Muhafazakarlığa Dair
Muhafazakarlık ideolojiden ziyade bir hissiyat biçimi, duyuş, tavır ve tepki kalıplarıdır. Muhafazakarlık var olabilmek için tepkisini dile getirmek, derin hissiyatını ifade edebilmek durumundadır. Böyle yapınca yüzeye çıkabilir ve her yöne temayül edebilir. Devrimciliğin bağımlı değişkenidir. Devrimcilik neyi yıkmak istiyorsa onu koruyan, neyi söylüyorsa tersini iddia eden bir tavırlar bütünü.
Muhafazakar için geçmişteki her şey canlılığını korumaktadır ve geçmişin tarih, kültür, gelenek algısı ile inşa edilecek kurumlar şimdinin ıstıraplarına çözüm olacaktır. Geçmişin huşu, saygı, azamet, ihtişam ile ifade olunan muazzam gölgesi daima üzerimizde bize yol gösteren biricik değerlerdir.
Bu değerlere karşı oluşabilecek en uğursuz kelime inkılaptır. İnkılap her türlü aşırılığı, ucubeliği, köksüzlüğü çağrıştırır.
Muhafazakarlığı evrensel çapta bir hissiyatlar, tavırlar bütünü şeklinde anlayabiliriz; fakat her ülkenin kendi tarihsel şartları bu tavırların doğruluğunu ve şimdiki zamandaki pozisyonunu belirler. Türkiye’de muhafazakar topluluklar Kemalizm’e ve resmi ideolojiye karşı tepki geliştirirken aynı zamanda hem Türkiye’nin dönüşümünde önemli rol oynamış hem de karşı olduğuna benzemeye başlamıştır. Bütün günahlar Türk modernleşmesinin sakatlıklarına, köksüzlüklerine yüklenirken, yakındıkları Jakoben toplum mühendislerine benzeyerek sağ cenahta mühendis-teknokrat bir kültür oluşturmuşlardır.
Söz konusu ülke Türkiye olunca muhafaza edilen şey İslam ile ve İslam’ın şekillendirdiği var sayılan medeniyetle eş değerdir. Milliyetçi modernistlerle Müslüman Osmanlı tebaasının karşılaşmasında, tebaanın biraz haklı olarak tüm “devrimleri” İslam’ı yok etmeye yönelik girişimler olarak algılaması ve solun Kemalizm’le bitmez flörtü hem muhafazakarlığın –zaten doğasında embriyo olarak bulunan- sağcılaşmasını sağlamış hem de muhafazakarlığı memleket siyasetinin ana eksenlerinden biri haline getirmiştir.
Türkiye muhafazakarlığının başka bir boyutu da, ülkeyi kuran iradenin karşısında olması sebebiyle –kurulu düzene karşı olmak bağlamında- aslında devrimci bir tarafı olduğudur. Menderes-Özal-Demirel’den beri gelen ve bugün AKP ile süren muhafazakar siyaset memleketteki kimi dönüşümleri statükoya karşı gerçekleşmiştir.
Muhafazakarlığın liberallerle ve kimi solcularla ittifakı buradan anlaşılabilir. Türkiye’de muhafazakarlığın, kendi doğasına da aykırı olarak, dönüştürücü, yıkıcı bir yanı vardır. Liberallere olan ihtiyacı belki de bu korumak ile değiştirmek arasındaki gerilimden kaynaklanmaktadır.
AKP’nin yaptığı dönüşümleri uzun-uzun anlatmaya gerek yok. Ulusalcılarla yaşanan tartışma başlıklarında görebiliriz bu dönüşümü. Tabi hayatta da… Fakat bu dönüşüm liberalliğe mahkum olduğu için kapitalizmin tam manasıyla hegemonyasını yani emekçiler üzerinde itaatin ve rızanın kurulmasını sağlamıştır. Yani Cihan Tuğal’ın deyişiyle Türkiye’de laik kapitalizmin hegemonik hale gelebilmesi, yani kitlelerin rızasını kazanması, ancak İslamcılığın yarattığı mobilizasyon sayesinde gerçekleşebildi. Türkiye’nin laik yöneticileri, bu rızayı İslamiyet’in desteği olmadan sağlamakta aciz kalmışlardır.
