Mon Petit Kayyum
“Ağlarsa anam ağlar, ağlarsa anam ağlar, ağlarsa anam ağlar, ağlarsaaa anaam ağlarrr” diye anamı ağlatan bir sesle, aslında tatlı bir öpücük gibiydi bu ses, ah o sesteki düzensizliğe ben kurban olam, uyandım. “Hay senin gibi” diye bir peşrev çekip ağır ve sessiz ve bilhassa sakin adımlarla lavaboya doğru ilerledim. Fayansları hisseden ayaklarımla fayansları düşündüm, suya dokunan ellerimle suyu düşündüm. Aynada yüzümü süzdüm de süzdüm.
Mutfağa doğru ilerlemek için adımımı atınca adımlarımdaki rahatlığı hissettim. Bir boşluk hissi ile irkildim. Boşluk derken depresif anlamda alınmasın. Hani sırtında bir yük gibi taşırsın bir şeyi. Sonra onu bıraktığında bir ferahlık gelir.
Hani hiç onsuz olmayacakmış gibi hissettiğin bir saçmalıktan kurtulunca aslında vücudunun daha hafif olduğunu hissedersin. Öyle bir şey.
Verdiği ferahlığa rağmen boşluk hissi tedirgin de edici. Elimi, başımı, götümü yokluyorum. Eksik bir şey mi var? Ayna karşısına geçip kendimi süzüyorum, tam takır ortadayım.
Olmadı. Bir şey eksik ama.
Koşup mavili sakal tıraşı aynamı alıp kafamın arkasına bakıyorum, yok bir eksiklik yok. E bu hafiflik nerden? Çaresiz, eksikliğimle birlikte tabureye çöküyorum. Sanki birazdan kıçım kendiliğinden tabureden havalacakmış gibi hafiifim. Sanki tabureyi de kendimle çekeceğim, binayı, apartmanı, şehri, ülkeyi. Bir hafiflik ki sorma gitsin.
Yerçekimi kanunları iptal mi oldu? Herşeyin mümkin olduğu bir çağda neden olmasın.
Bir garaibatın içinde olduğumu fark etmeme rağmen bu sırra eremiyorum gidiyor.
Deli gibi de açım. Göbeğimi hafifçe sıvazı sıvazı sıvazlayarak bakkala gitmeye karar veriyorum. Ağlarsa anası ağlayan adamın önünden geçip mahallemizin bakkalına vasıl olacağım.
Anahtarımı unutmamam lazım. Ceplerimi yokluyorum. Cepte yok, içeri giriyorum ki anahtarı bulayım. Evimin kıllı kedisi yeni uyanmış benim gibi geriniyor. Ama bir acaiplik var. Kedinin sırtında kendi gibi ufacık bir kedi oturuyor. Sanki nasıl desem bir tür taht gibi, bir tür makam koltuğu gibi bir şeyin üzerinde bir kedicik. “Holy Shit!!” diyorum. “Bu nedir be kardeşim!” Kediye yanaşıyorum temkinli temkinli, her an bu işin arkasından bir siyonizm oyunu çıkabilir gibi. Üstteki minyatür kedi hafif bir şeyler mırıldanıyor. Kendinden çok emin bir tipe benziyor. Normal kedilerden tek farkı bıyıklarının biraz derinden kesilmiş, geride var ile yok bir bıyıkcık kalmış olması. Fındık mı desem, badem mi desem, kuruyemiş adı yakışır türden.
“Vays” deyip kafayı yediğimi düşünüyorum. Önce hafiflik sonra bu küçük şeytan. Yarabbim bu ne böyle deyip tahta kurulmuş kediye dokunmaya kalktığımda tepedeki bir şeyler mırıldanıyor ve benim kedi üstüme saldırıyor. Ellerime yapışıyor hayvan. Dişlerini etimde hissederken tüm barışçıllığımla tek bildiğim savunma yöntemini izliyor ve Bakara Suresi 18. ayeti hızlıca üç kere okuyarak kaçıyorum.
Anahtarı da almadan kapıyı açık bırakıp dışarı çıkıyorum. Hay kör şeytan! En iyisi böylece aşağı inip geleyim kapı açık kalsın diyorum. Ya hırsız girerse?
