Müslümanların Suriye İmtihanı
MAŞALLAH NAR
Yaklaşık üç yıldır yanı başımızda belki insanlık tarihinin en kirli sayfalarından biri olmayı çok önceden garanti etmiş bir vahşet var. Savaşın politik boyutu, bölgesel hesaplaşmalar, mezhepsel kodlar, devletlerin ve liderlerin rüştlerini ispat hırsları vs. Bunların hiçbiri sivil halkın yaşadığı mağduriyete ve özellikle bu savaşın birinci derece mağduru olan çocukların masumiyetine halel getirecek şeyler değil. Bu savaşın siyasi mücadele yönünü, hak ve özgürlük mücadelesi boyutunu kendince farklı şekillerde tefsir eden ve belki de bu mücadelenin metodunu veya stratejisini tenkit edip bu savaşın bir tarafında olmamayı tercih edenler olabilir. Fakat sivil halkın maruz kaldığı zulüm karşısında olmak ve bir şeyler yapmak gayretine girişmek için herhangi bir siyasi taraflılık durumuna ihtiyaç olmadığını düşünüyorum ve hiçbir şeyin bizi, sivil halkın uğradığı bu katliam karşısında açık ve net bir taraf olmaktan alıkoymaması gerektiği kanaatini taşıyorum. Zira meselenin ortaya çıkardığı siyasi veya askeri sonuçlar, sivil halkın dahliyle ortaya çıkmamasına rağmen, üç yıldır süregelen bu acımasız savaşın neden olduğu derin felaketin mağduriyetini en çok hisseden sivil halk oldu ve olmaya da devam ediyor. Bu sebeple meselenin siyasi ve insani boyutunun iki ayrı başlık olarak değerlendirilmesi gerektiğini ve hangi siyasi tarafta olursa olsun herkesin bu meselenin insani boyutunda net bir tavır alarak taraf olması gerektiğini düşünüyorum.
150.000 ölüden (bunlar arasında hapishanelerde işkenceyle öldürülmüş olanlar da var), geri döndürülemeyecek şekilde fiziksel hasarlara uğramış binlerce yaralıdan, ırzına geçilmiş binlerce kadından, yetim kalmış binlerce çocuktan, evinden barkından olmuş milyonlarca insandan bahsettiğimiz ve belki de tasavvurumuzun çok fevkinde bir tahribata yol açmış bu denli derin bir felaketten bahsediyoruz. Vicdanı diri her insanın derin bir rahatsızlıkla bu felaket karşısında “ben ne yapabilirim” sorgulamasına girişmesi gerekir. Bu derece derin bir felaket karşısında tereddütsüz bir şekilde katillerin karşısında olmalı ve zalimlere meşruiyet sığınakları yaratacak “ama”lar üretmekten şiddetle kaçınılmalıdır. Zira bir savaşın iki tarafı olsa bile mağdurları her zaman siviller ve özellikle çocuk ve kadınlardır.
Ülkemizde Müslüman camia içinde sürekli olarak vurgulanan, Müslüman dünyasının karşı karşıya olduğu sorunların çözümünün bir anahtarı olarak kabul edilen ve çoğu zaman zihinsel bile olsa sorunlara karşı manevi bir mukavemet vesilesi olan Asrı-ı Saadet ideali, yani selefin saf, duru ve berrak İslâm’ına geri dönmek emeli, eğer bir retorikten öteye gidecekse ve içtimai bir pratiği olacaksa, şu an çok ideal bir samimiyet imtihanıyla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim. Zira Asrı-ı Saadet’in en önemli özelliği, hasbî bir kardeşlik ve dayanışma ruhu inşa etmiş olmasıydı. Asrı-ı Saadet derken, İslâm esaslarının hem teorik hem de pratik anlamda en mükemmel olgunluğa eriştiği hicretten sonraki on yıllık kısa zaman diliminden bahsediyoruz. On yıl gibi kısa bir süre; fakat bütün İslami ideallerin hayata geçtiği ve bütün insanlığa ilham verebilecek kuvvette bir on sene. Aslında ben teorik bir mülahazaya dönüşmüş bu mükemmel istinat noktası üzerinden bir çeşit ajitasyon üretmek istemiyorum. Fakat teorik dindarlığımızın asgari düzeyde tatbiki bir karşılığı olacaksa bunu göstermek için önemli bir fırsatla karşı karşıya olduğumuzu hissediyorum. Aksi takdirde dindarlığımızın ne çeşit bir içtimai mahsulü olabilir bilmiyorum.
