Mısır – Gezi Kıyaslarının Mantığı
Gezi eylemleriyle başlayan dalgada tarihsel hafızada tetiklenen ayrım hattı neyse, o hat her yeni toplumsal-siyasal olayda yeniden üretiliyor. Bu tür durumlarda, sadece tarihsel hafızayı değil aynı zamanda o hafızadan medet uman siyasi aktörlerin kurucu ve işletici teknikleri ve güçlerine de bakmak gerekir. Çünkü hafıza, tek başına sadece işaret eder ve çağırır. Ama hemen arkasından sükûnetle ya da şehvetle düşünmeye başlayan ve ayrım hattını geçmişe referansla yeniden kuran, hafıza değil hafızayı taşıyan aktörün kendi geleceğine yönelik irade ve terbiyesidir.
Bizim zihinsel kalıplarımızı zorlayan iki büyük olay arka arkaya yaşandı. İlki; Mayıs sonu itibariyle Taksim Gezi Parkı’nda başlayan ve Türkiye’nin ciddi bir kısmında çeşitli ayrım hatlarının üstüne oturarak yayılan 20 günlük bir toplumsal eylemlilik süreci ve tepki olarak gelişen Ak Parti mitingleri, ikincisi ise; Kahire’de 2. Tahrir eylemleri ile başlayan, meşru hükümetin askeri cebir yoluyla devrilmesine giden ve Adeviyye’de kendini yeniden kuran bir siyasi iradenin darbenin meşruiyetini bitirdiği toplumsal eylemlilik silsilesiydi.
Bu iki olay silsilesinin, çoğu aktör tarafından siyasi pozisyonların tahkimine yönelik olarak her platformda yeniden birbiriyle ilişkili şekilde yorumlandığını görüyoruz. Ama bu yorumların genel özelliği, iki özel toplumsal-siyasal olayın hususiyetinin lağvedilmesi ve toplumsal olanın siyasi aktörlere öğreticiliği atlanarak bir “düşmanlaştırma” eylemine katkı yapması.
Tabii ki bunu söylerken, Türkiye’den konuştuğumu ve Türkiye’den konuşan aktörlerin söylemine yönelik bir dikkati belirtik kılmaya çalıştığımı hatırlatmalıyım. Burasıyla ilgili ve burasıyla sınırlı bir analiz bağlamı kurduğunun farkında olmak, her şeyden önce Mısır’da ısrarla güçlendirilen meşruiyet iradesine saygı için de öncelikli bir gerek şarttır. Buradaki yorum, Gezi Parkı sürecine dayalı kamplaşmanın Türkiye içinde ürettiği ikilikler bağlamında anlamlı olabilecek bir pratiktir. Bu haliyle aslında yorumlama pratiklerimizin, çoğunlukla Mısır bağlamında devam eden süreçten bağımsız ve Türkiye’deki gerilimde tuttuğumuz hatla ilişkili olduğunu iddia ediyorum. Bu nedenle, yorum pratiğimizin, burasıyla ilgili amelimizin sahihliğine ve gücümüz itibariyle Mısır’da beliren iradeye hayırlı katkısı, ancak hınçlarımız ve nefretlerimizin terbiyesi ile mümkün olacaktır.
Bu tutumun, teorik doğruculuğa önem veren bir yerden kurulamayacağını düşünüyorum. Aksine basiret ve adaletin “fıkhetme”de tuttuğu yerin önemini görerek, nefsini terbiye eden her müslümanın dünyaya karşı göstermesi gereken rikkatle mükellef olduğumuz için buna mecburuz. Her şeyi yerli yerine koymak, kendisi ile beraber her şeye ve herkese karşı adaletli olmanın şartıysa ve adalet, imanın mecburi sonucuysa; her düşüncenin, sebep olduğu sonuçlar itibariyle hesaba çekilmemize neden olacağını hatırlayarak bütün yorum pratiğimizi sorgulayabilmeliyiz.
Bunları söyledikten sonra artık kendini çokça dayatan Mısır-Gezi kıyaslarının genel işleyişine bakabiliriz. Gördüğümüz bazı yorum tipleri kendini birçok yerde tekrar ediyor ki, bu benzeşmelerin nedeni aslında Mısır’daki darbe (ikinci olay) karşısında, öncesinde Türkiye’nin iç siyasetinde ciddi bir gerilime neden olan Gezi sürecine (birinci olay) ilişkin tavırların yeniden üretiliyor olması. Bu haliyle, çok az yorum salt Mısır’ı düşünmeyle ilişkili olarak kendi bağlamını kurmuş durumda. Hatta birinci olay nedeniyle oluşan tutumların siyasi hasıma sürekli hatırlatılması, Mısır darbesine dair bağımsız bir bağlam kurmayı zorlaştırarak, çoğu kişiyi refleksif tutumlara da yönlendirebiliyor.