Şansıma komşularımı muhabbet ederken görüyorum. Oh ne güzel! “Ayten Abla bi çıkıp gelcem, bakargörür olur musunuz? Anahtarı bulamadım da…” diye söylerken istemsizce ağzımdan bir iki kelime daha çıkıyor “yok artık!” Ayten ablanın da saçlarının tepesinde ufacık bir Ayten Abla daha var. Tepedeki Ayten Abla aşağıdaki büyük Ayten Ablaya hükmediyor. Üstteki Ayten alttakine bir şeyler fısıldıyor. Ayten Abla bana dönüp “tabe canım, had git gel sen” diyor.
Ayten abla kafasına mal gibi baktığımı görüp bir terslik olduğunu fark ediyor. “CNM bir şey mi oldu?” “Abla yok” diyorum, “sanırım biraz açım”.
Şaşkınlıktan anası ağlayan adamı bile duymadan bakkala varıyorum ama yuh artık. Bakkal Mırad’ın kafasında aynı kendisinden, aynı onun beresini giyen küçük bir Bakkal Mırad daha. İkisini de para sayarken yakalıyorum. Televizyonda Zuhal Topal’ın evlendirme programı açık. Ve şaşırmayacaksınız, televizyondakilerin de kafalarında birer tane kendi ufaklarından var. Hatta televizyonun bile kafasında bir tane ufak televizyoncuk var. Sürekli cızırtılı sesler çıkarıyor.
“Mırad Abi” diyorum. Ben pek iyi değilim. Herkesin kafasında kendisinden bir tane daha görüyorum diyorum. Mırad abi “evlenince geçer yea salla” diyor. “Ajsan ondan olur, al yi şundan hemen geçecek” diyor. Yi diye verdiği ekmeğin üstündeki ekmeğe bakıyorum aval aval.
Korka korka ekmeği de almadan eve dönüyorum. Kafamda dönenlerin haddi hesabı yok. Kafamda kırk tane tilki + bu tilkilerin kafalarındaki kırkar tane tilki dönüyor ve bu 40 üssü 40 tilkinin kuyrukları birbirine değmiyor. Öyleyse diyorum benim kafamda da bunlardan bir tane olmalı. Aynaya tekrar baktığımda göremiyorum onu.
Düşündükçe sesler ve renklerde boyut değişimleri gözlemleniyor. Eşik altı sesler, eşit üstü sesler, eşik tırmalayan sesler. “Kabul et”, “dediğimi yap”, “kayyumunum lan ben senin eşşek”. Nayır, nolamaz, herkesin tepesindeki ufakçığın sesini duymaya başlıyorum.
Bu seslerden nasıl kurtulabilirim. Kayyumların gazabından nasıl kurtulabilirim. Önce kendi kayyumumu bulmam lazım. Şüphesiz ki o bana doğru olanı, ne yapmam gerektiğini söyler. Herkesin durumu buysa ben tek başıma nasıl idare ederim ki! Nerdesin benim küçük kayyumum.
Önce onu ilanlar bastırarak aramak istiyorum. Ama kayyumsuz olduğum bilinirse bu tehlike oluşturabilir. Belki oluşturmaz da. Canım ben nerden bileyim ki bunlar kayyumluk sorular. Kayyumum nerdesin.
Kafayı yemek üzereyken ince sesli hıçkırıklar işitiyorum. Sesi takip ediyorum ki aynı bana benzeyen bir cingidaş kalorifer peteği üzerine oturmuş gemiklerini ısıtarak ağlıyor. “Oh kayyumum, neredeydin?” diyorum. Küskünce cevaplıyor “sen kafanın dikine giderken iyiydi değil mi?” diyor. “Kayyum varken özgür değilim, ben de kendi kararlarını veren bir birey olabilirim dedin. Senin kedilerden, köpeklerden, belediyelerden nen fazla ki olum kayyumla özgür olmadığını düşünüyosun?”
Cevapsızım
“Sensiz hiçbir şeyin tadı yok” diyorum. “Özgürlük ne ki zaten!”
Bilgece başını sallıyor kayyumum: “Havaya atılan bir taş konuşabilseydi eğer, kayyumumdan emir almadan hareket ediyorum derdi” diyor.
Sarılıyoruz.
*Öne Çıkan Görsel: Edward Munch, The Scream