Suriyeli Kardeşlerimizin Tek Sorunu Açlık Değil
Suriyeli kardeşlerimizle ilgili mesele, maalesef sadece onlara aynî veya nakdî yardımlar ulaştırmak, günlük bazı ihtiyaçlarını temin etmekten ibaret değil. Meselenin birçok yönü var. Suriyelilerin ülkemizdeki varlığından duyduğu rahatsızlığı türlü vesilelerle dışa vuran hiç de azımsanmayacak bir kitlenin mevcudiyeti, hatta bu kitlenin bir kısmını temsil eden siyasi partinin ilçe belediye başkan adayının, adayı olduğu ilçeye Suriyelileri sokmamayı bir seçim vaadine dönüştürebilecek kadar faşist bir ruh halini dışa vurabilmesi… Suriyeli kadınların maalesef çok çirkin bir cinsel istismarın hedefi olmak tehlikesiyle karşı karşıya olmaları… Suriyeli kardeşlerimizin sağlık ihtiyaçlarına cevap verecek pilot hastanelerin varlığına rağmen bu hastane yönetimlerinin çoğu zaman işgüzar bir tavır takınarak Suriyeli kardeşlerimizle ya hiç ilgilenmemesi ya da basit bir muayeneden sonra derdine derman olamayacak bir reçeteyle bu insanları başından savmaya çalışan bir tavır sergilemesi ve daha önemlisi yayınlanan bir genelgeyle bu hastanelerden yararlanma hakkına sahip olan Suriyeli kardeşlerimizin çoğunun bu hastanelerin varlığından haberdar olmalarını sağlayacak bir duyuru yapılmaktan kaçınılması… Büyük şehirlere iş bulmak ve yeni bir hayat kurabilmek ümidiyle gelen Suriyelilerin çoğu zaman bu beklentilerinin hiç cevap bulamaması ve bunun sonucunda ailece dilenciliği meslek edinmek durumunda kalmaları ya da düşük ücretli iş gücü olarak istismar edilmeleri ve bu durumda da Suriyeliler yüzünden işinden olduğunu düşünen vatandaşlarımız arasında bir gerginlik oluşması… Eğitim çağında olan Suriyeli kardeşlerimizin örgün ve yüksek eğitimlerini devam ettirmelerini sağlayacak yeterli bir organizasyon olmaması ve mevcut imkânların kullanımında da bazı zorluklar ve engeller bulunması vb. Bunlar, Suriyeli kardeşlerimizin muhatap olduğu tehlikeler ve sıkıntılar olarak sayılabilir.
Elbette bu kadar yüksek sayıda mültecinin bir yere kontrolsüz şekilde göç etmesinin oluşturabileceği olası menfi sonuçlara karşı sağlıklı bir devlet aklı ve öngörüsünün sürekli olarak teyakkuzda olması gerektiği de bu felaketin bir başka boyutunu oluşturuyor. Fakat burada çok önemli bir nokta var ki, Suriyeli kardeşlerimizin sebep oldukları veya olabilecekleri olumsuzluklar üzerinden, Suriyeli kardeşlerimize karşı toptancı bir menfi propagandadan ve insanların infak duygularını zedeleyecek olumsuz bir genelleme inşa etmekten şiddetle içtinap edilmeli.
Şehirlere gelen Suriyeli kardeşlerimizin çoğu, kendi ülkelerinde belli meslek gruplarına mensup ve hayatlarını bir şekilde insani standartlarda idame ettirebilen insanlardı. Hak ve özgürlük taleplerine seri katliamlarla cevap veren gözü kararmış bir katilin zulmünden, dilini, kültürünü ve işleyişini bilmedikleri bir ülkeye yanlarına sadece bir savaş travması alarak ve çoğunlukla ölüm tehlikesi altında bir kaçışla sığındılar. Bu sebeple bu kardeşlerimizin keyfi bir tercihle vatanlarından buraya geldiklerini ve burada bir çeşit konfor arayışı içinde olduklarını düşünmenin hiç de insaflı bir düşünce olmadığını düşünüyorum. Fakat bu durum, bu kardeşlerimize sadece karınları doyurulup, maddi ihtiyaçları temin edilecek ve böylelikle sorunları çözülmüş olacak insanlar nazarıyla bakılması gerektiği anlamına gelmiyor. Tam aksi, Suriyeli kardeşlerimize bir ev sahibinin misafirine ikramda bulunurken gösterdiği nezaket ve incelikle muamele etmeli ve onların manevi yaralarına da deva olmaya çalışmalıyız. Ev sahibi benzetmesini sadece bu kardeşlerimizle olan muamelatımızdaki nezaket ölçüsü olması bakımından verdim. Yoksa bir Müslüman için her yer Allah’ın mülküdür. Ve hiç kimse Allah’ın mülkünün hiçbir yerinde diğer kardeşinden daha fazla ev sahibi veya misafir değildir.
