumhuriyet’te, tekrardan Allah’ın sözünü hakim kılmak için yola koyulmuş ilk neslin en önemli temsilcilerindendi. Allah Resulünün buyurduğu üzere “Müslüman olmanın, elde kor ateş taşımak gibi” zor olduğu bir zamanda Allah’ın davasını ve sözünü sırtlanmayı kendilerine şeref saymışlardı ve gerçekten az kişiydiler. Dönecek bir evleri yoktu, sonu görünmeyen bitmeyecek bir sefere çıkmışlardı. Hz. Adem’den bugüne devam eden hakk-batıl mücadelesinin kendilerinde vücud bulduğu, zor zamanda konuşmak erdemini gösteren az sayıda bir topluluktu onlar. Bu yüzden onlara hürmet etmek, yaptıklarını saygıyla anmak Allah’a karşı sorumluluğumuzun bir parçasıydı. Sırasını bekleyenlerden olacaksak, sözünü tutanların mücadelesine ve hatırasına sahip çıkmalıydık. Rabbani yürüyüşe talip olmak, zor zamanlarda konuşanlarla Akabe biatı yapmayı gerektiriyordu.
Cenaze bana hissettirdikleriyle tekrar dirilmeme vesile olmuştu ama o gün orada olmak bir taraftan da bazı sebepler ötürüyle öfkeyle karışık bir üzüntü duymama yol açtı. Bunlardan biri beni hayretler içinde bırakmıştı. Fethullah Gülen hocanın liderliğini yaptığı, kendini Said-i Nursi’ye dayandıran Nur cemaati cenazeye gelmemişti. Bireysel katılımlar vardı belki ama o gün cemaat olarak orada bulunmamışlardı. Muhayyilemi aşan bir durum vardı burada, 4-5 yıl önce hem İstanbul’daki hem de İstanbul’a yakın şehirlerdeki kendi evlerinde ve yurtlarında kalan üniversite öğrencilerini organize bir şekilde otobüslerle Turgut Özal’ın ya da Adnan Menderes’in anıt mezarındaki (hangisi olduğunu hatırlayamıyorum, bir an o zamanlar Kocaeli’nde okuyan arkadaşlarımı arayıp hangisine gelmiştiniz diye sorsam mı dedim ama ikisinin de İslami mücadele için aynı önemsizlikte olduğunu düşünerek buna gerek görmedim) anmaya getiren cemaatin, Bediüzzaman’ın talebesine aynı ilgiyi bile göstermemiş olması en hafif ifadesiyle kırıcıydı. Bunun üzerine daha fazla yorum yapamıyorum, çünkü bu durumu hala anlamlandırabilmiş değilim.
İkinci bir üzüntü ve kızgınlık sebebi ise kendimi de içinde konumlandırdığım İslamcı cenaha yönelikti. Fatih mekânsal olarak birçok vakfın ve derneğin bulunduğu, eskiden beri de İslami hareketlerin güçlü olarak bilindiği bir yerdir. Ancak maalesef o gün cenazede beraber geldiğim 3-4 arkadaşım dışında hiç tanıdık yüz göremedim. Acaba ben rastlamamış olabilir miyim diye düşündüm ama cenaze sonrası İslamcı gruplara yakın haber sitelerine baktığımda sükut-u hayale uğradım. İslami camiada çok uzun geçmişi olan haber sitelerinin birine baktığımda, sitede Yıldıray Oğur’un yazısını alıntılamaya yer bulmuşlardı ama Sungur abinin cenazesini anmaya değer görmemişlerdi sanırım.
İlk olaydaki şaşkınlığıma kıyasla burada daha fazla düşünme imkânım oldu. En basitinden bu şunu gösteriyor ki İslamcılar, İslami hareketler ve kendilerini bu çizgilere yakın konumlandıranlar, Nurcu olarak bilinen kişilerle ve hareketlerle ilişkilenmeyi önemsemiyor, hatta uzak duruyor. Bu bence iki açıdan çok büyük bir çıkmaz. Birinci olarak bu yaklaşım aslında Ümmet söyleminin altının ne kadar boş ve işlevsiz bir yerde durduğunu gösteriyor. Said-i Nursi’nin öğrencisi olarak bilinen ve elan herhangi bir iktidar peşinde koşmadan İslam’a hizmet vermeye çalışan ve bu hizmetleri dolayısıyla on binlerce seveni olan bir zatın cenazesine gitme nezaketi gösterilemiyorsa, ‘ümmet’ neye karşılık gelir bilemiyorum.
İkinci olarak ortada ciddi bir tarih ve hafıza sorunu var. Yusuf Kaplan zamanında bir üçleme yazmıştı ve özet olarak şunu söylemişti; risaleleri Nurcuların tekeline bırakmayalım, bunlar kıymetli kitaplar. Bence burada önemli bir şey söylüyordu; Türkiye Cumhuriyeti tarihine dönüp İslami mücadelenin seyrine baktığımızda; 1960lara kadar en etkin ve ayakları yere sağlam basan hareket olarak Nurcuları görüyoruz, hatta şöyle bir durum var ki İslamcı hareketler için sembol isimler olan Seyyid Kutup ve Mevdudi’nin, Türkiye’deki ilk çevirilerini yapan Nurculardır. Bu bağlamda eğer Türkiye’de İslami hareketler Nurcuları kendi tarihlerinin bir parçası olarak konumlandıramıyorlarsa tarihsiz kalmaya mahkumdurlar. Bir de işin şöyle bir boyutu var, kişilerin veya hareketlerin geldikleri noktadaki siyasetleri ve yapıp ettikleri bizim için kabul edilemez veya karşısında olmamız gereken şeyler olabilir ama bu bütün bir tarihsel süreci çöpe atmamızı gerektirmez. Eğer öyle olsaydı içinde bulunduğumuz Ak Parti döneminde Türkiye İslamcılığının 90%’nını yok saymamız gerekir. Benim yaklaşımım İslami mücadele için verilen emeklerin ve ortaya koyulan ürünlerin mülkiyetinin kişilere ait olmadığı ve o tarihin bir parçası haline geldiğidir. Misal İsmet Özel türklüğe kafayı taktı diye, Erbain anlamını kaybetmez.
Cenaze günü beni sadece öfkelendiren üçüncü bir olayı anlatarak yazıyı sonlandıracağım. Cenazeye başbakan ve devlet erkânından birkaç kişi daha katılmıştı. Cenazede Mustafa Sungur’un yol arkadaşları varken, başbakanın konuşması protokol kurallarına olmasa da edeb kurallarına aykırıydı. Ancak benim asıl takıldığım kısım işin bu tarafı değildi, Eyüp’te defin işlemlerini tamamladıktan sonra akşam eve gidince istedim ki cenazeden birkaç düzgün fotoğraf bulup, arşivleyeyim. Ne zamanki internete girdim ve fotoğraf aramaya koyuldum, işte o an rengim değişti ve dilimin bağı çözüldü. Neredeyse bulabildiğim bütün fotoğraflar başbakanı merkeze almış ve avludaki geri kalan cemaat başbakanın fotoğrafına uygun arka fonlar olarak kurgulanmış. Öfkelendim ama elimden bir şey gelmiyordu, cenazeye katılan bir arkadaşımı aradım sağ olsun cep telefonuyla avluyu çektiği bir iki fotoğraf gönderdi bana, bu yazıyı yazma niyetim de aslında hem Sungur abiyi bir kez daha yâd etmek hem de o güne dair kendi gücüm yettiğinde bir hatıra bırakmaktı.