Müslüman Sosyalistler Gerçekten Müslüman Mı?
Arkadaşımız İsa Ensar Müslüman Sosyalistler tartışmasına siyaset, hakikat, din, Müslümanlık ve Ehl-i Kitap’lık üzerine bir tefekkürle katılıyor. İlginize sunuyoruz;
İSA ENSAR
“Diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğunda…”
Bu yazıyla müslüman sosyalistler tartışmasına dahil olmaya çalışacağım. Ancak öte yandan yazacaklarımın tamamı yukarıdaki ayete bir tefsir çabası olarak da okunabilir. Böyle okunursa yazı şereflenir. Bu şeref insan eliyle göklere çıkarılmış mushafın kutsallığından ileri gelmiyor. Dünyayı sarıp sarmalamış hakikatin, vahyin bütünleştirici gücünden ileri geliyor. Halbuki insan eliyle göklere çıkarılmış, kutsanmış mushaf ayırıcıdır. Hakikati böler, yönetir. Kimlikler inşa eder. Kimliklerin afyonudur. Yani aynı yazılar hakikatin bir parçası, göstereni, toparlayanı, ışık tutanı iken aynı zamanda doğrudan hakikatin çarpıtılması için en verimli zemini sağlar. Bu her kitap için geçerlidir. Hakikate temas eden her kitap aynı oranda yakıcı sonuçlar oluşturabilir. Haliyle ilahi kitaplar bu açıdan en sabıkalı olanlardır. Ama tek sabıkalı kitaplar da onlar değildir. Aynı zamanda en bilge olanlar, insanlığın ortak iyisinin birikimini en çok sağlayanlar da onlardır. Yine bu konuda da yalnız değillerdir. Peki buradaki çelişki nereden kaynaklanıyor ve daha önemlisi nasıl aşılabilir. Yani nasıl oluyor da bir evrenselliği imleyen, bütünleştirmesi gereken hakikat; bölücü, araçsal, acı verici hale geliyor, zulme konu olabiliyor. Burada iki çeşit mekanizma olduğu varsayılabilir. Birincisi, hakikat sahip olunamayacak kadar güçlüdür. Ona sahip olan (olduğunu zanneden) her şeyi yapabilir. Güçlü imanın yapamayacağı iyilik ve kötülük yoktur. Kendi canı pahasına masumları öldürebilir mesela, yahut masumlar için kendini… İkincisi ise net şekilde şeytanidir. Hakikat temellük edilesi en büyük hazinedir. Doğal olarak onu “özelleştirmek” isteyenler çıkacaktır. Bir çeşit ilksel birikim gibi aslında, çok zaman oldukça kanlı da başlayan bir süreç olarak hakikat muhterisler tarafından gasp edilir. Ve böylelikle dinler ve ideolojiler doğar. Böylelikle hakikati İslam’ın 5 imanın 6 şartına, 32 farza, alınteri sömürüsünü ticaret deyip meşrulaştırmaya ama kati surette domuz eti yememeye hapseden bir İslam yaratılır. Ve en önemlisi de şu; hakikat Müslümanlara has kılınır, ki cennete de yalnızca onlar gidecektir.
Hakikat, Hakikati Örtenler, Siyaset…
Hakikat bir taraftadır, ideoloji ve (kimlikleşmiş) din diğer tarafta. Yakın zamanda Arif Karaçam bu konuda verimli bir ayrım yaptı. Dar anlamda İslam’ı, kimlikleşmiş/ideolojileşmiş olanı, geniş anlamda islama*, hakikate doğru “geriletmeliyiz” dedi.[1] O bu ikisini bir çatışma alanı olarak en azından o yazıda tasvir etmedi ama Ali Şeriati dine karşı dinden bahsederken bu ikisi arasındaki çatışmaya dikkat çekiyordu. Aynı yazıda marksizmin sosyalizme geriletilmesinden bahsedilmesi de tesadüf değildi. Yani Arif’in teklifi peygamberlerin ölümlülüğünü kabule dayanıyordu. Şayet zihinlerimizde ürettiğimiz peygamberlerin ataerkil gözetiminden; poz kesen, eksiğini kabul etmeyen, bağnaz ideolojilerden kurtulursak daha evrensel bir noktada buluşabiliriz. Ben böyle yorumluyorum. Buradaki evrensellik yaşamın kendisindedir. Yaşayabilmek için, yani gerçekten yaşayabilmek için; bugünle konuşabilmek, insanlarla ve varoluşla iletişime geçebilmek için… Bugünün dünyası ise şöyle diyecektir; özgür olabilmek için zindanlarınızdan kurtulmanız, taklit değil kendiniz olmanız gerekir. Bunlar kişisel gelişim zırvalıklarıdır. Çünkü neoliberalizm sizin örgütlenmenizi istemez. Birey olarak kendi hakikatinizi bir başınıza keşfin imkanına, kendiniz olmaya, kendinizi gerçekleştirmeye iter sizi. Buna mecbur eder hatta. Hakikati bireylere bölüp, parçalayarak… Oysa biz kolektif bir çabanın peşinde olmalı, işe bir diğerinin sözünü kesmeyerek, hakikati temellük etmeyerek, mütevazice koyulmalıyız. Bu yüzden Arif’in mütevazi çatışmasını, çatışma haliyle kabul etmek gerekiyor.
