Kelebeğin Rüyası
Üç, dört yıl önceydi. Bartın’ın bir köyünde misafiriz. Yetmiş yaşlarında bir teyze var. Kocası ve oğlu madende ölmüş. “Ben” diyor,”neler çektim, bir başıma, kadın başıma didindim, okuttum bu çocukları. Olsa yine okuturum. Alnımızın teriyle yaptık çok şükür. Allah kuvvet versin yeter ki.”
Bartın köylerinin çoğu hanesinde bir maden şehidi mutlaka vardır. Zonguldak’ta da öyle tabi. Buralar modernizmin vaaz ettiğinin tam aksine ölüm ile iç içe. Ölüm çok yakın ve yaşamla ölüm arasındaki çizgi incecik. Ölenlerin arkasından yerin altına inenler ölüm ihtimalini, hem de bu ihtimalin hiç de düşük olmadığını biliyorlar.
Teyzenin öyküsü uzundu. Roman olur. Kısa kestim. Gerçi her hanesinden bir öykü çıkar Bartın’ın. Ben düşünmüştüm madencilerin öykülerini toplayıp yazmayı. Haddimi bilerek vazgeçtim. Bu işi memleketin öykücüleri yapsın.
Kelebeğin Rüyası filmini izlerken bunlar geçti aklımdan. Aslında film, iki şairin çilekeş hayatıyla ilgiliydi. Benim zihnimde ise filmin açılış sahnesine uygun olarak madenciler, Zonguldak ve çekilen ızdıraplar vardı. En son emeğe saygı mitingi için gittiğim gri-siyah gökyüzü ile ölümü bir resim gibi anlatan Zonguldak.
Filme dönelim. 1940’lı yıllarda garip akımından etkilenmiş iki şairin şiirle, veremle, aşkla, derbederlikle geçen hayatı anlatılıyor. İş mükellefiyeti kanununa göre 15 ile 65 yaş arasındaki her erkek madende çalışmak zorunda. Bizim iki lirik şair veremli oldukları için madene inmiyorlar. Memurlar. Böyle kuş, börtü-böcek, sevgili … şiirler yazıyorlar. Tek dertleri varlık dergisine gönderdikleri şiirlerinin yayınlanması. Bir de hocaları var. Behcet Necatigil’i oynayan Yılmaz Erdoğan. Fakat film şiirden iki genç şairin şiir yolundaki ısrarından başlasa da daha tali meselelere dalıyor. Bu filmin gücünü azaltmış.
Şiirler ise lirik, zayıf, bitkin şairanelik en gıcık olunacak şekilde hakim. Bu durum Yılmaz Erdoğan’ın şiir bilgisinden ya da ilgisinden de kaynaklanıyor olabilir. Ama Yılmaz Erdoğan Türkiyeli; memleketin meselesini hayatın içinden anlatan, bunu yaparken de boğmayan biri.
Şiir deyince benim kafamda oluşan liste ve bu listenin büyük şairleri ile bu iki derbeder şair arasındaki uçurum tarif edilemeyecek kadar büyük. Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Nazım Hikmet, İsmet Özel… Filmi izlerken elemanların şiiri bir nevi tiner gibi kullanmaları, yemeden içmeden bir odaya kapanıp duvarlara yarı baygın halleriyle şiir karalamaları dayanılmazdı. Namık Kemal’in magosa zindanında duvara kazıdıkları türden değil tabi. Hem içerik hem de bilinç olarak.
Neticede Yılmaz Erdoğan tarihsel bir kesitte memleketin kokusunu hissedeceğiniz, şiirin bunlara eşlik ettiği tadında bir film yapmış. Güzel ama daha güzel olabilirdi dedirtecek bir film.
Filmin hikayesinde en çarpıcı olan, şairlerin ve Suzanın (hatta kimsenin) çalışma mükellefiyet uygulaması üzerine hiç yorum yapmaması. Filmin sonunda İstanbulda kafede Muzafferle Suzan maden ocağına inişlerini anarken gördükleri çalışma şartları üzerine hiç yorum yapmaması da ilginç – ve acayip.
Bu, senaryo yazarının eleştirmek maksadı ile tasvir ettiği bir davranış olabilir. Böyle bir eleştiri maksadı var idiyse, filmin romantizminde kaybolabilir.
Film sanki Garip şiir akımına yöneltilen tatlı su solculuğu eleştirisini doğruluyor. O yıllarda Nazım hapisteydi, Sabahattin Ali de emekçilerin sefaletini hikayelerinde açık şekilde kaydediyordu. Garipçilerin siyasî duruşu bir hayli farklıydı.