Lütfü Oflaz’ların Ülkesi!
Kolektif olanın asliliğine inanmanın zorlaştırdığı işlerden biri de hafızaya sahip çıkmaktır. Kolektif gelişen her iş bazıları tarafından sahiplenilmesi en kolay olarak düşünülür nitekim. Bu yazıyı bir hafızaya sahip çıkmak ve kolektif olana çekilen muamelenin kirli bir örneğine daha şahit olduğum için yazma ihtiyacı hissettim.
Memlekette hem milli takımlar düzeyinde hem de kulüpler düzeyinde kolektif futbolun olmadığını biliyoruz. Az biraz yetenekli olan futbolcu ve teknik direktörlerin ise havasını bolca attığı bir ülkeyiz maalesef. Kendini öne çıkarma ve takım olarak beraberce yapılanı öne çıkarmama en kaba haliyle böyle çıkıyor karşımıza. Soruyu başka türlü sorarak biraz daha detaylandırayım. Memleket futbolunda neden yıllardır sol kanat ve kaleci sıkıntısı çekeriz? Dünya çapında kalecilerimiz yok ve milli takımda bile oynatabileceğimiz çok az sol kanat oyuncumuz var. Diğer mevkilere nazaran oldukça orantısız bir durum var yani sol kanat için. Topa sol ayağı ile düzgün vurabilen ve az çok koşabilen her topçunun rahatlıkla havalara girdiği bir yerde bir tane bile adam akıllı sol kanat çıkarabilmek bu şartlar altında lüks bile sayılabilir. Çünkü sol ayağını kullanabilen ve koşabilen hemen her topçumuz kendisini forvette görmek istiyor. Ülke futbolundaki forvet oyuncu oranımız da zannediyorum dünya ortalamasının üstünde seyrediyordur. En azından Almanya’daki futbolcuların oransal dağılımına kıyasla daha çok forvetimiz vardır muhtemelen ama Brezilya’ya gol olup yağabilenler ve hatta maçta acıyarak tempoyu düşürenler yine Almanlar oluyor. Bizim milli takım gol atsa bile büyük başarıdır Brezilya’ya, hala o düzeydeyiz. Futbolda takım oyunu ve disiplinli bir yaklaşımla başarının geldiğini bilsek de her seferinde kupalardan kötü futbol seyrederek elensek de hala daha çok forvet ve gol kralı adayı yetiştirmeyi bırakamadık, herkesin paydaş olduğu bir futbol kültürünü geliştiremedik. Hala ülke futbolumuz kalede ve sol kanatta oldukça zayıf ve hala çok pas yapan takımlara karşı yeniliyoruz. Paçasından ego saçan teknik direktörlerimiz, ettiği küfrü adamlığının kalitesine bağlayan “dünya yıldızı” takım kaptanlarımız her dönemde gündem olmaya devam ediyor. İçimizdeki İrlandalılar bitmedi ve ülke olarak yeterli desteği sağlamadığımızdan başarısız bir milli takımımız var, felan! Hepsi aynı fanusun habitatında olmaklığımızdan ve hepsini hak ediyoruz.
Biraz daha politik bir zemine çekeyim meseleyi. Futbol dâhil hayatın her veçhesinde kolektif/komünal/cemaatsel (cem olunan yer anlamında) mahiyeti olan işler verimlilik ve kayda değerlik anlamında daha fazla öneme sahiptir. Toplumsal dönüşümler ve olaylarla gerçek bir bağ kurmanın bir imkânı olarak iddialı bir laf ettiğim düşünülebilir ancak geçmişe baktığımızda ülke siyasetinde köklü dönüşümler bir arada yapılan ve herkesin paydaş olduğu işler olmuş. Olaylar bir şekilde kişilere mal edilmeye ve kompartımanlaştırılmaya elbette çalışılmış ve yer yer başarılı neticeler elde edildiği söylenebilir ama bu gibi durumlar için kişileri rahatlıkla “buzdağının görünen yüzü” olarak kodlayabiliriz. Burada Kıvılcımlı’dan mülhem bir cümle ile konuyu açmak isterim; insanlık tarihi boyunca toplumları ileriye taşıyan ve geliştiren her işin ve fikrin arkasında kolektif ve katılımcı, hiyerarşik olmayan eyleme ve tartışma biçimleri vardır, komün asıldır. Yine Kıvılcımlı’dan aktararak şu örneği vermem yeterli olacaktır; demirin işlenebilirliği şehirde yaşamayan ve hiyerarşik mekanizmaları çok daha az işleten, komün bir hayatı yaşayan göçebelerden öğrenilmiştir. At yetiştiriciliği de komünal yaşayan göçebelerin insanlığa katkısıdır, demirin dövülme teknolojisi de… Ancak tarih daha çok at biniciliği yeteneğine sahip ordularla ve demirin etkili işlenmesinin imkânlarıyla savaş kazanan krallardan bahseder.
