Maduniyet ve Öznenin Dönüşmesi

Rahmetli dedem her torununa lakap takardı. O lakapla çağırır ve sevgisini gösterirdi. İran İslam İnkılabı sonrasında doğan ilk erkek torununa ise “Humeyni” derdi, sene 1982. İnkılabı sonradan öğrendiği Türkçesiyle radyodan dinlemiş çiftçi bir Kürdün böyle bir heyecanı ve sahiplenmeyi nasıl edindiğini hep merak etmişimdir. Bu yazının amacı da bir takım benzer fragmanlar üzerinden denetimsizce yayılan ve toplumlara etki eden güdüleyicileri anlamaya çalışmak.

Popüler kültürden iki örnek geliyor aklıma. Birincisi, Al Jazeera’de yayınlanmış bir özel haberden. Al Jazeera muhabiri hırsızların dünyasına misafir oluyor ve hırsız çeteleriyle görüşüyor. Bu haberde Diyarbakırlı bir çete bir keresinde Serdar Ortaç’ın içinde ‘servet değerinde’ bestelerinin olduğu bir bilgisayarını çalmış bulunuyorlar. Detayını şöyle aktarıyor hırsızlar:

“Bir keresinde iyi mal kaldırdım. Malların arasında bir tane laptop vardı. Sonra öğrendik ki Serdar Ortaç’ınmış. Gazetelere çıkıyor, televizyonlara çıkıyor ‘Bilgisayarda bestelerim var geri getirin para vereyim’ diyor. Şimdi ben bunun olduğunu öğrendim ya o nasıl Ahmet abimize (Kaya) çatal kaşık fırlatmışsa lavuk, ben de fırlatıp attım Haliç’e, balıklar nasiplensin.”[1]

Hırsızlık gibi hafifsenen bir suçla geçinen, ancak kişisel ikbalini bir duygu durumu ve sahipleniş nedeniyle denize atabilen bir Diyarbakırlı gençten bahsediyoruz. Burada dikkate değer bir şey var. 

Aklıma gelen diğer örnek Müslüm Gürses’in benzerleri gibi gezen, saç kesimi yapan hayranları. Her yıl Müslüm Gürses’i mezarında anmak için aynı saç ve bıyık modelli kişileri bir arada görürüz. Müslüm Gürses hayattayken de aynı şekille arzı endam eden kişilerdi bunlar. Neden böyle yapar insanlar? Şarkılardan çok etkilenip vücut jiletlemek gibi şeyler bir nebze anlaşılır. Bu bir cezbe halidir. Garip bir iş de olsa bireyin özneliğini kaybetmediği bir haldir. Ancak kişinin kendi özgünlüğünü ve biricikliğini bir kalıba sokması ve hayranı olduğu kişinin görüntüsüne bürünmesi yüksek bir motivasyon gerektirir. Bu gibi bir şeyin başka izdüşümleri de var. Metalci gibi giyinmek, saçını Elvis gibi kesmek gibi klişe stereotipler de hayli meşhur.

Bu gibi küçük ve tek başına izah kabiliyeti olmayan güncel örnekler kafamda hep vardı. Ancak böyle bir metni yazmama iten şey geçenlerde izlediğim bir film oldu. Abbas Kiyarustemi’nin 1990 yapımı, gerçek bir hikayeden uyarlanmış olan Nema-ye Nazdik (Yakın Plan) adlı filmi. Bu filmin muhtemelen sinema tarihinin en güçlü yapıtlarından biri olduğu düşüncesiyle ayrıldım salondan.

Filmde hayranı olduğu Muhsin Mahmelbaf’ın kimliğini sahiplenerek “dolandırıcılık” yapan Hüseyin Sebziyan’ın hikayesi anlatılıyor. Sebziyan’ın Mahmelbaf’a fiziken de benzemesi işini kolaylaştırıyor. Anlattığına göre Sebziyan, çocuğuna bir şeker dahi alacak parası olmayan, çalışma hayatı istikrarsız geçen, fakirliğinden sebep eşinden ayrılmak zorunda kalmış birisi. Kamusal hayatında neredeyse hiçbir itibarı olmayan biri ve bütün ızdıraplarını, heyecanlarını, ümitlerini ise hayranı olduğu Muhsin Mahmelbaf’ın filmlerinde görüyor. Mesela hapishane ziyaretine gelen yönetmen Abbas Kiyarüstemi’ye Mahmelbaf’a şu mesajı iletmesini söylüyor: “Ona Bisikletçi[2] benden bir parça deyin.”

