Müslüman Kalmak Politiktir! (1)
Bu yazıda Müslüman olmanın/kalmanın siyasi karşılığına dair bir arayış dillendirilmeye çalışılacaktır.
Peygamber Efendimizin ömründe toplam on sekiz kere istişareyi topladığı rivayet edilir. Bu istişarelerden çıkan tüm kararlara uymuştur.[1] Medine’yi ilgilendiren kritik kararlarda, mescitte bulunan insanlarla istişare etmiştir. İstişare ile karar alma süreci bir şekilde Ali’ye kadar devam etmiştir. Bu durum bize iktidarın temerküzünün sakil, bölüşülmesinin ise asli olduğunu göstermek için yeterlidir. Sonrasında Muaviye ile birlikte İslam tarihi için iktidarın ve haliyle servetin temerküz etme süreci başlar. Ömer Bin Abdülaziz dışında emirlerin rızaları sorularak biat alıp göreve başlayan Emevi Sultanı olmamıştır. [2]
Müslüman toplumlarda devlet/iktidar temerküz ettikten sonra sivil halk kendisine fıkıh alimleri üzerinden, devletin/iktidarın güdümünde olmayan bir hayat alanı tesis etme yoluna gitti. Hutbelerde, sahabelere ve özellikle Ali’ye küfürler edilen bir zamanda iktidar dışında irade ortaya koymak için fıkıh kültürü ortaya çıktı.[3] İçtihat kurumunun baskın olarak yaygınlaşmasının nedeni , toplumsal meselelere cevap bulma ihtiyacı ve Peygamberin sünnetinin günden güne daha “soğuk” hale gelmesi nedeniyle oluşan ”boşluktu”. Sultanların (devlet/iktidar) cizye toplamak ve ganimet biriktirmek gibi amaçlarının baskın olduğu bir zamanda halkın karşılaştığı sorunlara kendi çözümünü üretmeye çalışması, Müslüman kalmanın politik tarafıyla ilgiliydi.
Sivil alanda yetişen, iktidar ve servet temerküzüne tamah etmeyen mezhep imamlarının toplum tarafından çekim merkezi olması, iktidarın temellük etme refleksini tekrardan ortaya çıkardı. Ancak bu talepler alimler nezdinde esaslı bir karşılık bulamadı. İmam-ı Azam ve diğer büyük mezhep imamları sultanın sarayındaki bir makama yüz çevirdikleri için şehit edildiler. İmamların içtihatları, özellikle İslam’ı yeni tanıyan toplumların Müslümanlaşmasında ve haliyle politik etki alanlarında ciddi karşılıklar buldu. Ebu Hanife’nin anadilde ibadet, amelin imanın şartı olması/olmaması, büyük günahlara yaklaşım gibi konulardaki içtihatları ciddi politik karşılıklara sahipti. Daha çok cizye toplamak için dinin şekil şartlarını dayatan bir devlet/iktidar yapısı içinde İslam’ın etki alanını genişleten içtihatlar, otoritenin etkisini kıracak niteliğe sahip oldu. Özellikle yeni fethedilen bölgelerde İslam’la tanışan toplumlarda Emevi anlayışından farklı içtihatlar ve yaklaşım ciddi karşılıklar buldu. İmam’ın talebesi olduğu bilinen Semerkandi’nin Horasan yöresinde İslam’ı yayan önemli bir figür olması bu anlamda oldukça manidardır.
İmam-ı Azam’ın talebelerinden İmam Ebu Yusuf’un Abbasi saltanatı döneminde Kadı’l-Kudât (Şeyhülislam, günümüzde Diyanet İşleri Başkanı) olmayı kabul etmesiyle devletin/iktidarın hem sosyal hem de entellektüel bir alana dokunan fıkhetme imkanlarını da temellük etme süreci, büyük bir eşiği atlatmış oldu. Bu süreç Selçuklu veziri Nizamülmülk ve Nizamiye medreseleri ile zirve noktasına ulaştı. Zira o tarihlerde Selçuklu Devleti oldukça büyük bir coğrafyada eğitim ve resmi dini algıyı kontrol etme imkanına sahipti.