Bunu anlamak için Gezi sürecinin Türkiye’de hangi ayrım hatlarını keskinleştirdiğine ya da yeniden hatırlattığına, kutuplaşma aracına dönüştürdüğüne bakmak gerekiyor. Bu haliyle de Gezi sürecini Taksim Gezi Parkı alanından daha geniş bir bağlama taşımak gerekiyor. Çünkü herkesin rahatlıkla görebileceği gibi, Gezi Parkı’nda başlayan eylem kendine dair nasıl bir duygusal döngü ve özsellik üretmiş olursa olsun, hakkında oluşan algı bundan daha fazla veya başka bir şey oldu. Aynı zamanda tetiklediği eylem dizileriyle de çeşitlenerek ulusal alana yayıldı. Bu eylemlilikler, Taksim dışındaki alanlarda çoğunlukla Ak Parti-CHP seçmen tabanı farklılığının üzerine oturarak, sünni-alevi, modern-muhafazakar ayrımını görünür kılmaya çabalayarak ilerledi. Hatta bazı noktalarda buna eski elitlerin ve sosyal şebekelerinin geniş halk kitlelerine yönelik öfkelerinin de eklendiğini unutmamalıyız. Gezi süreci bu haliyle; Taksim’de üretme iddiasında olduğu çoğulculuk ve katılımcılık değerlerinin, gençlik formülasyonlarının, hiyerarşisizlik özleminin aleyhine çalışan öznelerle birlikte yayıldı. Tabii ki çevreye bu şekilde sıçrayan eylemlilikler sonucunda, başlatıcı merkeze ilişkin algılar da, çoğunlukla yaygın alandaki aktörlere ilişkin tarihsel farklılık üzerinden kuruldu.
Mesele sadece algının kendine tarihsel farklılıklar üzerinden kaynaklar bulmasıyla ilgili değildi. Bu algının siyasi aktörler tarafından nasıl yönetildiği daha önemli bir sorun olarak burada beliriyor. Gördüğümüz kadarıyla Gezi Parkı eylemcileri bu algı yönetimi işini biraz da eylem alanında kazanılmış özgüven nedeniyle pek ciddiye almadılar. Daha sonra bunun önemini fark edenler ise ya güçlü operasyonel araçlara ya da toplumsal şebekelerle güçlü bağlara sahip olamadıklarından istediklerini başaramadılar. Fakat bu dönemde hatırlamamız gereken şey, güçlü bir imge olarak Tahrir (buradaki atıf, 1. Tahrir eylemlerinedir) ile Gezi arasında bir özdeşlik kurulmasıydı (Mısır-Gezi kıyasında 1. evre).
Buna karşın eylem dizisinin kendisine yöneldiği Ak Parti hükümeti, Başbakan’ın Tunus gezisi dönüşüyle büyük bir algı biçimlendirme operasyonunu başlattı. Operasyonda dile getirilen unsurların siyaseten ne düzeyde gerçek olduğunu tespit edebilecek kadar veri sahibi olamadığımız için bununla ilgili konuşmamıza gerek yok. Çünkü bütün gerçek olguların siyasi liderler tarafından dile getirilmediğini de bildiğimizden, yararlılık gözetilerek zikredilen gerçek ya da hayali olguların siyasi algılarımızı ne tarzda biçimlendirdiğini ve gündelik hayatımıza ne eklediğini daha önemli kabul etmeliyiz.
