Köklerini Aramak
22 Aralık pazar günü, taşeron işçilerinin Çapa’nın önünden İBB’nin binasına kadar süren yürüyüşüne katıldıktan sonra Zeki Kılıçaslan bizi, kendisinin tedavi ettiği ve yardımcı olduğu birkaç Senegallinin davetine götürdü. Yavuz’la beraber yola çıkarken davetiyede düğün salonu yazdığı için olsa gerek, ben doğrusu masaların dizili olduğu yemekli bir toplantıya gideceğimizi zannediyordum. Aksaray metro istasyonu yakınındaki Zümray düğün salonundan içeri doğru adımlarımı atarken ilk gördüğüm şeylerden biri, yerel kıyafetler içinde siyahi birkaç kişiydi. Merdiven başında bizi karşıladılar ve saygılı bir şekilde büyük bir kalabalığın içerisinde bir yere oturttular. İlk anlarda hani film yeni başlamıştır da, sinemada böyle el yordamıyla ilerlersin, yerine oturduktan sonra yavaş yavaş gözlerin açılır ya, öyle bir an yaşadım. Salon hınca hınç doluydu, neredeyse zor nefes alınıyordu. Yerlere sergiler serilmiş, üzerinde yüzlerce Senegalli, dizlerinin üstünde veya bağdaş kurmuş oturuyor. Salonda ilahiler okunuyor, kendi yerel dilleriyle bir şeyler söylüyorlar. Duvara yansıtılan görüntüde beyaz yerel giysiler içinde bir adam, Şeyh Ahmed Bamba… Manzara görülmeye değer; o insanların saygısı ve huşu içinde duruşlarını hayranlıkla izliyoruz. Bütün herkes ayakkabılarını çıkarmıştı, sonradan fark ettim, belli ki ortamı bir mescide çevirmişlerdi. Hemen hemen hepsinin üzerinde kendi yerel giysileri vardı. O kadar renkliydiler ki ve o kadar birbirlerinden ayrı ve o kadar birbirlerine benziyorlardı ki, inanılmaz bir görüntüydü.
Şeyh Ahmed Bamba Senegal’de ‘Muridi tarikatı’nın kurucusu, kendisi 1853 yılında Senegal’in Mbakce Baol isimli köyünde dünyaya geliyor, bugün Senegal nüfusunun çoğunun onun dedesinin soyundan geldiğine inanıyorlar. 11. Yüzyılda İslam’ın girdiği Senegal’de geleneksel Sünni tarikatlar, Ticanilik ve Kadirilik gibi tarikatlar mevcut, Ahmet Bamba bunların dışında bir tarikat kurmak istiyor. Kendi doğduğu köyde yaşamak istemesine rağmen, öğrencilerine rahatça Kuran öğretemediği için başka bir köye taşınmak zorunda kalıyor. Sonra öğrencileri ile bir konuşma yaparak bazıları ile yollarını ayırıyor ve tarikatını kuruyor. Tarikatın öğrencileri giderek çoğalıyor, bu durumdan rahatsız olan Fransız sömürgeciler Şeyh’i görüşmeye çağırıyorlar. Uzun bir zaman gitmemek için ayak diretiyor, fakat en sonunda müridlerine zarar gelmemesi için gitmek zorunda kalıyor. Fransız’lar, Şeyh boyun eğmediği için cezalandırıyorlar. Uzun bir sürgün hayatı ve hapis hayatından sonra, Tuba isimli şehirde 19 Temmuz 1927 yılında ölüyor. Söylediklerine göre şu anda bu şehir Senegal’in ikinci büyük şehri ve kendileri burayı dinî başkentleri olarak kabul ediyorlar. Anladığım ve öğrendiğim kadarıyla Şeyh Ahmed Bamba tarafından bırakılan vasiyet nedeniyle 21 Aralık ve 22 Aralık’ta iki günlük kutlama ve anma töreni düzenliyorlar. Bir gün önce kurban kesmişler, pazar günü de yemekler yenip, şükür namazı kılıyorlardı. Bu arada öğrendiğim bir şey bu Tuba şehrinde içki, sigara ve uyuşturucu satışı ve ticareti kesinlikle yasaklanmış. Daha sonra kürsüye bir Senegal’li çıktı önce “Amenaresulü” okundu, daha sonra Şeyh’in hayatı Türkçe olarak anlatıldı. Bundan sonra fahri Başkonsolos kürsüye çağrıldı, o bir konuşma yaptıktan sonra kürsüye Zeki Hoca çağrıldı, böyle bir çağrıyı hiç beklemediği için kendisi buna çok şaşırdı ve kürsüye çıkıp kısa bir konuşma yaptı. Benim için güzel olan çağrılırken bu insanların hoca ile ilgili söyledikleri idi. Kısaca şöyle diyorlardı, “Zeki hocam biz sizi çok seviyoruz, siz bizimle çok ilgileniyorsunuz, tedavilerimizi yaptırıyorsunuz.” Anladım ki hoca uzun bir süredir bu insanlara her türlü hastalıklarında yardımcı oluyor. O zaman bir kez daha böyle bir insanla tanışmış olmaktan dolayı onur duydum, gerçekten günümüzde böyle kişiler yok denecek kadar az, hocama Allah razı olsun diyorum. Daha sonra bir dernek yetkilisi ile bir öğretmen konuştu. Biz de kalkmak için izin istedik ama bizi doğrusu bir yemek yemeden uğurlamadılar. Yemeklerimizi yedik ve helalleşip çıktık. Kapı çıkışına kadar bize eşlik ettiler.
