Kültürel İktidarı Ele Geçirmek
Hülya Uçansu, İstanbul Film Festivali direktörlüğünü üstlendiği yıllardaki anılarını anlattığı kitabında (Nisan, Ayların En Güzeli) Emir Kusturica’nın 1986 ve 2010 yıllarında İstanbul’a konuk edildiği iki organizasyondan bahseder. İkinci ziyaretinden 24 yıl önce İstanbul Film Günleri’nde Altın Lale jürisine katılmak için İstanbul’a gelir. 2010’da ise CHP’ye bağlı belediyenin yönetiminde AKSAV tarafından düzenlenen Antalya Film Festivali’ne davet edilir. Semih Kaplanoğlu’nun Kusturica’yı protesto ederek Bal’ı Antalya Film Festivali’nden çekmesiyle bir dizi tartışma yaşanır. Uçansu, Kaplanoğlu’nun sanatçı duyarlılığıyla gösterdiği tepkiyi haklı bulur. Ancak ilginç olan şudur. Kusturica Antalya Film Festivali’nden 3-4 ay önce AKP’li Bursa Belediyesi tarafından konser vermesi için şehre davet edilmiştir. O günlerde kimsenin aklına Bosna’daki soykırım gelmez ve Kusturica güzelce ağırlanır. Ancak birkaç ay sonra dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Kaplanoğlu’nun Kusturica’ya karşı tavrını destekleyerek kamuoyundan yükselen sese duyarsız kalamayacağı için festivale katılamayacağını açıklar. Gerçek sorunun Kusturica mı yoksa belediyenin CHP’li oluşundan sebep ideolojik kaygılar mı olduğu sorusu sorulsa da yanıt alınamaz.
Yine 2012 yılında Fetih 1453’ü idealist bir proje olarak değerlendiren sinema yazarı İhsan Kabil ile Altyazı Dergisi’nin genel yayın yönetmeni Fırat Yücel arasındaki tartışmayı hatırlayalım. Kabil, !f İstanbul’da gösterilen “aşırı küfürlü, bol uyuşturuculu ve hardcore seks sahneleriyle örülü” filmlerin bulunduğu Gökkuşağı bölümünü eleştirir, festivale verilen devlet desteğini tartışmaya açar. Kabil’in daha önce belki de tartışmaya açmaya hiç gerek duymadığı devlet desteği birden bire kişilerin ahlaki ve ideolojik ölçütlerine göre yönlendirilmesi gereken bir bütçeye dönüşür. Yani desteklerin şeffaflığından, kamuya izah edilebilir olmasından çok daha acil bir meseledir bu. Böyle bir noktaya nasıl geldiğimizi anlamadığını söyleyen Uğur Vardan’ın o günkü şaşkınlığı bugünden bakıldığında gerçek dışı gibi duruyor. Bir zamanlar sisteme karşı birlikte durduklarını sandıkları insanların bazılarının merkezle aralarındaki mesafeyi azaltınca meselelerinin sistem olmadığının yeni anlaşıldığı günlerden bahsediyoruz.
Oysa 2015 Altın Portakal’daki büyük ödülleri toplayan Sarmaşık’ın yönetmeni Tolga Karaçelik ve uluslararası film festivallerinden onlarca ödülle dönen Tepenin Ardı ve Abluka’nın yönetmeni Emin Alper’in devlet desteği alamamaları karşısında bugün pek de şaşırmıyoruz. Barış İsteyen Akademisyenler’e destek için imza veren 433 sinemacının kara listeye alındığını ve kamu fonlarından men edildiğini biliyoruz. ‘Toplumun genel kabul görmüş değerlerinin dışında konular’ yelpazesinin de böylelikle yıllar geçtikçe genişlediğine şahit oluyoruz. Kimilerine göre bu “aşırı küfürlü, bol uyuşturuculu, hardcore seks sahneleri” iken kimine göre toplumsal barış talebi olabiliyor. Onur Ünlü’nün İtirazım Var filminin +18 ibaresiyle vizyona sokulduğunu, Hüseyin Karabey’in Gitmek: Benim Marlan ve Brandom filminin 2008 yılında bir kültür bakanlığı yetkilisi tarafından ‘Türk kızı Kürt erkeğine aşık olamaz’ gerekçesiyle İsviçre’deki CultureScapes’te sansüre uğratıldığını, yakın zamanda Bakur‘un yine bakanlık tarafından tescil belgesi bahane edilerek İstanbul Film Festivali programından çıkarıldığını da bu çerçevede tekrar düşünebiliriz.