Ak Parti’nin, lideri aracılığıyla, etrafında kenetlenen kesimlere aktardığı hikayenin temel iki unsuru vardı. Bunların ilki, halka yabancı/düşman eski elitlerin, meşru yolla ve halk iradesiyle iktidara gelmiş bir siyasal kadroyu yok etmek istediği; ikincisi ise, eski elitlerle iş tutan batılı küresel aktörlerin güçlenen bir Türkiye’nin gücünü kırıp onu krize çekmek istediği. Bu kurguyu oluşturan kodların hiçbirine geniş muhafazakar halk kesimleri yabancı değildi. 28 Şubat tecrübesinden öte toplumsal hafızanın hala hatırda tuttuğu Tek Parti dönemi uygulamaları bu hikayenin tutması için mümbit bir toprak olarak iş gördü. Fakat daha önemlisi, Gezi süreci boyunca uyarılmış bir tedirginlik vardı ve bu tedirginlik, kurulan hikaye aracılığıyla, herkese siyasi faillik atfeden bir role çağrı ile teskin ediliyordu. Bu hikayenin, herkese kendi öznelliğinde, kendini temsil eden lideri koruma iradesi veren, siyasal bir faillik ve amaç sunan içeriği; sıradan öznelliği yani karşı-meydan siyasallığını koruyucu bir konuma yükseltmekle kalmadı, aydınların yorum pratiğini de hayati bir siyasi eylem olarak kodladı.[1] Tabii ki büyük bir gerilimin ardından ortaya çıkan ve teskin edici rol oynayan kurucu hikaye, aktive ettiği enerjiyi, istese bile, kısa sürede alandan çekemeyecek görünüyor.
Mısır’da 2. Tahrir eylemleri[2] ise tam bu hikayenin üretildiği siyasi bağlam üzerine denk geldi. Bu eylemlerin ilk başta güçlü bir halk refleksi olarak görünürleşmesi, Türkiye’de Gezi eylemcilerinin kendilerine haklılık biçecekleri ve moral destek alabilecekleri bir ulus-aşırı özdeşleşmeye kapı açtı. Ayrıca 2. Tahrir eylemlerinin, İslamcı bir hükümete karşı yürütülen bir muhalefet hareketi olması bu özdeşleşmenin temel kolaylaştırıcısıydı. Mübarek’in çöküşü öncesinde, Ak Parti hükümetinin risk alarak gösterdiği bir dış politika tutumunu “İslamcılara destek” olarak okumak isteyen bazı yorumcular da yine bu 2. Tahrir eylemlerini İslamcılığın bölgesel çöküşü olarak yorumlamaya kalkışınca, Mısır ile Gezi arasında ikinci kez paralellikler kurulmuş oldu (Mısır-Gezi kıyasında 2. evre).
Fakat Mısır eylemlerinin Türkiye’ye yansımasına bu noktadan sonra iki evre daha eklemek gerekiyor. Takip eden üçüncü evre, 2. Tahrir’i gerekçe kılan ordunun Mısır’da Mursi’ye karşı darbe gerçekleştirmesi ile başlayan süreçti. Bu sürecin belirleyici özelliği, yeni bir meydanda kurucu iradenin kendini ısrarla açığa vurmasıydı. Dördüncü evre ise darbeye karşı meydan siyasetini yükselten halkın Adeviyye Meydanı’nda daha önce benzerini görmediğimiz bir katliama maruz kalmasıyla başladı. Bu evre uzun süre devam edecek gibi görünüyor.
Yukarıda aktarılan her dört evrede, Türkiye’de yapılan Mısır-Gezi kıyaslamaları belli özellikler gösterdi. İlk evrede Türkiye’deki siyasal değişim sürecinin normalliği ve kendiliğindenliği, buna karşın Mısır’da siyasal alanın bir despota ve onun gölgesine münhasır kılınması arasındaki fark atlanarak[3]; toplumsal muhalefetin güçlü bir liderin şahsına yönelmesi ortaklığında bir özdeşlik kurulmuştu. Gezi eylemcileri, bu özdeşlikle küresel düzeyde ses getirmiş ve Türkiye’de de olumlu içeriğe kavuşmuş Tahrir imgesinin gücünden yararlanmaya yönelen bir süreç işlettiler. Tartışmanın Anti-gezici kutbunda ise Gezi’nin niçin Tahrir olamayacağına yönelik bir yorum pratiği, eylemlerin ‘despotik yönetim özlemciliği’ olarak okunması üzerinden karşıt şekilde yapılandı.
