Koloniciliğin Üçüncü Dalgası
Taybet İnan, Hatun Tuğluk, Rabia Vatan, Cemile Çağırgan ve La Mimo’ya…
-I- Koloni Vs Kültür
Antik dünya, kültürü ve savaşları büyük oranda, koloni kültürüdür. Kolonicilik ise latince bir kelime olan, toprağı işlemek, çiftçilik yapmak anlamındaki colon(us)tan gelir. Ama gene Latince’de, toprağı sulamak, ekmek anlamındaki cultur(a) (bildiğimiz kültür/ekin) kelimesinden bir veche ile ayrılır, kolonyal çiftçilik, üretimin sömürü tarafına, bir başkasının toprağını ekmek, başkalarının vatanlarında ekilmiş olanlara el koymak anlamlarına işaret eder. O bakımdan, insanın topraktan, üretimden başlayarak hayat ile kurmuş olduğu bütün sofistike ilişkilerin, sanatsal üretimlerin ve zihinsel faaliyetlerin tamamına kültür/ekin denir. Colon(us) aynı zamanda sindirimde humuslanmayı sağlayan, kalın bağırsağın da ismidir ve böylelikle, sömürü faaliyeti ile ilişkili olan üretim toplumsal habitustan alınıp, anal habitusun hanesine yazılarak, toplumsal kültürden ayrılır, lanetlenir.
Günümüz modern dünyasını kuran neredeyse bütün mitolojik hikayeler, efsaneler ve antik dünyadan günümüze kalan yapılar, heykeller ya doğrudan (Homeros’un destanları) ya da dolaylı olarak (Roma’nın kolonilerde kurduğu kentler) bu koloni kültürü ile alakalıdır. Bununla birlikte, kolonicilik, merkez ile çevre arasında, zengin ile yoksul arasında, siyah ile beyaz arasında değişik sosyo-kültürel/iktisadi hegemonya biçimleri olarak her yerde, her zaman aynı biçimlerde işlememiştir. Tarihin değişik zamanlarında, değişik biçimlerde ortaya çıkmıştır. Koloniciliğin hedefleri, artı-değere el koyma biçimleri, değişik değişik olmuştur. Ama tüm bu çeşitlilik içinde, koloniciliği antik dünyadan, neo-liberal kapitalizme kadar derin bir hegemonik-sömürü ilişkisi olarak sürekli kılan çizgi, koloniciliğin bütün faaliyetlerinin, hukuku askıya alan mekanizmalar, bütün insani-sosyal sınırları ihlal eden iktisadi faaliyetler ve bunları sürdürülebilir kılmaya adanmış, dizginsiz şiddet rejimlerinden oluşuyor olmasıdır. Kolonicilik, bütün toplumsal sistemleri kat eden ve köleci, feodal, kapitalist toplumlarda görülen bir ticaret ve hukuk biçimidir, daha doğrusu, hukukun askıya alınması, hukuksuzluğun norm haline gelmesi ve kolonici ile sömürülen arasında kurulan asimetrik bir sosyal ilişkidir.
-II-Antik Koloni Vs Modern Koloni
Antik koloniyi, modern (öncesi) koloniden ayıran farklar çok büyüktür, ilkinde temel ilişki emek gücünün, merkezin lehine ve merkez için üretimi neredeyse karşılıksız olarak yapmasıdır; kapitalizmde ise koloni yalnızca emeğin ve hammaddenin değil, pazarın da oluşturulması için bir hukuk -savaş- iktisat sistemidir. Örneğin, İngiltere Hintlilere tuz toplamayı bu yüzden yasaklamıştır, geleneksel sanatların öldürülmesi için ustaların iş gören elleri bu yüzden kesilmiştir, HSBC’yi doğuran ve Çin’den Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan coğrafyayı onlarca yıl kasıp kavuran Afyon savaşları bu yüzden verilmiştir vb. Artık sömürge insanı hem işçi/köylüdür, sömürgeler ise hem pazar hem de hammadde kaynağıdır. Başka türlü söylersek, modern kolonicilik, antik koloniciliğin emek ve hammadde sömürüsüne, sömürgelerin pazar olarak kalma mecburiyetini ekler.