Bir başka deyişle geniş anlamda islam’a gitmek mümkün de değildir. Bu iddia ile ortaya çıkıldığı anda maddi koşulların üzerinde, fizik ötesine de sahipmişçesine konuşmaya başlanır. Ya birey-tanrı, ya da topluca söyleniyorsa, toplum-tanrı ürer. Yani ancak yeni bir ideoloji inşa olur. O ideolojiye söylenmesi gereken basittir; “üstten üstten konuşma.” Modernitenin en büyük zulmü de buydu, evrensel olanı ele geçirerek kendi iktidarını sağladı, üstten konuştu. Eşitsiz konuştu. Bugün bunu neoliberalizm hakikati bireylere hapsederek; üzerine eylenecek, konuşulacak bir evrensellik bırakmayarak yapıyor.
Halbuki siyasi olan hakikatin açığa çıkarılmasına yönelik olandır. Onun temellük edilmesine yönelik olan değil. Bu çoklukla yanlış anlaşılıyor. Siyaset bir iktidar ele geçirme aracı olarak görülüyor. Tam tersine iktidar ne kadar merkezileşir, kuvvetlenirse hakikat o kadar kuvvetle örtülür. Siyasi mücadele o kadar gerekli hale gelir o örtüyü kaldırmak için. Geniş anlamda islam’ın üzerine serilen örtüyü kaldırmaya ne kadar hevesliyse, mücadele o ölçüde siyasidir. Yani siyasi olan islamidir. İslam ve siyaset hakikati örtenlere/kafirlere karşı mücadelenin iki farklı ismidir de denebilir.
Bugün İslamcılık Mümkün Mü?
İslami siyaset denilince, önemli istisnaları bulunmakla birlikte, akla gelen ilk aksiyon biçimi Müslümanların** çıkarını ve iktidarını gözeten mücadele hattıdır. Yani hakikatin üzerindeki örtüyü kaldırmaktan değil, iktidar kurmaktan, kimliğin zaferini ilan etmekten bahsediyoruz. Peki yukarıdaki tanımdan hareketle bu mücadeleyi de siyasetin dışına itebilir miyiz? Bir kültürel mücadele olarak kodlayabilir miyiz örneğin? Bu sorunun cevabı hem evet hem hayırdır. 20. Yüzyıl siyasi hareketlerinin çok önemli bir kısmının ezilen milliyetçiliği zemininde oluşmuş anti-emperyalist mücadeleler olduğunu hatırlamak gerekiyor evvela. Bu bağlamda İslamcılık merkezine ezilen ümmet milletini koymuş bir hareket olarak siyasi karakterini belirginleştirmişti. Ezilenlerin üzerindeki örtüyü atmak da siyasidir bu açıdan. Ancak bugünün Türkiye’sinde ümmetçiliğin yalnız bir ezme biçimi, muktedirliğin yahut makbuliyetin temel belirleyenlerinden biri olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Bu açıdan İslamcılık, ümmetçilik anlamındaki manasıyla siyasi karakterini yitirerek büsbütün bir milliyetçilik, hatta ezen milliyetçiliğine dönüşmüş bulunuyor. Hoş, hem cumhuriyetin kuruluş kodları ile uyumu hem de ümmetçiliğin geniş anlamda islam’la inançsal uyumsuzluğu açılarından koca bir çelişki yumağını da içinde taşıyordu İslamcılık. Böylesi bir hesaplaşma da çok anlamlı olacaktır ancak bu yazının konusu değil. Yalnızca şunu demek istiyorum; zaten bir milliyetçilik biçimi olmaklığı ile (geniş anlamda) islam’la çelişki içerisinde bulunan ümmetçiliğin bugün için hiçbir iler tutar yanı kalmamıştır.
