Kimin Camileri?
Birkaç gündür, İzmir’de cami minarelerinde Bella Ciao (Çav Bella) çalınması ve ardından yine İzmir’de başka camilerde Selda Bağcan’ın şarklarının duyulması, İslam’a ve camilere saldırı olarak yorumlandı ve başta sosyal medya olmak üzere güncel siyaset içerisinde de tartışma konusu oldu.
Aslında bütün bu güncel siyasi tartışmalarının yanı sıra, eski dönemlerde de camiler son derece politik tartışmalara farklı şekillerde konu olmuştur. Camilerde kimin adına hutbe okunduğu, camilerin sahiplerinin kim olduğu ya da cami imamlarının devlet memuru olması gibi tartışmalar şimdilerde pek hatırlanmasa da bir zamanların Müslümanları arasında hararetle konuşulan konulardı. Ayrıca yakın dönem Türkiye siyasi tarihinde, Gezi olaylarındaki “camide içki içtiler” haberlerinden tutun da 15 Temmuz darbe girişiminin ardından camilerden sala okunmasına kadar farklı zamanlarda kendine yer bulmuştu. Camilerden sala okunması geleneğinin farklı günler ve olaylar vesilesiyle devam ettirilmesi, zaman zaman yine gündem olmuş ve tartışmalara sebep olmuştu. En son korona virüsü salgınına karşı ezanlardan sonra sonra dua ve salavat okunmasını eleştiren Bülent Arınç tepki toplamıştı.
Bütün bu tartışmalarının günlük siyaset içerisinde bulduğu yer dışında, aslında yine bununla da alakalı olarak asıl düşündürücü olan bugün Müslümanların cami ile nasıl bir bağ kurdukları. Kurulan bağın şekli olaylara verilen tepkilerde kendisini ortaya çıkarıyor. Yaşanılan son olayda camilerden şarkı çalınması Müslümanlığa ve camilere bir hakaret olarak anlaşılırken, camiden şarkı çalanlarda devlet-millet düşmanı olarak yorumlandı.
Bu şarkıları camilerden çalanların nasıl bir düşünceyle bunu yaptıklarını tabi ki bilemiyorum. Ancak Türkiye’nin şuan ki siyasi atmosferini düşününce nasıl bir tepki alacaklarını ya da yaptıklarının nasıl anlaşılacağını büyük ihtimalle tahmin etmişlerdir. Fakat bu olayın dışında, yaşadığımız bu memlekette camilerden duyulan şarkıların dışında; ezanın da, salaların da artık siyasi bir anlamı var maalesef.
Hem de biz Müslümanların aslında karşısında durması gereken, devletin siyasetiyle anlamlanan bir siyasi anlam bu. Bugün iyi ve sadık bir vatandaş olmanın şartlarından birisi haline gelen Müslüman olma\gözükme, kendisine Müslüman diyen insanların kimin için\ne için bu dine inandığını, kime iman ettiğini unutmasına sebep olmuş gibi gözüküyor. Dolayısıyla gerek dinle gerekse de camilerle ilgili ortaya çıkan tartışmalarda, yaşanılan olayın inancımızla kurduğumuz ilişkide ne anlama geldiği üzerinden değil, devlet-millet sevdası üzerinden anlamlandırılmış oluyor. Bu durumu “camilerde şarkı çalınması” meselesinde de görebiliyoruz. Birçok başka sebepleri olabilir ancak benim üzerinde durmak istediğim nokta tam da; camilerin bizim değil de devletin camileri olarak görmemiz aslında.
Bugün camilerin bizim hayatımızdaki yeri sahiden nedir? Kaçımız bugün hemen yanı başımızda ki camilere uğruyor, vakit geçiriyoruz? Kaçımız gidip geldiğimiz camilerin imamlarını tanıyoruz? Kaçımız gidip geldiğimiz caminin cemaatinden insanları tanıyor, dertlerine ortak olabiliyoruz? Kaçımız için camiler günlük hayatlarımızın bir parçası? Gidip geldiğimiz, hatta çoğumuzun uğramayıp sadece önünden geçtiği o camiler ve camilerin minareleri zaten bizim sesimizi, bizim çağrımızı uzun süredir seslendirmiyor. Camilerde, kimin nerede namaz kılacağından tutun da hangi duaların edileceği, hutbede ne konuşulacağı, hatta camilerin hangi saatte açılıp hangi saatte kapatılacağı gibi birçok konuda hiçbir sözümüz, irademiz yok. Camiler bizim hayatlarımızın, mücadelemizin bir parçası değil. Bugün geldiğimiz noktada camiler ve hatta Müslümanlık, siyasi iktidarın her an kendini yeniden ürettiği bir sözün, resmi ideolojinin bir parçası haline gelmiş durumda.
Hâlbuki bu söz; mazlumların, haksızlığa uğrayanların, eşitlik mücadelesi verenlerin sözünün bir parçası olmalıydı. Bizler bugün hem camilerimizi hem de inançlarımızı devletin tekelinden kurtarmalıyız. Minareler ancak o zaman hür olur. Belki o zaman, kendi camilerimizin minarelerinden dilediğimiz marşları, şarkıları çalabiliriz.
İslamcı bir iktidar ülkeyi 20 yıldır yönetiyor, devletin siyasetine de müslümanlar karar veriyor. Hangi İslam, hangi müslüman muhabbeti geyikten ibaret bana kalırsa. Eğer yapıyorsak da evvela kendi marjinalliğimizle bir yüzleşmeyi tavsiye ederim.
Bu sebeple devleti müslümanlardan bağımsız yapay bir aygıt gibi düşünmek fikrine katılamıyorum. Burada “milli irade”nin tecessüm şekli tartışılabilir elbette, demokratik veyahut antidemokratik olabilir bu şekil, fakat son noktada karar verici olan yine müslümanlar. “Sentetik devletin sentetik camileri” argümanı Türkiye’nin sömürge vb. bir durumda olmamasından dolayı boşa düşüyor: İslam zaten yüzyıllardır bu topraklarda kurumsallaşmış bir din ve elbette devletin buna müdahalesi tartışılmaz bir gerçek (zaten devlet dine müdahale etmese, devlet olabilir miydi?). Haliyle İslami sembollerin devlet tarafından kullanılması, üzerinde politik saikler ile belli değişiklikler yapılması bana normal görünüyor. Zaten yazarın da -camileri kimden kurtaracağını anlayamamakla birlikte- son cümlede “camilerimiz-marşlarımız” diyerek aslında devlet paradigmasından çok da uzağa düşmediğini ifade ettiğini görüyoruz. Yazarın iktidarına meşru olan güncel iktidara neden gayrimeşru olsun ki.
Belki bu konuya ilişkin ifade özgürlüğü tartışması yapılabilir, fakat onun da çok makul olduğunu düşünmüyorum. Bir cemevi söz konusu olsaydı 180 derece farklı düşünecek insanların camide çav bella muhabbetine İHAM standartlarında yaklaşması memleketin her zamanki iki yüzlü halinden ibaret (geçtiğimiz günlerde cemevi esprisi yaptı diye linç edilen Alevi standupçı ablayı hatırlayalım). Bana kalırsa provakatif bir politik eylem tertiplenmiş, gündem olunmuş, amaca ulaşılmış. Savcılık marifetiyle büyük ihtimalle olay ile alakasız insanların özgürlüğünden mahrum bırakılması ise üzücü, fakat memleket şartlarında “deveye sormuşlar” muhabbetinden ibaret.