Kapitalizmin kendi tutarsızlığı içinde, zenaatten gelen bir kurgusu ve belirli bir disiplini vardır, yasaları vardır. Bu yasaların en sofistike hali elbette sosyal devlet dediğimiz iktisat ve siyaset düzlemi; ama sermaye birikiminin geldiği nokta açısından, bu sosyal devlet sermayeye giydirilmiş deli gömleği gibi ve neo-liberal dünya, bu gömleğin bağlarından kurtuldukça, her seferinde bir öncekinden daha ucube bir yöneticiyi başa getiriyor. Teatcher/Reagan ile başlayan, çözülme Erdoğan, Modi, Johnson, Trump ile devam ediyor.
Kapitalizm, sosyal devletin ve hukukun her bağlayıcı normundan kurtuldukça (bunu da popülizm ile yapıyor) toplumun sınırlarını biraz daha ihlal ediyor; yukarıda dediğimiz gibi, antik dünyada çiftliklerin kurulması, erken kapitalist dünyada, sömürgelerdeki emeğin bedensel sömürüsü, hammaddenin gaspı ve pazarın hukuksuz bir şekilde oluşturulması, İngiltere’deki çitleme ve Almanya’daki ormanların kamuya kapatılması koloniciliğin erken örnekleridir.
-III-Neo-Liberal Kolonicilik ve Bio-Kapitalizm
Geçmişte, kapitalist kolonicilik döneminde, doğal kaynakların ve kamusal alanların hukuksuzca ilhak edilmesi bir normken, neo-liberal kolonicilik uygulamalarında, doğal kaynakların ilhakından değil, bütün eko-sistemi tahrip edecek şekilde talan edilmesinden bahsediyoruz artık. Daha da önemlisi bu eko-sistemin bir parçası olarak, neo-liberal koloniciliğin hedef aldığı bir mekân olarak insan bedeni de bu tahribatın dışında kalamıyor. Gene önceki dönemlerde, sistem bedene emek üreten bir birim olarak bakarken artık, bedenin bizzat kendisi, üstelik yalnızca dirisi değil, ölüsü de kolonize edilmeye çalışılan bir doğa parçası. Tıp, medikal dünya, bilişsel gelişmeler bir bütün olarak biyo-kapitalizm her geçen gün vatandaş bedeninin sınırlarını daha çok ihlal ediyor, meftayı kadavraya, hastayı kobaya, bedeni hem hammadde üreten üniteye (sperm, ilik, kemik, kan) hem de müşteriye (anti-aging, organ nakli, fitness, estetik, lipo-suction) dönüştürüyor.
Bu yüzden, kolonyal bio-kapitalizm ve onun iktidarları, dünyanın her yerinde, öncelikle insan ölüsünü ve bizzat ölümün kendisini haysiyetsizleştirerek, beden bütünlüğünü koruyan hukuki-sosyal normları aşındırarak bedenin dokunulmazlığını tahrip ediyor, bedeni metalaştırıyor ve bedene, insan hayatına karşı işlenmiş suçları da herhangi bir metaya karşı işlenmiş suçlar olarak algılıyor. Cinayet ve tecavüz gibi bedeni tahrip eden büyük suçlar, hukuk önünde, özellikle kamuoyu baskısının olmadığı anlarda, daha kabul edilebilir hale getiriliyor.
Antigone’da denildiği gibi, aslında yaşayanlar ile ilgili olan, gömülme ritüelleri askıya alınarak, insan haysiyeti lanetleniyor. Bir insanın ömrünün mekânı olan beden, bir mekânın ömrüne, kullan at bir malzemeye dönüşüyor.
Günlerce sokak ortasında yatan Taybet ana’nın bedeni, defin hürriyetinden kısıtlanmış Hatun Tuğluk’un cenazesi, 15 Temmuz Darbesi sonrası teklif edilen vatan hainleri mezarlığı, Dirbesiye’den tedavi olmak için hastaneye yatan ve Türkiye hastanelerinde böbreği çalınan Suriyeli Kürt, intihar ettiği fabrikadan patron tarafından götürülüp yol kenarına atılan Suriyeli işçinin naaşı, cinayetine intihar süsü verilen ve soruşturulamayan Rabia Vatan olayı, siyanür içerek intihar eden ve intiharlarına ölüm süsü verilen yoksullar; Türkiye-Yunanistan arasındaki sularda ya da Latin Amerika ile ABD arasındaki sınırlarda kalan göçmenlerin bedenleri… Tüm bunlar bize, neo-liberal kapitalizm çağında yani biyo-kapital çağında, sermayenin genişlemesinin, doğal kaynaklar ve emeğin sömürüsü ile sınırlı kalmayacağını, bedenlerin de daha farklı ve giderek daha katmanlı biçimde (hem hammadde, hem de müşteri olarak) kolonize edileceğini gösteriyor.