Bir tarafta kültür-sanat alanını işgal ettiği söylenen sol/seküler kesim diğer tarafta ise kültür-sanat alanından yıllarca dışlandıklarını ve mevcut olana maruz bırakıldıklarını söyleyen bugünkü siyasal iktidar. Bu işgalci kesim nasıl oluyorsa 1988 yılındaki İstanbul Film Günleri’nde 5 filmin birden polis ve asker tarafından sansürlendiği bir festival geçiriyor. ‘80 darbesiyle okur-yazar tüm kadrolarının üniversiteden tasfiyesini yaşıyor. Yakın tarihimizin hangi döneminde solcu bir kültür bakanının olduğu da ayrı bir soru. Süregiden KHK’lar ile kamu kurumlarından ihraç edilen binlerce memur, işçi ve akademisyenin akıbeti ise ortada. Gelin görün ki örneklerini artırabileceğimiz bu olayların karşısında yaptıkları kültürel üretim onları işgalci konumuna itiveriyor. Bu sırada kültür hayatından dışlanan dindarlar, muhafazakarlar ise tüm bu yapılanları saygısızlık olarak tanımlamak şöyle dursun, apaçık ortada duran bunca haksızlık ve hukuksuzluk karşısında tek kelime etmiyor. Bunun yerine Kültür Bakanlığı Eski Müsteşarı Mustafa İsen ile yapılan ‘Sanat ve Muhafazakarlık’ başlıklı sohbetten feyzleniyor.
Geçtiğimiz yıl Altın Kelebek Ödülleri’nde yaşanan Diriliş Ertuğrul kriziyle taçlanan bu hesaplaşmaya devlet erkanının da katılımıyla devam etmiştik. Bu yıl ise Meltem Cumbul ve Semih Kaplanoğlu arasında yaşanan hadiseyle sürdürüyoruz. Yukarıda örnek olarak sıraladığımız olayların ardından yapılan yorumların benzerlerini bu sefer de bolca okuduk. Mevcut tüm imkânlara rağmen mağduriyet dilinin yeniden üretimini mümkün kılan yerli ve milli konumlanışın nasıl savunma pozisyonuna geçtiğini, kültürel iktidar kavgasında nasıl mevzi aldığını gördük. Yaratıcı hiçbir çözüme önayak olmayan bu mevzi alışın kendisini karşıdan gelen ‘saygısızlık’ ‘kabullenemeyiş’ üzerinden tanımlamak dışında bir öneri sunduğunu göremiyoruz.
İhsan Kabil, Mesut Uçakan, Nazif Tunç gibi mütedeyyin sinemacıların Kaplanoğlu’na destek mesajlarında da Mehmet Bozdağ’ın ifadelerini aratmayan bir tutarlılık ve süreklilik hakim. Mesut Uçakan Kaplanoğlu’nun milli değerlere sahip çıkmasıyla ‘bizden olmayanlar’ sınıfına girdiğini ve bu yüzden böyle bir saldırıya maruz kaldığını ifade ediyor. Anadolu Ajansı’na konuşan Kaplanoğlu ise ‘15 Temmuz darbesini, işledikleri nefret suçlarıyla devam ettirmeye çalışanları toplumun vicdanına bırakıyorum’ diyerek tepkisini sürdürüyor.
Geçtiğimiz aylarda Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda 3. Milli Kültür Şurası gerçekleşti. İstanbul’un en donanımlı kongre merkezlerinin birinde çok sayıda editörün, danışmanın istihdam edilebildiği şura günlerinin sonuç bildirgesi ve komisyon raporları kamuoyu ile paylaşıldı. İçlerinde Semih Kaplanoğlu, İhsan Kabil, Mehmet Bozdağ, Alican Sekmeç, İsmail Güneş gibi isimlerin yer aldığı Sinema, Radyo ve Televizyon komisyonunun son halini verdiği rapor okunmaya değer. Okullarda tablet üzerinden verilecek sinema sanatı dersinden, milli şahsiyetlerin filmlerinin yapılmasına dek uzanan fakat yeni bir kültürel üretim mekanizmasına, mesela yıllardır bir türlü çıkamayan sinema yasasına dair hiçbir teklif getirmeyen bir dizi karar mevcut. Masa başında alınan düzenleme kararlarının ne kadarının uygulamaya geçirileceğini ise uzun vadede göreceğiz.
Yüzlerce kongre merkezi, belediye salonu, bakanlık kurumu, vakıf, dernek, şuralar, toplantılar arasında dahi kurumsallaşamayan muhafazakarlığın ürünlerini ne zaman vereceği merak konusu. Kültürel iktidarı bir türlü kuramayışın, kültür-sanat alanını bir türlü fethedemeyişin öfkesi değil mi bu? Belki de zaten çözüm yolu kamu kurumlarının parsellenmesinden, sonu gelmeyen sempozyumlardan, kamu desteklerinin kuşatılmasından geçmiyordur. Belki de en başından, kültürü kimlik sorunlarının çözüleceği bir şantiye alanı olarak görmek onun doğasına aykırıdır.