Kısacası, artık dindarlar için kültürel haklarla alakalı bir zulüm sisteminin cari olmadığını göz önünde bulundurarak Müslümancılığın köklü şekilde tasfiyesi gerekiyor. İslamcılık – Müslümancılık arasında ayrıma giden bir tartışma da bu anlamda mevcut. Ancak Müslümancılık bırakıldığında İslamcılığın elinde ne kalıyor, sormaya değer bir soru. Doğrusu bütün İslamcıları işaret edebilecek Müslümancılık/ümmetçilik harici bir ideolojik zemin mevcut gözükmüyor. Ama bunun çözümü islam ile siyaset arasına mesafe koymak değildir. Çünkü kaldırımdaki çöpten siyasal İslam’ı suçlayan kolaycı kibre karşın, yazının başında belirttiğim üzere siyasal olan islamidir. Kendimize bir isim değil bir mücadele zemini aradığımız için de artık hesaplaşılması/başvurulması gereken de İslamcılık değil islam’ın kendisidir.
İslam Üzerine Konuşabilmenin İmkanı
Peki islam nedir? Bu, bir cümle ile cevap verilebilecek, entelektüel tanıma muhtaç bir soru değil. Allah bizi konuştuklarımızdan değil; olduklarımızdan, yapıp ettiklerimizden hesaba çekecekse islam da bunlarla alakalı olmalı. Çok zorlasak şöyle bir şey diyebiliriz, biraz haddi aşarak; yaratıcı dahil varoluşumuzla barış içinde olmanın; doğa ile, yaratanla ve yaratılmışla, üreten ve üretilenle uyumun, barışın halidir islam. Peki somut, elle tutulur, kokusu duyulur bir şeyden bahsediyor muyuz tüm bunlarla? Bireysel olduğu ölçüde somut bir hal elbette bu. Belki hepimizin dokunduğu, kokladığı, tattığı…
Peki bunun üzerine konuşulabilir mi? Yani islam çağın idrakine söyletilebilir mi? Şayet peygamberlerden biri başımızda olsaydı bu soruya daha bir özgüvenle cevap verilebilirdi. Ancak acz içerisindeki kullar olarak hakikate sahiplik iddiasını bir kenara bırakmak gerekiyor en başta. Bu, hala üzerine konuşulmaya değer olan Kur’an’ın da temel vurgularından biridir. Kur’an kendisine kitap gelmiş önceki kavimlerden bahsederken onların bir kısmının cenneti sahiplendiğinden bahseder. Bu insanlar, tıpkı bugünün Müslümanı gibi, hak yolu kendi üzerinden tanımlar. Ehli Kitap’tan bahseden daha pek çok örnekle de bugünün Müslümanları arasında doğrudan bağ kurmak mümkündür. Bunlar yazının başında bahsettiğim hakikati temellük etme girişimleridir. Bugün İslam denince din adamlarını ve onların vaazlarını, muhafaza edilmesi gereken bir dizi sembolü anlamamız işte bu temellük sürecinin oldukça başarıya ulaşmış olduğunun bir göstergesidir. Muhafaza edilen konumuna düşürülmüş din, ki aksi mümkün değildi, aynı zamanda hakikatin de sahiplenilmesi anlamına geliyor. Böylesi bir hazineye doğuştan sahip olanların kendilerini üstün, diğerlerine hükmetmeye şayan görmeleri oldukça anlaşılırdır. Tıpkı bir ırkın üstünlüğüne sahip olanların veya aydınlığı keşfetmiş olanların kibri gibi… Bu şekilde, ifadeyi Fuat Kına’nın yazısından ödünç alacak olursak “iyilik-kötülük şeklindeki ahlaki karşıtlık, biz ve diğerleri karşıtlığına indirgeniyor”.[2] Bütün bu hikaye, Kur’an’da anlatılan Ehl-i kitap’ın hikayesidir. Yani kitap verildiği halde daha sonra fırka fırka kimliklere bölünerek çeşitli yollarla sapıtanların, her biri hakikate sahip olma iddiasını taşıyanların hikayesi… Ehl-i kitap’la yalnızca Hz. Muhammed öncesini, yahut diğer kitabi dinlerin mensuplarını anlamak, kendine dersler çıkarmamak da tipik bir Ehl-i kitap özelliği olacaktır.