Yanı Başımızdaki Acıyı Görelim
Biz bir grup arkadaşımızla Ankara özelinde Suriyeli misafir kardeşlerimize yönelik bir takım küçük ve amatör yardım çalışmalarına teşebbüs ettik ve hala da devam ediyoruz. Bu işlere girişince bu felaketin haber değeri taşıyan bir meseleden ibaret olmadığını ve bu felaketin sonuçlarının yanı başımızda gördüğümüz Suriyeli kardeşlerimiz tarafından hala çok trajik şekilde yaşanmaya devam ettiğini gördük. Yani televizyonlarda gördüğümüz felaket, aslında çok yakınımızda insanlığımızı mahcup eden canlı bir gerçeklik olarak dolaşıyor. Belki bu yüzden Suriyeli kardeşlerimize şüpheyle bakan vatandaşların, hiçbir ısınma tertibatı olmadan, asgari ihtiyaçlara cevap verecek ev ihtiyaçlarından yoksun, elektrik ve suyu olmayan ve içine sığınmış ailelerin yiyecek ve içecek zaruretlerinden yoksun olarak yaşamaya gayret ettikleri bir baraka veya gecekonduyu ziyaret etmelerini tavsiye ediyorum.
Aslında içine sığınabilecekleri bir baraka veya gecekondu bulabilmiş olan kardeşlerimizin onlarla aynı savaşın kaderini yaşayan diğer bazı Suriyelilere göre daha şanslı olduklarını söylersem sanırım hiç mübalağa etmiş olmayacağım. Bu sebeple Suriyeli kardeşlerimize işgalci nazarıyla bakan bu vatandaşlarımızın, Suriyeli kardeşlerimizin yaşadıkları sefaleti yerinde gözlemlemeleri durumunda düşüncelerinin değişeceğini, değişmese bile vicdanları tarafından taciz edileceklerini düşünüyorum. Çünkü acının haberini almak, müşahede etmek ve bu acıyı hissetmek arasında ciddi anlamda farklar var. Belki bu kardeşlerimizin yaşadıkları bu felaketi, onların yaşadığına benzer bir felaketin muhatabı olmadan asla onların hissettiği kadar gerçekten hissetmeyeceğiz; ama yine de bu kardeşlerimizin hâlet-i rûhiyesini anlamaya yarayacak nefsî muhasebeler yapabileceğimizi düşünüyorum
Toplumda her şeye kayıtsız kalmayı telkin eden ve bir çeşit ‘bana ne’cilik tavrını yayan modern bencilliğin, dünyada ileride yaşanması muhtemel birçok zulmün meşruluğunu şimdiden inşa ettiğini üzülerek söylemek istiyorum. Zira bütün bunlar olurken, Suriye’de olan biten meselelere hala dininin, mezhebinin, ideolojisinin, mensup olduğu partinin veya cemaatin cephesinden bakan ve meseleyi bu pencereden mütalaa edip son derece acımasız sonuçlara varan insanlar var. Suriyeli kardeşlerimize karşı kayıtsızlığını, bu kardeşlerimizi karalayarak ve onları asılsız ve mesnetsiz çirkinliklerle itham ederek kendi vicdani hareketsizliğini temize çıkaran insanlar var.
Meselenin bir tarafında zenofobik bir tavır olduğunu da maalesef söylemek durumundayız. Ümmet mefhumunu ideal ve ütopik bir nazariyeye çeviren yeni nesil Müslümanlığın, Müslümanlık kavramını etnik aitliklerle beslemesi maalesef bizi de bu hastalıktan nasipsiz bırakmadı. İnsanlara yardım ederken bile etnik mensubiyetlerine göre tavır ve pozisyon alan hastalıklı bir vicdan üretti. Ve bir kısım insanlar bu kardeşlerimizin ölüme terk edilmesi pahasına, kendi mülkü olarak tevehhüm ettiği topraklarda misafir olmalarına şiddetle muhalefet etti. Sadece hayatını kurtarabilmek refleksiyle bu topraklara sığınmış bu insanların, bazı politik komplo teorilerinin hesaplı bir parçası olduklarını iddia etti. Bu insanlar emniyetten ikamet almak için gerekli parayı ödeyememeleri ve bu konuda devlet tarafından hiçbir esneklik sağlanmamasına rağmen, mevcut iktidar partisi lehine oy kullanmak karşılığında Türk vatandaşı yapıldıklarına, yani çok amiyane tabirle satın alındıklarına dair çirkin bir iftirayı hiçbir rahatsızlık duymadan yapabildi. Hatta bazı cemaat ve partiler bu kardeşlerimizin varlığı ve mevcut savaş durumu üzerinden politik mevzi devşirmenin çabasına girişti.
Bu meselede herkesin üzerine düşen sorumluluklar olduğunu ve herkesin bu savaşın maddi manevi tahribatlarını tamir etmek için yapabileceği bir şeyler olduğunu hatırlatmalıyız. Bu kardeşlerimiz savaşın meydana getirdiği maddi ve manevi tahribatla imtihan olurken biz de bir kardeşlik imtihanı veriyoruz. Bu tarz bir felaketin bizi bulmayacağına dair elimizde herhangi bir teminat yok, belki bir gün çok daha şiddetli bir felaketle sınanıp, hakkıyla veremediğimiz kardeşlik sınavının manevi tazminatını ödemek zorunda kalabiliriz.