Kamu Özel Ortaklığı ile Uygulamaya Konulan Şehir Hastaneleri Üzerine
Ölüm bütün insanlığın kabul etmek zorunda kaldığı yegane mutlak hakikattir. Gerek bireysel, gerek toplumsal ahlakımızın gelişim süreci ölüm hakikatinden azade değildir. Bir yandan ölümü sürekli akılda tutmak pasifist ve melankolik bir hayat tarzı getirirken, öbür yandan ölümün yok sayılması (sekülerleşme/dünyevileşme); hırsı, açgözlülüğü ve rekabeti hayatın merkezine kaydırıyor.
Hırs, açgözlülük, rekabet…
Evet bu ifadeler bir yerden tanıdık geliyor. Mevcut dünya düzeni üretimi maksimize etmek için bu duygulara ihtiyaç duyuyor. Daha fazla üretmek, daha fazla dolaştırmak, daha fazla tüketmek, büyümek, daha da büyümek, en büyük olmak gibi sloganlar mevcut düzen savunucuları tarafından açık bir şekilde sıkça dillendiriliyor. Devlet aygıtı bir bütün olarak çalıştığı için politik anlayışı bütün organlarına sirayet eder. Devletin siyasi tercihlerini gündelik hayatın içerisinde, en küçük alanlarda dahi görebilirsiniz. Benim bugün hakkında sesli olarak düşündüğüm -belki bir miktar şeytanın avukatlığını yaptığım- şey ise devletin sağlık hizmeti anlayışı. Toplamda 29 proje ile devam eden ve geçen haftalarda Mersin’de ilkinin açılışı yapılan ‘Entegre Sağlık Kampüsleri’ aklıma bazı soru işaretleri getirdi. Sağlıkta Kamu-Özel Ortaklığı (KÖO) ile yapılan bu hastanelerin örgütlenme modeline değineceğim ama öncesinde -bildiğim kadarı ile- hastanelerin çoğunun şehir dışına taşınıyor olması üzerine aklıma gelenleri paylaşmak istiyorum.
Tarihi serüvende ölüme meydan okuma onu yok sayma girişimleri hep olmuştu. Süreç içerisinde mezarlıklar, gettolara bir örnek olarak yaşam alanından uzak yerlere taşınmışlardır. Eskiden sürekli önünden geçmek zorunda kaldığımız ve ölümü hatırladığımız mezarlıklar artık bizden çok uzaktaydı, tıpkı ölüm gibi. Gelişen sağlık teknolojisi, son model cihazlar yine ölüme meydan okuyan, insanları hiç ölmeyecekmiş gibi üretim ve hizmet alanına motive eden bir anlayışı hep bünyesinde barındırdı. Bahsettiğimiz açıktan bir ölümü yok sayma durumu değil fakat hastalıktan ya da yaralanmaktan korumaktan çok tedavi edebilirliğini küstahça insanlara sunan bir sağlık algısı gündelik hayat içerisinde ölümün çok uzaklarda olduğunu kulaklara fısıldıyordu. Ancak ölüm ve hastalık, artışını devam ettirerek var olan sistemi krize sokuyor. Tarihi serüvende mezarlıklardan gettolar oluşturan kentleşme anlayışı, postmodern dönemde aynı şekilde hastalardan gettolar oluşturarak oluşan krizi atlatmaya çalışıyor. Düşenlerle acı paylaşmak yerine, onları “son teknoloji ile donatılmış, 5 yıldızlı otel konforunda” ama bizden çok uzakta olan sağlık kampüslerine göndermenin bir alt yapısı olarak okunabilir bu hastaneler. Geride kalanlar ise çalışmaya, daha fazla ürün ortaya koymaya, daha fazla hizmet sunmaya devam edecek. Hükümetin bu motivasyonla böyle bir yapılanmaya gittiğini düşünmüyorum ama tarihi okuma böyle bir psikolojik altyapıyı da hatırlatıyor.
Sağlıkta Kamu-Özel Ortaklığı (KOÖ) Modeli
Sağlıkta Dönüşüm Projesi (SDP) muhalif kesimlerce çok eleştirildi. Özellikle hekimler bu süreçte hiç iyi bir sınav vermediler. Mesleki konforun cazibesini yenerek, toplumun bir parçası olduklarını hatırlayarak bir söylem geliştiremediler. SDP ile sağlık hizmetlerindeki eşitsizliklerin giderilmesi, yeşil kart, bağ-kur, ssk gibi sağlık sigortalarının tek çatı altında toplanması toplumun çok büyük bir kesiminde devrim niteliğinde görülüyor. Bizim de bu konuda diyeceğimiz hiçbir şey yoktur takdir etmekten başka. Yıllardır hastane kuyruklarında bekleyen, bir defa bile üniversite hastanelerine başvuramayan, el altından bıçak parası vermek zorunda kalan ‘ikinci sınıf’ vatandaşa getirilen sağlık hizmetini takdir etmeden neoliberalizm eleştirisi yapmak hakkaniyetli olmadığı gibi yeni yeni sağlık hizmetine ulaşabilmiş insanların umurunda da değildir. İstediğimiz kadar konuşalım.
İnsanların sağlık hizmetine ulaşım imkânlarının artmış olmasına, genel sağlık sigortası ile eşitsizliklerin ortadan kalkmasına razı olmasından daha doğal bir şey olamaz. Bu durumdan ben de razıyım. Zaten yeni dünya düzeni rızaya dayalı bir anlayış ile kendini sürdürülebilir kılıyor. İşte bu noktada düzenin nasıl işlediğini, işin perde arkasında neler döndüğünü sorgulamak hem hakkımız hem sorumluluğumuzdur. “Üzümünü ye bağını sorma” anlayışı masum değildir.