İkinci evreye geldiğimizde, Gezi eylemleri sonlanmış, buna karşın Ak Parti’nin karşı mitingleri halk tepkisini soğurmuştu. Ayrıca liderin gücünü teyit edecek bir boyutta gerçekleşen bu mitingler muhafazakar kesimde tedirginliğin dizginlenmesini de sağlamıştı. Fakat bu evrede de psikolojik üstünlüğün Gezi eylemcileri ve destekçilerinde olduğunu unutmamalıyız. 2. Tahrir eylemleri ile başlayan bu evrede kurulan Mısır-Gezi kıyaslamaları ise daha çok aynı amaca yönelmiş eylemsel birliğin hayali ulus-aşırı bir sürekliliği olarak karşımıza geldi. Bu evrede Gezi eylemcilerinin sert bir polis zoruyla park alanından çıkarılmasına duyulan öfke, kendini 2. Tahrir eylemcileriyle özdeşleştirerek İhvan hükümetine yönlendirildi. Aslında mesele İhvan’ın halk karşısında yenilgisi isteği üzerinden Ak Parti’ye yönelen hıncın tatmini çabasıydı. Anti-gezici kutbun bu evredeki tavrı çoğunlukla ilk evrenin devamı gibiydi fakat ciddi bir şaşkınlık devam ediyordu. Bunun nedeni ise muhalife veya mağdura karşı devletin ölçüsüz dilini ve gücünü destekliyor olmanın doğal sonucu olarak, ahlaki bağlamın kırılganlığının seziliyor olmasıydı.
Üçüncü evre, Türkiye’de bir değişimin olmadığı ve Sisi’nin darbeyle hükümeti düşürmesi sonrası Mısır’da muhalif-muktedir rollerinin değişiminin gerçekleştiği bir bağlamda düşünülmelidir. Türkiye’de herhangi bir değişimin olmamasına rağmen bu evrede Mısır-Gezi kıyaslamaları doğrudan içerik değiştirdi. Mısır’da darbe ile hükümetin düşürülmesi ve Mısır halkının soğukkanlılıkla meşruiyetin ilksel kökenine müracaat etmesi, Türkiye bağlamında kıyas yapanların da savunmacı-saldırgan rollerinin değişimini sağladı. Bu evrede; bazı Gezi eylemcilerinin, askeri darbenin olası sonuçlarına yabancılığı ve aceleci yorumları ile zaman zaman anti-islamcılıktan da beslenen ve askeri müdahaleye özgürleştirici rol atfeden beyanları, Anti-gezici cephede başka bir toptancı eğilimin boy göstermesini kolaylaştırdı.[4] Ak Parti’nin tarihsel hafızadaki ayrımı tetikleyen, yukarıda aktarılan kurucu hikayesi de bu darbeyi Türkiye bağlamına tercüme etmekte hiç zorlanmadı. Mısır’da eski elitlerin iktidar şehveti ve hak gaspı, Gezi eylemleri ile tetiklenen sürecin arzulanan sonucu olarak tanıtıldı. Bu algının yayılımı sanılandan daha hızlı oldu. Bu haliyle Ak Parti liderinin basireti ve dirayeti, kendiliğinden Türkiye’yi Mısırlaşmaktan kurtaran bir konuma çekildi.
Üçüncü evrede aktarılan bu değişim, Anti-gezicilere darbe muhalifi konumundan konuşma avantajı getirdi. Bu avantaj onlara, Gezi eylemcilerini, kötülük niyetini baştan beri hep içinde taşımış bir toplumsallık olarak tanımlama özgüveni verdi. Psikolojik üstünlüğün Anti-gezicilere geçtiği bu evrede, Gezi eylemcilerini tövbeye ve pişmanlığa çağıran beyanlara çokça rastladık, hatta ötesinde tövbe etse bile nefretin hedefi kılınmaktan vazgeçilmeyeceklerini gösteren tatminsiz kinlerin açığa çıktığına da şahit olduk. Buna karşın, Gezi eylemcilerinin bir kısmı, Gezi’de belirdiğini düşündükleri toplumsallığın özsel niteliğinin aynı zamanda darbe karşıtlığı olduğunu beyan ederken, bir kısmı ise Mursi’nin otoriterliği iddiası üzerinden yorum çabasını sürdürdü ve darbeye mecburi bir karşıtlık talep edilemeyeceğine yönelik pozisyonu savundu. Bu evrede Mısır-Gezi kıyasları daha yoğun ve açık şekilde Türkiye-içi politik bir tartışmanın unsuruna dönüşmüş oldu.
