Koşulları Askıya Almak
Arkadaşımız Muhammed Gazali, 4 Şubat günü Üsküdar Mihrimah Sultan Camii önünde gerçekleştirdiğimiz “İşçilerle Dayanışma Eylemi“nde hissettiklerini, düşündüklerini, koşullara rağmen koşulları askıya alarak mücadeleye katılmanın ne demek olduğunu yazdı. İlginize sunuyoruz.
Cuma günü işyerinden korku yada gerilimle karışık bir heyecanla, normalde olması gerekenden erken ayrıldım. Mihrimah Sultan Camiine doğru inerken sağı solu kontrol ede ede ilerledim. Görünmesin diye büyük bir poşete sardığım, çok hafif olmasından ötürü de elimde taşırken rüzgardan sabit durmayan, bu nedenle, taşımak kolaylaşsın diye, yarısı dışarıda kalıyor olsa da çantama koyduğum “Lailaheillallah” pankartımın epeyce dikkat çekiyor olması da beni germiş olabilir. Biliyordum, emniyet eylemden haberdardı. Geçen seneki tecrübemiz biraz göz korkutucuydu. Zira çok fazla katılımın olmadığı o eyleme, neredeyse adam başı otobüs çevik kuvvet gelmişti.
Bu sefer böyle olmadı. Saat 17.30’u vurduğunda sırtımızı Mihrimah Sultan Cami’ne verdik, meydana doğru konuştuk. Emek Adalet ve Emek Adalet dostları (İKEP, BİZ, BDSP, Validebağ Korusu ve Beykoz Direnişçileri…) olarak “İşçiler ayağa kalkmadıkça patronlar diz çökmez” pankartımızın arkasında 15 kişi kadar vardık. Karşımızda bizi dinleyen ise en az 25 kişi vardı. Gelip, dinleyip geçenleri dahil etmiyorum… Ayrıca YOL TV’den basın emekçisi dostlarımız da gelmişlerdi, hususi bir selam etmeyi borç biliyorum onlara.
Emniyet ile kısa müzakeremizin ardından eylemi belirlediğimiz yerde gerçekleştirmeye başladık. Bildiri metni, el emeği göz nuru, hem edebi hem de provokatif bir dile sahipti. İlk kez okumuyor olsam da hem metnin meydanda okunuyor olmasının dokunuşuyla hem de Üsküdarlıların eyleme olan ilgisi hasebiyle, bir miktar duygulanmış olabilirim. Metnin bir yerinde doğrudan Üsküdarlılara hitap edilince, eski Ekmek Teknesi dizisindeki “Ölü” gibi cûşa gelip haykırdım: “Üsküdar kulak ver, işçilere kulak ver!” (Belki daha iyi bir slogan bulunabilirdi, o sırada yaratıcı olamadım).
Bildiri okunup eylem sona erdikten sonra Hüseyin ile konuşuyorduk. Geç kalacağımı sanmış, “Nasıl izin aldın?” diye sordu. Her büro çalışanın başına geldiği gibi, mesaiden erken çıkmak bazen sahiden mümkün olmuyor zira. Ben de izin almadığımı, eylem saati gelince normal bir durummuş gibi çıkıp geldiğimi söyledim. (Bu belki de esnek mesai kavramının bana sağladığı bir rahatlıktı. Yeri gelince hafta sonu ya da gece geç saatlere dek, elimizdeki işleri tamamlayalım diye çalıştığımız oluyor sonuçta). Hüseyin şaşırdı. Biraz sonra ekledi: “Senin bir emekçi olarak bu eyleme mesai saatini askıya alarak katılman, direnişteki işçilerle aynı gayeyi paylaştığını gösteriyor. Onlar da mesailerini askıya alarak, emeklerinin sömürüsüne karşı çıkıyorlar, sen de.”
Hüseyin böyle söyleyerek kendi kendime düşünürken bir türlü kelimelere dökemediğim bir şeyi açıklamış oldu. Ben mesai saatimi, çalışma koşullarımı askıya alarak eyleme gidiyorum; tıpkı çalışma koşullarını askıya alarak greve çıkan, iş bırakan, eylem yapan öteki işçiler gibi. Çalışma koşullarının kendisi, sınıf mücadelesinin ilerleme düzeyini de gösteriyor. Örneğin esnek mesainin benim aleyhime işlemesi, iş güvencemin olmaması gibi durumlar bulunduğum sektörde örgütlü bir mücadelenin yürütülememiş olmasından kaynaklanıyor. Tam da hem çalışma hem de yaşam koşullarının emekçileri iyice çekilmez bir darlığa sürüklediği zamanda, çalışma koşullarını askıya alarak eyleme çıkmak, sömürünün olağan akışında bir istisna halini doğuruyor. İşte Trendyol işçilerinin örgütlü mücadeleleriyle 3 gün kontak kapatarak oluşturdukları istisna hali, kendi çalışma koşullarında bir söz sahibi olmalarını sağladı. Olağan akışta bir yön değişikliğine sebep oldular. Yemeksepeti işçileri hala daha Yemeksepeti genel merkezi önünde direnişe devam ediyor. Muhakkak onlar da direnişlerinin ecrini fazlasıyla alacaklar. Direnen işçilerin bizzat kendisi değilse dahi, sektörün hafızasında bu direnişin yer etmesi, sınıfın elini güçlendirecek. İşte direnişe devam eden Farplas işçileri, işte nice öteki emekçiler…
Bu eyleme gidemeseydim bir şey eksik kalır diyordum. Bir şekilde, yapılması gereken bir şey yerine gelmemiş olur. Eylemden bir kişinin eksilmesi değildi dert ettiğim. Benim kendi emeğim için verdiğim mücadelemin eksik kalmasıydı. Hür ve haysiyetli bir yaşam için, kendi emeğimden gayrısına göz koymadığım bu dünyada, Rabbimden başkasına kulluk etmiş olmadan da yaşayabilmem için, kendi örgütlü mücadelemle kendi çalışma koşullarım ve dolayısıyla yaşam koşullarım hakkında bir söz sahibi olmam gerekiyordu, anladım.
Sonsöz
Denebilir ki sendikal mücadelede elde edilen kazanımların “olağan sömürü akışının yönünün değiştirmek” olduğunu söylemek fazlaca abartılı yahut nahif kalıyor. Bu kazanımlarla sermayeden bir şey kopartılmıyor, onların size verdiği birkaç iyileştirmeye tav oluyorsunuz.
Cevaben derim ki sendikal mücadele ile devrimci/komünist mücadele arasında bir fark görmek anlamsızdır. Emekçiler (yani bizzat ben gibiler) sendikal hakları yada çalışma koşulları için mücadele ederken aynı zamanda devrimcidirler de. Fabrikaları işgal ederken, kontak kapatıp plazalar önünde direniş sergilerken hem kendi emeklerini hem de orada olamayan mesai arkadaşlarının emeklerini özgürleştiriyorlar. Yaşamını idame ettirebilmek için emeğini satmaktan başka şansı olmayanlar için “kendi çalışma/yaşam koşullarında söz sahibi olmak ve haysiyetli bir yaşam sürmek” mücadelesi sendikal mücadeleyi de devrimci mücadeleyi de kapsıyor. Varsın kendimizin ve tüm sınıfın emeğinin özgürleştiği o günleri göremeyecek olalım, yine de zaferle değil seferle mükellef olduğumuzu unutmayalım.