KÖO modeli kısaca devletin teşvik ve garantisi ile özel girişimcinin herhangi bir alana yatırım yapması ve bu yatırım ile oluşturulan yapıda hizmet sunumunun kamu kuruluşu ve özel girişimci tarafından ortak olarak örgütlenmesidir. KÖO modeli altında bir çok alt model olmakla birlikte sağlık alanında yap-kirala-devret modeli uygulamaya konuldu. Devletin kâr garantisi ile özel girişimciye yaptırdığı hastanelerde ‘asıl iş’ kamu tarafından örgütlenirken ‘yardımcı iş’ tamamen özel şirketin sorumluluğundadır. Ayrıca en az 25 en çok 49 yıl sonra hastanenin tamamen kamuya devredilmesi öngörülüyor. Ama bu son söylediğim, neoliberal rüzgâr devam ederse çok da gerçekçi değil. Tersine tamamen şirkete devredilmesi daha büyük bir ihtimal gibi duruyor. Dahası bu kalkınmacı anlayış ile 49 yıl sonra devlet daha teknolojik ve daha konforlu hastanelere ihtiyaç duyacaktır. Devlet böyle bir yapılanmaya giderken kamunun durağan/hantal yapısına karşın özel şirketin dinamik yapısını kamu hizmetinde kullanmak gibi gerekçeler öne sürüyor. Daha kısa sürede daha verimli yapılar kurmayı hedefliyor.
Öncelikle devletin “beş yıldızlı otel konforunda, son teknoloji ile donatılmış hastaneler” yapmaktan aciz olmadığını düşünüyorum. Bu modelin seçilmesi tamamen politik bir tercihtir. Mevcut hükümetin her alanda piyasa dostu politikalarını da göz önüne aldığımızda yapılan tercihi daha iyi anlayabiliriz.
SDP ile getirilen yenilikler 3 ana başlık altında toplanabilir.
- Aile hekimlikleri yaygınlaştırılarak koruyucu sağlık hizmetinin geliştirilmesi
- Genel Sağlık Sigortası ile eşitsizliklerin ortadan kaldırılması
- KÖO modeli ile daha dinamik kamu hizmetinin sağlanması
Bu üç başlık arasında en kararlı olarak sürdürülen 3. maddedir. Koruyucu sağlık alanında tamamen niteliksiz bir yere varıldı. Aile hekimleri bu gün ilaç yazmakla meşgul. Genel sağlık sigortası toplumda doğal olarak bir rıza oluştururken hâkim ideolojinin kendini asıl belli ettiği alan ise KÖO’dır.
Bir yandan savaş naraları atarken, şehirleri yok ederken, dev şirketler ile doğa kıyımı yaparken, toplumda kutuplaştırmalar oluşturarak stres tetiklerken, güvencesiz çalışma alanları ile işçi kıyımı yaparken diğer yandan koruyucu sağlığı hayata geçiremezsiniz. Çünkü koruyucu sağlık hâkim anlayışın aksine daha küçük, daha mütevazı ama daha insanca bir yaşam tarzını gerektiriyor. Ve tabi ki özel şirketlere yaptırılan yeni dev hastanelere %70 doluluk garantisi veren anlayışın umurunda değildir koruyucu sağlık.
KÖO projesi ise hâkim anlayışa oldukça uyumlu bir sistem. Daha gösterişli, daha konforlu ve tabi ki daha büyük hastaneler yapmak bu projeler ile mümkün olabiliyor. Halbuki Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi gibi nitelikli sağlık sunabilen nadir bir hastanenin tavanları damlıyor. Ama Cerrahpaşa’nın konforu, çekiciliği özel girişimci için para etmiyor olacak ki orayı onarmak akıllara gelmiyor.
Mevcut hükümetin seçim vaatlerinden birisi de “taşerona kadro” idi hatırlarsanız. Yeni yapılan hastanelerde ‘asıl iş’ ve ‘yardımcı iş’ gibi ne idüğü belirsiz tanımlamalar ile taşeronlaştırma daha da derinleştiriliyor. Bahsettiğimiz hastaneler özel değil, bizzat kamudan alınan vergiler ile yapılan hastaneler ama orada çalışan personeller özel şirkete bağlı, kadrosuz güvencesiz olarak çalışacak. Hastanenin hastalık üretmesinin bir diğer adıdır taşeron sistem.
Gözünü kâr hırsı bürümüş büyük girişimcinin hastaneyi şirket, hastayı da müşteri olarak görmesi sağlık hizmeti anlayışını yerle bir eden bir durumdur. Şirketin hekiminden teknikerine her çalışan üzerinde çok rahat bir şekilde baskı kurabilir olması getirilen modelin sağlık hizmetinden çok “verimlilik” yani kâr amacı güttüğünü gösteriyor.
Kısacası halka hijyenik koşullarda, ulaşımı kolay, eşit dağıtımı sağlanan bir sağlık politikasını sonuna kadar destekliyorum. Fakat bu arzumun sömürülerek dev şirketlerin kâr malzemesi haline getirilmesini reddediyorum. Bu isteğim eğer işçileri taşeronlaştırıyorsa, şirketlerin işçileri sömürmesine neden oluyorsa isteğimden feragat ediyorum. Ama bu isteklerin karşılanmasının başka yolları da var. İnsanca bir yaşam için barışı tesis ettiğimizde, doğaya sahip değil ait olduğumuzu hatırladığımızda, büyüme hırsı adına işçi kıyımlarına son verdiğimizde, ‘daha büyüğünden’ vaz geçtiğimizde, rekabeti değil dayanışmayı örgütlediğimizde insanca ölmeyi de başaracağız.