MUHAFAZAKAR DOĞRUNUN DERİNLİĞİ VE ADALETİ
Muhafazakar doğrunun alalade bir gerçekçiliğe dayanması, sadece karşı çıkmak, sinizme kayan bir duruş göstermek tarzında meseleleri basitleştirmesi yeni bir dünya arayışının türlü imkanlarının mahkum etmesine yol açmıştır.
Süleyman Seyfi Öğün muhafazakarlığı değerlendirdiği makalesinde(1) muhafazakar doğrunun derinliğini ve adaletini sorgulamış. Muhafazakarlığın gözünde ideolojik dünya özünde aşırılık ya da hesapsızlık içerir. Devrimci yıkıcılık, ideolojik eylemin doğasında vardır. Devrimci ideolojik eylem, içerdiği bu aşırılık yüzünden kaçınılmaz olarak Makyavelci bir çizgiye kayacak; araç ve amaç bağını dikkate almayan bir sorumsuzluğa dönüşecek; insanlığın ya da uygarlığın tarihsel birikimleri üzerinde telafisi güç tahribatta bulunacaktır.
Muhafazakarlığın bu kanaati devrimci eylemin, insanlığa yüklediği maliyeti esas alan bir tecrübenin gözlemlerini ifade eder. Bu tespit ve gözlemlerin doğru olduğu çok zorlanmadan söylenebilir. Fakat bu doğruyla nereye gidilebilir?
Süleyman Seyfi Öğün , muhafazakar doğruların bir noktadan sonra bir basitçiliğe dönüştüğünü düşünüyor. “Çünkü” diyor, “bir kere düz ve açık gözleme dayanması itibariyle muhafazakar doğrunun elde edilmesi kolaydır. Mesela Fransız devriminden 1917 Sovyet devrimine uzanan çizgide modern bir siyasal iddia olarak devrim girişimlerinin sonuçlarını muhasebeleştiren bir bakış, söz konusu kanaatleri kolaylıkla elde edebilir.”
Bu doğrular doğru olmakla beraber en az iki noktada sorunlu bir hal almaktadır. Bunlardan ilki, muhafazakar doğrunun, dönemsel olarak soğuk savaş gerilimleri içinde önce “Devrimler kötü, devrimciler hasta ruh sahibi insanlardır” mealinde, kaba bir genellemeye; oradan bir ezbere dönüştürülmesiyle alakalıdır. Muhafazakar doğruyu ezber kılan bakış mesela Mc Carthy tarzı anti-komünist kampanyalarda olduğu üzere bir siyasal paranoyaya ve bir tür modern cadı avına dönüşebiliyor.
Muhafazakar doğrunun kemikleşmesinin doğurduğu ikinci sorun ise, ilkinden daha kalıcı olarak siyasal devrimciliğin kozasında şekillendiği, ama sadece siyasal devrimcilikle özdeşleştirilemeyecek olan bir duruşun imkanlarını toptan karartmasıdır. Bu duruş radikal olarak tanımladığımız duruştur.
Radikal duruştan kastedilen derin bir farkındalık ve kavrayış üzerinden, tarihe bütünlüklü bir müdahalede bulunmanın imkanlarını ifade eden duruştur. Siyasal devrimcilik, çok da anlamlı bulduğumuz ve bir tarihsel fırsat olarak algıladığımız radikal duruşun seçeneklerinden sadece birisidir. Bir bakıma radikal duruşun, 11. Tez’de çok açık görüldüğü üzere aceleye getirilmesi ya da kestirmeciliğe havale edilmesiyle alakalıdır. Bu acelecilik ya da kestirmecilik, muhafazakar doğrunun haklı olarak dile getirdiği üzere, radikal duruşun iç muhasebesini aksatan, araç-amaç bağlantısının ıskalanmasına yol açan sonuçlara evirilmesine yol açmıştır. Aslında bir bakıma, devrimcilik radikalliğini tam da böyle olmakla; mesela geçmişi ıskalamasında ve ahlaki tutarlılığı gevşetmesinde yitirdi. Ama siyasal devrimcilik, radikal duruştan türeyen yegane eylem olmak zorunda değildir. Muhafazakar doğrunun baskılamaları yüzünden artık gözden düşmüş, hatta radikal duruş ve bunun imkanları tartışılmaya değerdir. (s.12-13)
Muhafazakar doğrunun her zaman adil olmadığı ihtimalini düşünmek gerekir. Neticede muhafazakarlık devrimciliğin bağımlı değişkeni olması sebebiyle bir savunma halidir. Devrimcilik yanlış eylemiş, muhafazakarlık ise yapılanın yanlışlığı üzerinden doğru söylemiştir. Daha iyi bir dünya adına deviren, sadece yıkıcı bir eylem sergilemekle kalmıştır. Peki muhafazakarlık ne yapmıştır? Muhafazakarlığın eyleme dünyasında, ne muhafaza edilebilmiş, daha doğrusu ne gerçekten muhafaza edilmek istenmiştir?