Sözün tekelleştiği ve kolektif eyleme ve söylemenin bir şekilde etkisizleştirilip boğulduğu, siyasetin neredeyse güç kazanmaktan başka bir anlamda düşünülmediği bir zamanda beni böyle bir şeyi yazmaya iten şey Lütfi Oflaz’ın 2 Temmuz’da Cumhuriyet’e verdiği bir röportajda kullandığı bazı ifadeler oldu. Röportajın genelinde neredeyse hiç hata yapmayan vicdan abidesi birinin hayatının mükemmelliğini(!) okuduk. Malum forvet zengini bir ülkeyiz, böyle insanlara denk gelmek bizi artık pek şaşırtmıyor lakin konuşanın bazı iddiaları var ki birçok insanın emeğini hiç etmek anlamına geliyordu. Hülasa, Lütfü Oflaz’ı yazılmaya değer kılan şey, sahibi olmadığı şeyleri sahiplenerek sınırı aşması oldu. Oflaz röportajda, benim de yıllardır içinde olduğum bu platformun kolektif ürettiği ve isteyenin sahiplenebileceği bir işin isim babası olarak kendisini lanse etmeseydi böyle bir yazı yazılmayacaktı. Belki bu vesileyle yarattığı yalandan gürültünün anlamsızlığına dair bir şeyler söylemiş olurum.
Lütfü Bey beyanında şu ifadeleri açık şekilde kullanıyor: “Yeryüzü sofralarının isim babasıyım. Bu 2011 yılında kuruldu. Biz Gezi’den önce bunu kurduk. Mütevazi yer sofraları, 5 yıldızlı otel iftarlarına karşı, onları protesto etmek için kurduk bunu.”
Lütfü Bey ayrıca sadece ilk olarak Emek ve Adalet Platformu ve Özgür Açılım’ın 2011 yılında beraberce “Dünya nimetlerini parselleyenlere inat, yeryüzü sofraları açmaya geldik” sloganıyla organize edip kamuya mal ettiği* Otel Önü İftarları’nı değil, içinde “yeryüzü” geçen tüm iyi işlerin fikir babası olduğunu terennüm etmiş röportajında. Şimdi olayın hikâyesini, fikir babasını, sloganlaştırılmasını, organizasyon sürecini, sonrasında olanları felan teker teker yazmayı anlamsız buluyorum zira mevcut durum tanımadığımız ve hatta birçoğumuzun ismini bu röportajla birlikte duyduğu birinin o kadar insanın emeğine çöreklenme gayretinden ibaret görünüyor. Haliyle ortada tafsilatlı bir açıklamayı gerektiren bir durum yok. Basitleştireyim; Lütfü Beyi tanımayız, yeryüzü sofralarında da herhangi bir fikri ya da emeği yoktur, kendisiyle hiç karşılaşmadık, kendi adıma fikirlerinden hiç istifade etmedim, bizim çevrede fikirlerinden istifade edeni de görmedim.
Bu gibi adamlar maalesef bu ülkenin normali olmuş durumda. Herkeste anormal düzeyde bir özgüven, edinebildiğini hemencecik mülk edinme ve emsalleri arasında sivrilme gayreti almış başını gidiyor. Bir işin tekelci ve temerküzcü iktidarlar tarafından sahiplenilmesi çokça karşılaşılan bir şey ve tek tük de olsa muhalif kanatta kalan (ki Lütfü Bey’in sicili bence yazdığı yerlerden dolayı açıkçası pek muhalif bir çizgiyi temsil etmiyor ve gazetesinden kovulana kadar da bu denli net beyanlarını gören olmamış, neyse) kişilerde bazı şeylerin “fikir babası olmak” gibi şeyler yeni durumlar değil. Lütfü Bey’den önce kendisine benzeyen çokça kişiyle karşılaşmış biri olarak diyebilirim ki özellikle kendisini muhalif olarak kodlayanların bu gibi tavırları maalesef geçmişte olduğu gibi bugün de alternatif siyaset peşinde olanlara ciddi zararlar vermeye devam ediyor.
Elbette bu gibi çıkışlara pabuç bırakmamaya talibiz. Lütfü Bey gibilerin bolca olduğu, ülke futbolunun da fevkalade “süper kahraman” üretimine açık olduğu bir habitatda işimiz pek kolay değil tabi. Ama denemeye devam edeceğiz.
* Bu iftarlar daha sonra birçok ilde, farklı organizasyon ve kişiler tarafından icra edildi. Belediyeler sokak iftarlarına başladılar. Gezi’den sonra Yeryüzü Sofraları adıyla bu iftar geleneği devam ettirildi. Lüks iftarlar reklamı daha az yapılan bir şeye dönüştü. İyi oldu yani.