Kuran’dan Notlar – Dünyanın Büyüsünün Yitimi
”Allah için, O’na ortak koşmaksızın birliğini tanıyan kimseler olun. Her kim Allah’a ortak koşarsa, sanki gökten düşüp de kendisini kuşlar kapışmış veya rüzgar kendisini ücra/un ufak edici (sahik) bir yere sürüklemiş atmış olur.” Hacc Suresi 31. ayet
Görünüşü itibariyle bu ayetin gündelik hayatımıza temas eden bir tarafı bulunmamaktadır. Yani Allah’a ortak koşmakla kuş tarafından kapılmak ya da ücra bir yere sürüklenmek deneyimi arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir ki? Bugün Allah’ı kabul etmeyenler böylesi bir psikolojik deneyim yaşamış mıdır ki?
Ayetin belagatini anlamak istiyorsak onu tefekkür etmeliyiz. Ve onu tefekkür ederken bir yandan belagat kurallarına riayet etmeli, yani ayetteki sembolizm üzerinde düşünmeli bir yandan ayeti günümüz hikmet birikimiyle ve çağımızın sorunlarıyla temas haline sokmalıyız.
Ayetin belagatine gelince… Kuran’da gök genellikle metafizik anlamına kullanılan bir kelime. Mesela İbrahim ‘göklerin ve yerin melekutunu/metafiziğini’ ararken gözlerini göğe, yıldızlara, aya ve güneşe çevirmişti. Bu ayetteki gökten düşmek kelimesi ise kişinin metafizik bağını yitirmesi anlamına geliyor.
Ayetteki ‘kuş’ kelimesinin etimoloji sözlüklerindeki anlamının ‘stratejisyen’ olduğunu söylemiştim eski yazılarımda. Yani eğer birisi size ‘Şöyle yaparsan şu olur. Böyle yaparsan bu olur. Ona göre davran’ diyerek strateji çizdiğinde, bu kişi Kuran’ın deyimiyle ‘kuş’ oluyor. Zaten Davud’a kuş dilinin öğretilmesinin bir manası da bu etimolojiden hareketle Davud’a stratejisyen mantığının öğretilmesi oluyordu.
Peki insanın metafizik bağının kopmasıyla bir kuş tarafından, yani bir stratejisyen tarafından kapılıvermek arasında nasıl bir bağ var? Bunu anlamak için dönüp metafizikten kopmuş çağımıza bakmalıyız.
Frankfurt Okulu düşünürleri Adorno ve Horkheimer bize bir şey öğretti. Bu okulun düşünürleri modern çağda ‘İnsan Tanrı’yı öldürdü’ ve metafizik bağını tamamen yitirdi dediler. Oysa metafizik bize nesnel hakikati ve nesnel değerlerimizi veriyordu. Metafizik bağ yitince hakikatin ve değerlerin nihai dayanağı çöktü. Dolayısıyla hakikat ve değerler artık güçlerin kendi çıkarlarına ulaşmak için kullandığı araçlardan başka bir anlama gelmiyor. Topluma yön veren güçler artık herhangi bir nesnel hakikate ya da değere yaslanmadığı için karşısındaki her şeyi kendi gücünü maksimize etmek için bir araçtan ibaret görüyor. Yani artık her şeyin gücü ve çıkarı maksimize etmeye çalışan stratejinin hükmettiği bir çağdayız. Ve bizler de topluma yön veren güçlerin gözünde artık bu stratejik aklın araçlarından başka bir değere sahip değiliz. Bunun temel sebebi modern çağda Tanrı’nın bilim tarafından öldürülmesi ve insanın metafizik bağının kopmuş olmasıdır.
İşte burada Kuran, Tanrı’ya şirk koşmak -yani evrenin nihai açıklayıcısı veya değerlerin nihai kaynağı olarak Tanrı’nın yerine başka bir şeyi koymak- böylesi bir sonuca yol açıyor diyor. İnsan bilimi Tanrı’nın bir hediyesi olarak görmek yerine bilimin açıklayıcı gücünü Tanrı’ya alternatif haline getirdiğinde ve evreni ve toplumu açıklamada ve evrene ve topluma yön vermede bilimi temel haline getirdiğinde, yani bilimi Tanrı’ya şirk koştuğunda böylesi bir sonuçla karşılaşıyoruz. Bu ayeti böyle okuyunca 7. yüzyılda inmiş olmasına rağmen bize çağımızın hakikati için açıklayıcı mesajlar veren bir muhtevaya kavuşuyor.
Ayetin mucizeviliği bununla sınırlı değil. Çünkü ayet bize metafizik bağımızı, yani nihai açıklayıcı ve değer koyucu olarak Tanrı’yı yitirdiğimizde insanı un ufak eden bir yere sürüklenmeye mahkum olduğumuzu söylüyor. Sahik kelimesi hem ‘ücra’ hem de ‘un ufak edici’ anlamlarına geliyor. Ve bu haliyle ayet çağımızın tam da Tanrı’yı öldürmüş olduğu için maruz kaldığı iki travmatik soruna işaret ediyor.
Bunlardan birisi Tanrı’yı ve ona ait metafizik sevgiyi yitirmiş olduğumuz için insanlar arasında en temel bağ olan sevgi bağımızı kaybetmemiz ve varoluşçu psikologların ısrarla söylediği gibi modern çağda insanlık içerisinde atomize ve yalnız kalmamız travmasına işaret ediyor. Yani Tanrı’yı öldürünce ücra bir yere sürülmüş oluyoruz.
Sahik kelimesini ‘un ufak edici’ olarak çevirdiğimizde de ayet bizlere Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler adlı kitabının sonsözünde söylediği travmaya götürüyor. Foucault özet olarak şöyle söyler: ‘Bizler Tanrı aynasında kendi kişisel bütünlüğümüzü kazanıyorduk. Fakat modern çağda bilim eliyle Tanrı’yı öldürdük. [Yani bilimi Tanrı’nın bir hediyesi olarak görmedik. Onu Tanrı’nın yerine ikame ettik.] Ve Tanrı aynasında değil bilim aynasında kendimize anlam vermeye çalışır olduk. Fakat bilim her daim değiştiği ve bilimin hakikatine dair herhangi bir kalıcı metafizik dayanak olmadığı için deniz kenarındaki toprağa çizilmiş siluetlere döndük. Bilimin her dalgasında tekrar tekrar un ufak oluyoruz. Artık kişisel bütünlüğümüz kalmadı. Ve bunun sebebi Tanrı’yı öldürmüş olmamızdır.’[1]
Şimdi bu derinlikleriyle ayete baktığımızda ayet bize bir
anda modern düşüncenin üç hikmet çekirdeğine açıyor. Yani çağımızın ıstırabı
olan üç soruna parmak basıyor ve sure boyunca da bize bir kurtuluş yolu
gösteriyor: Doğaya, tarihe ve topluma Tanrı’nın gözleriyle bakmak.
Bu bakışın temel kodlarını ilerleyen ayetlerde kabaca
dile getirmeye çalışacağız.
*Öne çıkan görsel Andrew Wyeth’in Christina’s World adlı çalışmasıdır. (E.N.)
[1] Detaylı bilgi için Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler, İmge Yayınları, 3. Baskı, sf.250-239. (E.N.)