TEKNO MUHAFAZAKARLIK YAHUT NEYİ MUHAFAZA EDİYORSUN?
Muhafazakarlığı modernliğin karşıtı olarak düşünebilmek, özellikle kapitalizmin yarattığı dönüşümde muhafazakarlığın rolü göz önüne alındığında güçleşiyor. Karl Polanyi, kapitalist ekonomik düzen anlayışına dair şimdiye dek yapılmış en güçlü eleştirilerden biri olan “Büyük Dönüşüm” adlı eserinde ekonomik liberalizmi karşı çıkılmaz bir güç konumuna getiren, etmenin zıt görüşler arasındaki uyum olduğunu yazar. Rasyonalist-reformistlerle Burke gibi bir muhafazakarın ortaklaşa kabul ettikleri şey (kapitalizmin ilericiliği, yoksulluğun ilerlemenin bir parçası ve toplumda yaşayan, karşı çıkılamaz doğa olduğu vs.) otomatik olarak tanıtlanmış görülmüştür. Bu durumda muhafazakarlığı “büyük dönüşüm”ün müzmin düşmanı olarak gösteren yorumların inandırıcılığı ciddi bir yara almaktadır.
Muhafazakarlık bir burjuva anlayışı olarak ana akımı temsil eden ve şimdi Türkiye özelinde modernliğe karşı durmak şöyle dursun onu besleyen bir hal almıştır. Yeni muhafazakarlık teknokrat ve otoriter karakteriyle büyük bir dönüşümü ve fakat hiç de muhafazakar olamayan bir dönüşümü sağlamıştır.
Muhafazakarlık doğaya araçsal bakışta, modernlik tarihinde şampiyonluğu kimseye kaptırmayan ilerlemeci liberalizmi ve reel sosyalizmi de solladı. Doğayı geri dönülmez biçimde yok eden HES’ler, nükleer santraller, yeni yapım oto yollar, sahillerin metalaştırılması, doğanın özelleştirilmiş madenciliğin insafına bırakılması ve diğerleri, muhafazakarlığın doğaya Tanrı vergisi biçiminde ya da herhangi bir etik değer açısından değil tamamen araç olarak gördüğünü kanıtlayabilecek örneklerdir.(2)
Muhafazakarlığın hiç de doğasına uygun olmayan bir iştahla inşaat sektörü başta olmak üzere tüm alanlarda saldırganlığı düşünüldüğünde pek de muhafaza etmediğini görüyoruz.
SONUÇ
Sonucu yine Süleyman Seyfi Öğün’ün tespitiyle yapalım: “Yeni muhafazakarlık, burjuva dünyanın içinde, tüketim kapitalizminin orta sınıf üretme kapasitesi arttığı nispette derinleşecek, kapsama alanı artacaktır. Bu lümpenleşmedir. Lümpenleşmedir, çünkü ilkeler, reel politik gerçekçilik, günlük hayatçılık, hedonizm, eğreti çocukluk, iktisadi akılcılık, teknolojizm, ve benzerlerinden yeni bir hayat kurma iradesi çıkmıyor. Bu sadece radikalliğin imkanlarını boğuyor.”
1) Süleyman Seyfi Öğün, “Lümpen Muhafazakarlık Üzerine”, Doğu Batı sayı:58, 2011
2) Fırat Mollaer, “Klasik Muhafazakarlıktan Tekno-Muhafazakarlığa: Tanım sorunları, Temeller ve Değişmeler”, Doğu Batı sayı:58,s.70
“Türkiye’nin laik yöneticileri, bu rızayı İslamiyet’in desteği olmadan sağlamakta aciz kalmışlardır.” Çok doğru. Belki daha doğrusu ve çarpıcı olanı, sermaye-hegemonya, müslümanlar ve/veya muhafazakârlar katılmadan kurulamazdı.