Fıkıh etme kurumu da elinden alınan Müslüman toplum kendisine başka bir mecra aradı. O tarihlerde kendisini on iki imam ve Kerbela masumları metaforlarıyla motive eden halk, sonrasında Seyyidlik ve Şeriflik kurumları ile Ali’ye (ki tasavvufun kapısı olarak görülür) bağlayan sivil bir duruş olarak tasavvufi akımlara yöneldi. Hanefilik ve İmam’ı Azam’ın bir nevi şarihi (açıklayıcısı, şerhedeni) olan Maturidi’nin ortaya koyduğu birikim ve tasavvufi kültür mecz olarak, Horasan’da Hoca Ahmet Yesevi ile özellikle Türki topluluklarda belirgin bir etkiye kavuştu. Sonrasında Moğol istilası ile eş zamanlı başlayan Anadolu’ya (Batıya) doğru ciddi bir hareketlenme ve yayılma başladı. Tasavvufi ekoller, o tarihlerde devletin/iktidarın dışında geniş bir alan bularak İslam coğrafyasında baskın oldular. Yesevi’nin etkisi kimi zaman halkın teveccühünün dışından devlet ve iktidarın eliyle beş yüz yıl etkisini sürdürdü.. Zaman içerisinde devlet/iktidar ile uyumlu bir tarikat kültürü baskın hale gelmeye başladı ve sivil alanın devlet/iktidar tarafında temellük süreci işletildi. Ancak işin ironisi özellikle Anadolu’da devlete/iktidara karşı çıkmış olan isyanların hemen hepsi Yesevi etkisiyle bu topraklara taşınmış olan tasavvufi yapılar üzerinden olmasıydı.
Müslümanlıklarını devlete/iktidara temellük ettirmek istemeyen topluluklar, çeşitli sosyal meseleler ve gerekçeler nedeniyle bu topraklarda bir imar ve düzen sağlama sürecinde aktif bileşen oldular. Bu anlamda en göze çarpan yapılanma Anadolu’nun her tarafına yayılmış olan Ahilik örgütüdür. Toplumsal katılımı devletten/iktidardan daha başarılı şekilde kotarabilen bu yapılanmanın şehirlerdeki etkisini Osmanlı devleti bile uzun süre ortadan kaldıramadı. (Beyazıt’ın Ankara’yı Ahilerden aldığı ve Sultan II. Mehmet’in Ahi loncalarını kapattığı kayıt altındadır ve ayrıca dikkat edilmesi gereken eşiklerdir.)
Sivil alanda kalarak sisteme karşı pozisyon alan tasavvuf geleneği, sadece imar ve düzen sağlamak yoluyla değil ayrıca isyanlar ile de kendisine saf tuttu. Bu topraklardaki hemen bütün isyanlar devletin/iktidarın kontrol mekanizmalarına karşı tasavvuf geleneğinden beslenen yapılar üzerinden başladı. Ayrıca yine tasavvuf geleneğinden gelen ve sistem karşıtlığının en marjinal görünümünü sunan Batınilik de devlet/iktidar dışı bir arayışın ürünüydü.
Tarihsel olarak devam edegelen sivil kalma ve Müslümanlığı temellük edilebilir olmaktan çıkarma gayretleri halk kültüründe kendisini farklı formlarla da olsa var kılmaya devam etti. Kimi zaman gizlendi, kimi zaman isyan etti, kimi zaman Batıni yorumlarla kendisini gösterdi ancak hep var olmaya devam etti.
Toplumun temellük ve temerküze karşı sessiz ya da gürültülü bir tavır sahibi olduğunu, bu anlamda politik bir hat geliştirdiğini anlatmak için ortaya koyduğum bu tarihsel okuma elbette birçok tartışmalı alana değindi. Bu tartışmalı alanlar elbette günümüzde de varlığını devam ettirmektedir. Genel hatlarıyla bu şekilde özetlemeye çalıştığım tarihsel sürecin detayları için bu makale kafi gelmeyecektir. İleriki yazılarda bu girizgah üzerine konuyu hem güncele çekmeye hem de detaylandırmaya çalışacağım. Umarım, önemli bir tartışmayı beslemek için anlamlı olur.
İşlerin en doğrusunu Allah bilir.
[1] Örneğin Uhud Savaşı’nın nasıl yapılacağına dair kararı benimsememiş olmasına rağmen çıkan karara uymuştur. Ayrıca bu bağlamda Ebu Hureyre’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Rasululah’tan adamları ile daha çok istişare eden bir kimse görmedim” Tirmizî, Cihâd, 34.
[2] Amcasının oğlu Halife Süleyman bin Abdülmelik vefat ettikten sonra Ömer Bin Abdulaziz’i yerine önermiş ve halifeliği emirlerce kabul edilmiş olmasına rağmen biatlarını almadan halife olmamıştır.
[3) Muaviye’nin hicrî 41’de Kufe Valiliği’ne atadığı Muğiyre b. Şu’be’ye, fermanı yazdıktan sonra şöyle dediği aktarılır: “Senden birkaç şeyi yapmanı istiyordum, fakat zekâ ve yeteneğine güvenerek onları sana bırakıyorum. Ama bir konuyu ihmal etmiyorum, o da şudur: Sakın Ali’ye küfredip hakkında kötü şeyler söylemekten gafil olma. Osman’a acıyıp onun için rahmet ve bağışlanma dilemeyi unutma. Ali dostlarında kusur aramayı, onu kötülemeyi ve Osman’ın taraftarlarını övüp kendine yaklaştırmayı ihmal etme!” Tefsir-i Taberi, “Hicretin 51. Yılı Olayları” bölümünde, c.6, s.108; Tarih-i İbn Esir, c.3, s.302.