Bu sorun nasıl çözülebilir. Dine dair her şeyi bir kenara mı bırakmalı? Lafı dolandırmadan söylersek bir hakikat sahipleniş olarak Müslümanlıktan vazgeçerek ehl-i kitaplığımızı kabul etmemiz, bu durum içinde Müslümanlığı aramamız gerekiyor. Diğer tüm insanlarla beraber… Bizler kitabî vahy ile şu veya bu şekilde irtibatlanmış olmanın dışında bir ayrıcalığa sahip değiliz. Bu ayrıcalıksa dünya üzerindeki diğer kültürler için de farklı şekillerde geçerlidir. Yani seçilmiş bir kavim değiliz. Bir diğerimizden üstünlüğümüz yok. Bahsettiğim üzere bizzat Kur’an’ın kendisi bu üstünlük iddialarından, kibirlerden red ile bahseden örneklerle dolu. İnanmakta veya takvada üstünlüğün sahipleri de bizim kültürel kimliğimize mensup olanlar değil. Ayrıca unutmamak gerekiyor ki yine Kur’an pek çok yerde ehl-i kitap içindeki iyilerden, müslümanlardan bahsediyor. Ehl-i kitap’lığı bu kabul ediş hem Arif’in yazısındaki geniş anlamda islam’la dar anlamda İslam arasındaki çatışmayı çatışma haliyle kabul etmeye, hem de Fuat’ın iyilik-kötülük ayrımını kimlikler arası bir çatışmadan çıkarmayı teklifine denk düşüyor. Yani “daha öncekilerin sınandıkları ile sınanmadan kurtulacağını sanma”ya, Müslümanlığımızın konforunda bir yaşam ve ölüme “la” demek; bu rahatı reddetmek gerekiyor. İslamcılık içerisindeki bir damarda da vahyin Müslümanlar eliyle bozulmasına dikkat çeken, “uydurulmuş din” ve “indirilmiş din” arasında ayrıma giden bir anlayış da bulunuyor. Benim burada teklif ettiğim müdahale ise bir adım ötesi; müslümanlığı mülk edinmeyi bırakma cüreti.
Diri Diri Gömülenin Yanında Buluşmak
Tüm bu laf salatası bir basit hakikate işaret etmek için: bütün bir insanlık ailesi olarak aynı zamanda hesaba çekileceğiz. Bu zaman işte, diri diri gömülen kız çocuğuna sorulacağı vakit. İşte bu sorunun evrenselliği kadar evrensel bir imtihan, bir mücadele hayat. Yahut bu mücadeleyi kabul etmek ya da gözlerin kör, kulakların sağır olmasını seçmek… Yani ya çocukları diri diri gömenlerdeniz, ya gömülenlerden, ya sessiz kalanlardan, ya ses çıkaranlardan. Bu hikayedeki yerimizi baş harfi büyük yazılan Müslümanlığımız belirlemiyor. Ama Müslümanlığımız hikayede aldığımız yerle “müslümanlaşıyor” ve bu ayrıcalık Müslümanlara ait değil. Cennette hiçbir kültüre özel yer ayrılmadı. Peki kim bu kız çocuğunu gömenler. Daha doğrusu Allah kimden failliği alıp mikrofonu mazluma uzatıyor? O ana kadar eylemde bulunan, hükmeden, yani gömen kim? Buna içinde bulunduğumuz dünyadan, materyal koşullardan cevap vermek zorundayız. Çünkü olaylar dünyada geçiyor. Tekrar etmekte fayda var; kız çocuğunu gömenler var, gömülenler var, izleyenler var, ses çıkaranlar var. Müslümanlıksa kafa kağıdımızdaki bir ibare değil; bu ayrımlarda, ezenle ezilen arasındaki pozisyonumuzda ortaya çıkıyor. Hiç değilse imtihanın çok önemli bir parçası bu.