Sermayenin bedenler üzerinde böylesine talim etmesini, iktidarın bedenler üzerinden kendisini böylesine kurgulaması ve ifade etmesini aslında koloniciliğin 3. dalgasının keşif kolunun faaliyetleri gibi düşünebiliriz. Kadınların öldürülmesinin patriyarka ile faili meçhul cinayetlerin devlet aklı ve governmentality ile ölümün kutsallığına ilişkin ritüellerin aşındırılmasının tıbbi yabancılaşma ile tabii ki bir alakası var ama kapitalizmin bu aşamasında yani bio-kapital çağında, güç biriktiren koloniciliğin üçüncü dalganın, insan bedeninin kutsallığını, insani ilişkilerin hürmetini, hukukun gücünü popülist iktidarların ve kitlelerin ayaklar altında ezmesinin anlamı daha derinde. Lorent Berlant’ın dediği gibi önümüzdeki nesiller, belki sömürülecek kadar bile şanslı olamayacak.
-IV-Bir Mezarı Hak Etmek, Tek Parça Gömülmek
“şimdi nasıldır bahçenin hali, ey bahar meltemi söyle!/ çünkü bülbüller figan ediyor, böyle gamlı telaşlı/ gül nedir ki senin can alıcı güzelliğin karşısında/ sen çiçekler arasında, dikenler içindeki gül gibisin/ ey şifa kaynağı mücevher, hastalarına bir bak/ merhem elinde, fakat;/ bizi yaralı bırakıyorsun/ bir ömür daha lazım, ölümümüzden sonra çünkü bu ömrümüzü sadece umut etmekle geçirdik.”[1]
Tıbbi teknolojiler, organ bağışı, kaçakçılığı, ölüm ve bio-kapital üzerine olan doktora tezimi, savunma aşamasına getirdiğimden, eşim Seyhan’dan, okuyup düzeltmesini rica ettim. Okuyup düzelttikten sonra, birkaç gün huzursuz oldu, içi boşaltılmış insanlar, korsan faaliyet yapan hastaneler, derin dondurucularda saklanmış uzuvlar, idam mangalarının arkasında yarı canlı maktüllerin organlarını almak için bekleyen tıbbi ekipler, onu kaygılandırmıştı. Tez jürimdeki hocalarım da, tezi okuduktan sonra epey endişelenmişlerdi bu örnekleri görünce… Eşim, tez üzerine konuştuğumuz bir akşam şöyle dedi, ‘ne diyelim inşallah, tek parça gömülmek nasip olur bize…‘Doktora tezim, hayatın acımasızlığı, Rabia Vatan cinayeti ve babasının verdiği hukuk mücadelesi ile dolu günlerde; İranlı büyük sinema ustası Kiyarüstemi’nin, hastanede ölmeden önceki bir görüntüsü ile karşılaştım. Hastaneye arkadaşları ziyarete gelmişler ve bir kadın sanatçı onun çok sevdiği, sözleri Sadi Şirazi’ye müziği Mohsen Namjoo’ya ait olan bir şarkıyı kopuz ile canlı olarak çalıp söylüyor.
Kiyarüstemi, bu ziyaretten kısa bir süre sonra, hastanede enfeksiyon kaparak ölüyor. Ama gene de şanslı, uzun ve başarılı bir hayatın ardından, tek parça ve kendine ait bir mezarın içinde sonsuzluğun kıyısında; o çok sevdiği şarkının sözlerinde denildiği gibi, umut etmekle heba olmuş ömrün yerine yenisinin verilmesini bekliyor.
Temiz bir çevrede yaşamak, iş bulmak, emekli olmak, tedavi olmak, (iyi) beslenmek, (tek parça olarak) ölmek, mezar sahibi olmak, eskiden haktı, şu anda mücadelenin başlıkları, eğer bu mücadelenin hakkı verilmezse, önümüzdeki nesillerin nostaljisi haline gelecekler.
[1] Gülistan, Sadi Şirazi