Dördüncü evre, Mısır’daki katliamla başlayan sürecin aslında sözü işlevsizleştirdiği noktaydı. Katliamın büyüklüğü ve pervasızlığı, siyasi bir gücün, toplumuna yabancılaştığı noktada, nasıl sonlandırılamaz bir caniliğe açılabileceğini gösterdi. Fakat Türkiye bağlamında yürüyen tartışma maalesef böyle bir hatta hiç yanaşmadı. Bunun yerine, bizden olmayan bir iktidarın kötülüğü ve buna karşın bizden olan bir iktidarın eleştirilemezliği hattına çekildi.[5] Bunun sonucu olarak üçüncü evrede zaten güçlenmiş olan Mursi-Erdoğan özdeşliği; Anti-gezicilerin, uluslararası komplonun ikisini de hedeflediği yönündeki algısını kesinliğe kavuşturmuş oldu. Sarsılmaz bir gerçeklik algısı, aynı zamanda darbecilerle özdeşleştirilen Gezi aktivizmine yönelen bir öfkeyle birleşti. Anti-geziciler için kampın karşı tarafı, artık vahşiliği ispatlanmış bir hak gaspı eylemliliği ile karakterize edilir oldu. Geziciliğin işaretinin vahşet olarak kodlanması sonucu, kendisine yönelen suçlamaya tatmin edici karşılık veremeyen (ve aslında kışkırtılmış, terbiye edilememiş olması nedeniyle asla tatmin edilemeyecek bir öfkeyle muhatap olduğu için)[6] hayali Geziciler, aynı zamanda belirsizlikleri nedeniyle kendisine karşı uyanık olunması gereken iç-düşman olarak sorguya muhatap kılındı. Bu evrede de, Mısır-Gezi kıyasları bir önceki evrenin devamı olarak Anti-gezicilerin yoğun saldırısı ile şekillendi. Darbeci olmadığını beyan etme talebi, sürekli bir simgesel şiddet aracı olarak işletilirken; aynı zamanda meşru ve sivil muhalif duruşun sessizce bastırılabileceğine yönelik bir işleyişe de yöneldi.
Yukarıda Mısır-Gezi kıyaslarının dört evrede de nasıl işlediğine yönelik bir dikkati belirgin kılmaya çalışırken, açılışta belirtilen sınırlar ve mükellefiyetler bağlamında bir analize yöneldim. Burada dile getirilen görüşler, içinde yaşamaya mecbur olduğumuz siyasi-toplumsal farklılaşma bağlamına gücü ölçeğinde adaletli bir katkı yapma niyetini taşıyor. Siyasi güçler ve liderlikler aracılığıyla topluma okunan ve başarılı olup toplumun dokusuna sirayet eden hikayeler, muhtemel sonuçları itibariyle basiretimizi açık kılmayı bir sorumluluk olarak bize dayatıyor. Çeşitli kriz anlarından ve gerilim hatlarından kısa vadede kazançlı çıkmak, bir siyasi aktör tarafından anlamlı görülebilecek bir davranış tarzı. Bunu, siyasi krizin sunduğu statü imkânlarına iştahla eğilen bireysel ve kurumsal özneler için de söyleyebiliriz. Fakat gerilimler ve gerilimlerin sunduğu siyasi çıkarlar dışında kalarak hayatına adaleti hâkim kılmaya çalışan bir Müslüman için bunu ileri süremeyiz. Yetiştiğimiz dönemde bizim için hep önemli olagelmiş ve önemini sürdüregidecek olan bir İslam diyarı olarak Mısır’ın yaşadığı krize bakmak ve bu kriz karşısında mazlumların kurtuluşa erecekleri bir geleceği arzulamak, bu gelecek için hayırlı bir işe yönelmek atlanamayacak bir sorumluluk olarak bir kenarda duruyor. Fakat bu sorumluluk, kendi bağlamından koparılmış, buradaki siyasi tartışma bağlamına göre yeniden tanımlanmış bir Mısır algısı üzerinden yürütülen ve iç siyasette kitlesel mobilizasyon unsuru kılınmış eylemlilikle nasıl karşılanabilir ki? Her şeyden önce Mısır’da zorlu bir darlık iklimine girmiş mazlumlar için ne tür bir hayır üretecek durumda?
Yukarıda aktarılan bütün kıyasların atladığı bazı içerik farkları var. Bu farklar, aslında nüfuz edilememiş, kavranamamış toplumsal olgular karşısında korku ve tedirginlik hissi nedeniyle rahatlıkla atlanıyor. Oysa herhangi bir toplumsal olayı başka bir toplumsal olayla hangi düzeyde kıyaslayabileceğini fark etmek burada hayati bir önem kazanıyor. Ve kıyaslama unsurunu ve düzeyini doğru seçmek bir bilgi sorunu olmaktan daha çok bir edep sorunu olarak beliriyor. Sorun şu ki; atlanan, gerçekliğinin boyutunu görmediğimiz her toplum-içi farklılık bütün siyasi hesapları alt edebilme gücüne sahip olarak kapıda bekliyor. Çok basit bir şekilde, kısa süreli siyasi yarar elde etmek amacını dışlayarak, toplumsal olanla karşılaşmayı seçebilirdik. Belirtildiği gibi Gezi’de bir uluslararası komplo vardıysa bile, bu komplo siyasi düzeyde zaten karşılıksız bırakıldığı için buraya darbesiz ve liderlik kırılmadan gelmişizdir. Tam da bu nedenle, komplonun karşılıksız bırakıldığı noktada kutuplaşmaya yönelten değil, kutuplaşmayı soğuran bir siyasetin kuruluşu bizi selamete erdirebilirdi. Buna halen imkân olduğunu düşünüyorum, fakat siyasi yarar ilkesinin ahlakiliğini açık şekilde sorgulayacak güçlü bir reflekse ihtiyacımız var. Nihayetinde toplumsal olanla siyasi olanın birbirine karşıt düştüğü anlar, bütün zaman ve mekanlar için söz konusu olduğu gibi bizim de tekrar kapımıza gelecektir. Bugünün tecrübesi aynı zamanda bizi, o yeni an’a hazırlayacak gibi görünüyor.
[1] Bu hayati siyasi eylemin failleri olarak aydınların rol alışına burada değinilmeyecektir.
[2] Mısır’da hem Tahrir hem Adeviyye meydanlarında ortaya konan siyasi irade için daha önce yayımladığımız şu yazıya bakılabilir: Uzun Sürecek Bir Bahar Çabası ve Mısır’da Beliren Meşruiyet İradesi, http://www.emekveadalet.org/arsivler/10517. Bu yazı aynı zamanda Mısır’da gelişen bütün sürece ilişkin, kendini Mısır bağlamı ile sınırlamaya çalışan bir yorum içermekte. Adeviyye Meydanı katliamı öncesinde yazılan bu yazı, İhvan’ın “kısa sürede başarıya ulaşmasına gerek olmadan” siyasi meşruiyet meselesini nasıl açtığına da eğilmişti.
[3] Anti-geziciler de daha sonra bu farkı tersten atlayacaktı. Fakat onlar bu fark silme işlemini; Mısır’ın kendi şartlarında ortaya çıkmış siyasi öznelliklerin her grup için ne denli vazgeçilemeyecek bir kimlik kurucu içerik taşıdığını unutarak yaptılar. Bunun sonucu olarak, Mursi’ye muhalefet eden bütün siyasi unsurları ve meydan muhalefetini ‘darbeci’ olarak tanımlayarak, burada ve burası için yaptıkları yorumda elverişli bir konum tutmanın avantajına yöneldiler.
[4] Buraya Gezi süreci boyunca yürüyen Suriye tartışmalarında, Erdoğan’a karşı olmakla Esad yanlısı olmayı bitiştiren bazı siyasi figürlerin etkisini de ekleyebiliriz.
[5] Bu noktada, ayrı bir tartışma konusu olmak üzere Türkiye İslamcılığının katliam şoku karşısında gösterdiği refleks bir kenara not edilmeli. Devlete karşı adaleti savunma pozisyonunu atlayarak bunun yerine devletin ele geçirilebilirliğine kilitlenme refleksi çok güçlü bir şekilde işledi. Bunu, sadece hükümetin görünürleşen avantaj kazandırıcı politikalarıyla özdeşleşme olarak düşünmemek gerektiği kanaatindeyim. Çünkü daha önce benzerini görmediği bir kitlesel kırım, İslamcılığın sahip olduğu tezin kritik eşiği aşabilirliğine yönelik sorularla onu karşılaştırdı.
[6] Yukarıda “aktive ettiği enerjiyi, istese bile, kısa sürede alandan çekemeyecek” derken kastettiğim sonuçlardan biri budur. Bu durum, düşman olduğu tahayyül edilen toplumsallıklarla yürütülecek siyasi tartışmaların bundan sonra sık sık edep çizgisi dışına çıkabileceği noktasında bizi uyarıyor. Fakat siyasi liderlik, bu enerjinin aleyhte işlediğine kanaat getirirse, güçlü bir refleksle bu enerjiyi soğrulmaya ve sükunete sevk edebilir.