Kapitalizmin yahut ataerkinin yıkıcılığının, doğayı insanı tahrip etmesinin, piyasa ahlakının karşısında bir dünya hayali; hem politik-dünyevi hem islamidir. İnsanlığın böyle bir canavara karşı hem düşünüş hem eyleyişinin bir birikimini ifade eden sosyalist veya feminist mücadelelerle İslam’ın ortaklaşması, benzer manalara gelebilmesi, birbirlerine indirgenmemesi ama sağlıklı bir bütünleşme sağlaması kadar doğal bir şey olamaz. Bu iddiaya karşılık “Müslümanlık bize yeter” refleksi hakikat temellük edici/kimlikçi bir tutuma denk düşer. Geniş anlamda islam’ı/müslümanlığı temellük eden, Allah’ın kullarının hikayesini ortak görmeyen, bir başka açıdan kendi üstünlük iddiası ile tevhidi bozan ve tevhid gereği mücadele edilmesi gereken bir kibirlenme haline işaret eder.
Tüm bunlarla beraber ‘La ilahe illa allah’ hala gelmiş geçmiş en güçlü politik zemin olarak duruyor. Tevhid eşitlik mücadelesinde var olur, hatta eşitlik mücadelesi de tevhidsiz eksiktir. İnsanlar eşit olmadıkça, birbirinin sesini kıstıkça ve ses kısmalar kurumsallaşarak zulüm sistemlerine dönüştükçe dünya kendi tanrılarını inşa eder. Bu konuya Fuat’ın yazısı çok doğru değiniyor. Benim hatırlatmak istediğim ise şu; islam ve siyaset arasındaki zorunlu ilişki, hatta yer yer eşanlamlılık tevhidin temel sonuçlarındandır.
Tevhid, müslüman için; ataerkiye, devlete yahut kapitalizme karşı mücadelenin güçlü zeminidir. Yani müslümanlık bu açıdan kendi politik zeminini hep arayan, tükenmeyen bir hakikati imliyor. Sosyalistlik ise tarihsel koşullara, zulüm sistemlerine bir çare arayışın; dünyadaki yalnızlığımızdan kurtulmanın; cemaatçi çareler aramanın; dayanışmanın serüveni. Ne çelişikler ne de başka alanların konuları… İslam ve siyaset gibi müslümanlık ve sosyalistlik de tam olarak aynı şeyi ifade etmeyen ama çokça eşanlamlı şeyler. Bu ikisinin yan yana koyulmasında değil, koyulamamasında problemi aramak gerekiyor… Ve hakikati temellük etme kibrinden arınmış, insanlığın bir parçası olmuş, ehli kitaplığı ile barışmış bir müslümanlık, yalnızca bu müslümanlıkla sosyalizmi yan yana getirmiyor; aynı zamanda müslüman için bir itikadi temizlenme öneriyor. Doğrusunu Allah bilir…
[1] https://www.emekveadalet.org/misafir-yazilar/musluman-sosyalistlerin-kuramsal-odevi-ne-yapilmali-nasil-yapilabilir/
[2]Müslüman Sosyalistler: Zulüm ve Tevhid Ekseninde Manevi Özgürlük Problemi:
https://www.emekveadalet.org/notlar/musluman-sosyalistler-zulum-ve-tevhid-ekseninde-manevi-ozgurluk-problemi/
*Bu yazı boyunca “İslam” kelimelerinin bir kısmının baş harfini büyük bir kısmını küçük yazdım. Bu bilinçli bir tercihti. Baş harfini büyük yazdıklarım daha çok kurumsallaşmış olan dar anlamda İslam’ı işaret ederken küçük harfle başlayanlar ise daha geniş olan islamı çağrıştıranlardır. Bazen iki anlamın birbirinden tam ayrılamadığı yerler oldu, buralarda hangisine yakınsıyorsa onu tercih ettim.
**Aynı durum “Müslümanlık” kelimesinin baş harfinde de geçerli. Büyük harfle başlayanlar kültürel Müslümanları, küçük harfle başlayanlar ise daha çok hanif manasına yakın anlamıyla müslümanı ifade ediyor.