Kapıdan çıktıktan sonra hissettiklerim ve düşündüklerim çok karmaşıktı, salonda gördüğüm manzara karşısında ilk aklıma gelen, “Diller ve renkler Allah’ın ayetleridir” mealindeki ayet oldu. Rum suresi 22. Ayetinde diyor ki, “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması da, O’nun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok bunda, alimler için gerçekten alınacak dersler vardır.” Aslında ayet salonda otururken, içeri giren Türkleri görünce birdenbire aklıma düştü, kılık kıyafetlerimiz hep birbirine benziyordu, hepimiz sanki o halimizle bir fabrikadan çıkmış gibiydik. Fakat Afrikalılar birbirlerine fiziksel olarak daha çok benzemelerine rağmen, kıyafetleri birbirlerinden bir şekilde farklıydı ve çok renkliydi ama o sergilerin üzerinde oturuşlarıyla, halleriyle sanki bir tek gövde haline dönüşüyorlardı.
Senegalli bu siyah derili, uzun yıllardan beri kadre uğramış ve çile çekmiş insanların memleketlerinden bu kadar uzakta bir yerde böyle köklerine sahip çıkmaları ve geleneklerini devam ettirme çabaları ve bunu İslam dairesi içinde yapmaya çalışmaları doğrusu beni çok şaşırttı, çok sevindirdi ve çok üzdü. Üzgün oluşumun sebebi tabii ki bizleriz, şöyle bir düşündüm, şu ülkede bizim kimliğimiz diyebileceğimiz bir şeyimiz var mı? Örneğin bu kılık kıyafetimiz, bu köylerimiz, kentlerimiz, kasabalarımız bizim mi, aldığımız eğitim, iş hayatımız, okullarımız, üniversitelerimiz bizim kimliğimizi yansıtıyor mu? Şöyle mesela gündelik hayatta giyebileceğimiz bize ait giysiler var mı, bizim kadim zamanlardan bugüne kalan bir mirasımız var mı? O insanlar, evet birbirlerine benziyorlar ama öyle kıyafetler giymişler ki, birbirlerinden tamamen farklılaşıyorlar, tıpkı parmak izi, göz retinası gibi ama namaza durduklarında veya yan yana oturduklarında aynileşiyorlar, eşitleniyorlar. Vahyin emrettiği bir hale bürünüyorlar. Fakat bizler giyimlerimiz birbirine benziyor, okuduklarımız, yaptıklarımız, reflekslerimiz birbirine benziyor, Pink Floyd’un “The Wall” şarkısında olduğu gibi. Aslında şehirlerimizde bir gürültü, bir hengame, bir cümbüş hali sürüyor ama biz o kalabalıklar içinde yalnızız. Artık evlerde de aileler olarak yalnızız, kapitalizmin bize verdiği oyuncaklarla meşgulüz. Birimiz televizyona, birimiz laptopa, birimiz cep telefonuna bakıyoruz. Aynı evlerde yalnız yaşıyoruz. Siteler içine çekildik, kapılarda bekçiler var. Evlerimiz F tipi cezaevleri gibi üstelik buralara anormal paralar ödüyoruz.
Ama o insanlar bu kadar uzak bir ülkede birbirlerinin izlerini kaybetmiyorlar, kimliklerini yaşatıyorlar. Üstelik de yüzyıllardır sürdürülen asimilasyona rağmen, biz ise gönüllü asimilasyona tabi tutuluyoruz. Bizler tek tipleşiyoruz, tohumlarımız tek tipleşiyor, hayvanlar tek tipleşiyor, endemik bitkiler yok oluyor. Sadece üretmek ve tüketmek üzere her şeyi düşünüyor ve düzenliyoruz. Muhammed Esed “Mekke’ye Giden Yol” adlı kitabında şöyle söylüyor: “Çöl insanları maddi düzlemde batılı insan kadar hızlı bir gelişme göstermemiş, bu uğurda ruhunu da elden çıkarmamıştır henüz. Kendi kendime fiziksel bir ürperti ile soruyorum, Zeyd ve onun soydaşları, çevrelerinde gittikçe daralan, öylesine sinsice, öylesine amansızca yaklaşan tehlikeye karşı ruhlarını ne zamana kadar koruyacaklar. Batı’nın ayartıcı çehresi karşısında Doğu’nun artık kolay kolay kayıtsız kalamayacağı bir çağda yaşıyoruz. Toplumsal, siyasal, ekonomik ve daha binlerce etkili unsuruyla Batı Müslüman dünyanın kapılarına balyoz darbeleri indirmektedir. Yirminci yüzyıl batı dünyasının bu darbeleri altında Müslüman dünya yıkılıp gidecek ve yıkılırken de sadece kendi geleneksel biçimlerini değil, manevi köklerini de mi kaybedecek?” Evet, Muhammed Esed’in tahminleri tuttu, biz Müslümanlar batının taarruzları karşısında adeta diz çöktük, teslim olduk. Şu anda elimizde kalan bir avuç hafıza ve o hafızayı da geleneklerimizle ayakta tutmaya çalışıyoruz. Onların istedikleri kadar onlara benzedik, kendi ontolojik köklerimizi unuttuk, geçmişimiz silindi. Şimdi daha iyi anlamaya başlıyorum ki, bizi birbirimizden farklı yaratan Rabbimiz, bu farklılıklarımızı yaşatmamızı murad etmiştir, aynı olmamızı değil, farklılıklarımızı koruyarak Yaradan’a yönelmek işte o vahyin bize bahşettiği bir özgürlük halidir ve onurdur.
ne hoş bir yazı . yüreğimize dokundu. samimi, içten ve gerçek . allah razı olsun . emek adalet sitesi bu tarz ‘hayatın içerisinde ve kalbe dokunan’ yazıların sayısını artırırsa çok hayırlı bir işe imza atar kanaatindeyim .
allah sizlerin ve tüm müslümanların ecrini versin . amin.