Sebziyan bir gün minibüste giderken kendisinden daha “şanslı”, ortasınıf bir aile ile tanışır. Kendini onlara Muhsin Mahmelbaf olarak tanıtır. Sanat ve sinemaya itibar eden aile Sebziyan’ı misafir etmekten memnuniyet duyar ve ona daha önce hiç yaşamadığı bir hürmetle davranır. Sebziyan sözde bir film projesi gerekçesiyle evlerine sıkça gitmeye başlar. Küçük meblağlarda da olsa bir “dolandırcılık” yapar. Maddi zarar vermekten çok duygularıyla oynar ailenin. Yönetmenleşmeyi bırakamaz. Yalancı Mahmelbaf olduğu anlaşılınca yakalanır ve mahkemeye çıkar. Mahkemede hırsız olmadığını, belki bir dolandırıcı olarak tanımlanabileceğini, ancak gerçeğin daha farklı olduğunu izaha çalışır. Uzun alıntılar olacak ama izah kabiliyeti nedeniyle aktarıyorum:

“- Kimseyi dolandırmaya çalışmadım. Hukuki olarak makul bir itham olabilir. Ama etik olarak değil. Bunların hepsi sinema aşkım yüzünden oldu. Çocukken sık sık sinemaya giderdim. Arkadaşlarımla film çevirme oyunları oynardık. Ama imkanım olmadığı için sanatsal heveslerimden vazgeçmek zorunda kaldım. Takıntı haline geldi. Bir dolandırıcı, sürekli görünüşünü değiştirir. Ödünç aldığı bir arabayla gelir, elinde evrak çantası taşır, inandırıcı gözükür. Amacım bu değildi.  

– Kendinizi Bay Mahmelbaf gibi tanıtmanızın sebebi neydi? Mahkemeye anlatın.

– Ona hayranım çünkü filmlerinde çekilen acıları anlatır. Aslında benim gibi insanların dili olur. Özellikle Kutsanmış Evilik’deki gibi. Bay Kiyarüstemi’nin Yolcu’da yaptığı gibi. Tahran’daki futbol maçına gidebilmek için, içinde film olmayan kamerasıyla para karşılığı insanların fotoğraflarını çeken çocuğa benziyorum. Ama uyuyakalıp maçı kaçırmıştı. Ben de maçı kaçırdığımı düşünüyorum. Yaptıklarımın geri alınamayacağının farkındayım ama sinema aşkım da hesaba katılmalı.”

“Hapishanede kendimi mutsuz hissettiğimde, Kuran’ı Kerim’deki Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur’ diyen ayeti düşünüyorum. Moralim bozulduğunda ya da kederle dolduğumda, kimsenin duymak istemeyeceği ruhumdaki ızdırabı ve acıyı dile getirme ihtiyacı hissederim. Sonra, filmlerinde tüm acılarımı dile getiren ve o filmlerini tekrar tekrar izlememe sebep olan, iyi bir insana rastladım. Başkalarının hayatlarıyla oynayan ve fakirlerin, çoğu maddi olan basit ihtiyaçlarına kayıtsız kalan zenginleri sergilemeye cesareti olan bir insan. O yüzden bu kitap[3] beni teselli etti. Kendimle ilgili ifade etmek istediğim şeyleri anlatıyor.”

Yukarıdaki tiratlar filmin birçok mesajını aktarıyor. Devamında edindiği rol yapma yeteneğini de izah etmeye çalışır. Burada bireyin ölümüne dair tüm süreçleri tane tane görürüz. Dışlanmışın ve fakirin ızdırabını görmeyen, içine atmasını ve kabullenmesini isteyen bir mekanizma, bunu anlatan ve görünür kılan bir anlatıcı (film yönetmeni), anlatıcıyı kutsallaştıran madun ve bir dolandırıcılık hikayesi. Hepsi bir aradadır.

Benzer bir aynılaşmayı Orhan Pamuk Kara Kitap ile aktarmıştı. Ancak bu anlatım bir madun çığlığından ziyade pek göz önünde olmayan ortasınıf bireyin bir kaybediş sonrasında yıllardır gıpta ile takip ettiği akrabasını arayışı sürecinde o akrabasına dönüşümüdür. Kitapta “silik” bir memur olan Galip, amcası Celal ile kaçtığını zannettiği eşi Rüya’nın peşine düşerken kaybolur ve neredeyse amcasının evine yerleşir zamanla. Bir süre sonra amcası adına gazeteye kendi yazdığı yazıları göndermeye başlar. Celalleşir. (Tabi Mevlevi şeyhi Şeyh Galip ile Mevlana Celalettin Rumi arasındaki ilişkiyi imleyen isimlendirmeler ayrıca konuşulmalı). Kara Kitap üzerine konuşulabilecek çok şey var ancak özetle anlatılan budur. Kara Kitap’ta birey çaresiz bir hayranlığın ve arayışın içinde kaybolur ve dönüşür.

İbreyi güncel siyasete kırarak başka bir örneğe değineceğim. Ayşe Çavdar Haziran 2015 seçimlerinden önce Kasımpaşa’da nabız yoklamak için gittiğinde yaşadığı bir diyaloğu şöyle anlatıyor:

“Haziran 2015’teki seçimlerden önce Kasımpaşa’da dolaşıyordum. Kasımpaşa’yı severim, çok verimli bir arazidir, memleket hakkında çok şey öğretir. Esnaftan biriyle birbirimize sesimizi yükseltmemeye çalışarak siyaset konuşuyoruz. Bir dolu muhabbetten sonra sordum: Yahu bu adam sizin için neyi temsil ediyor? Şöyle derin bir nefes aldı ve gözlerimin ta içine bakarak olanca samimiyetiyle dedi ki: ‘Hiçbir şey temsil etmiyor, o[4] benim.’” [5]

Kendisini bir ötekileştirilmişlikle tanımlayan ve ifade imkanlarından uzaklaştırılmış her birey kendine yakıştırdığı bir anlatıcıyı arar. Kendi sözcüsünü, konuştukça içinde kalan düşünceleri ortaya döken birini. Kendisini yok etme ve öznelliğini önemsizleştirme pahasına yapar bunu. Öznelliğin yitimi ise karamsarlıkla başlar. Çaresizlik duygusuyla. Maalesef siyaset kurumu organik olmayan kamplaşmalar ve dokunulmaz kutsallar üzerinden işleyen ülkelerde bu çaresizliğin istismarıyla şekilleniyor. Ortaya çıkan ürünler ise birbirine oldukça benzer. Laf cambazı siyasetçiler, hamaset ve başına buyrukluk, hukuki kurumları işlemez hale getiren ve zayıflatan tuzu kuruluklar, kutsanan siyasetçiler, bir türlü gelişmeyen hukuk sistemi ilh. …

Peki bireyi ve öznellikleri ortadan kaldırmayan, madunların maduniyetlerini istismar etmeyen, sınıfın kavgasını sahiplenen, hiyerarşisiz, herkesin katılımına açık, kişileri değil ilkeleri kutsayan, göz hizasında akan bir siyaset mümkün mü?

Esas sorun tanıyı koymaktan ziyade burada başlıyor. Burada kalıcılık ve tevarüs edilebilirlik için ahlak, aktif siyasetle birlikte devreye girmeli. Kastım elbette zorbalığa dönüşen ezberler değil, bireyi diri ve duyarlı kılan diskurlar, havada sürekli asılı duran bir işaret fişeği, yönünü kaybedenler için her durumda rehber olan bir kutup yıldızı…


*Öne çıkan görsel, Nema-ye Nazdik filminin afişinden bir kesittir.

[1] Haberin tamamı için: http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/hirsizlarin-dunyasi

[2] Muhsin Mahmelbaf’ın senaryosu ayrıca kitaplaştırılmış olan bir filmi.

[3] Burada Bisikletçi filminin senaryo kitabını kastediyor.

[4] Esnafın kastettiği kişi, Recep Tayyip Erdoğan.

[5] Yazının tamamı için: https://www.artigercek.com/yazarlar/ayshe-cavdar/o-bizim-neyimiz-olur

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir