İslam’ın 2. Koşusu Türklerin Anadolu’da ortaya koyduğu, yaşama geçirdiği bir pratiktir. Bu koşuyu anlayabilmek için Türkleri ve onların tarihini anlamak gerekir. Türkler tarihleri boyunca çok farklı bölgelere yayılmışlar, gittikleri yerlerde tarihin akışını değiştirmişlerdir. Bu tarihsel süreç içindeki maceralarında yaşam arzusu Türklerin davranışlarını belirleyen temel etkendir.
Etnik tarihin sosyo-politik ve kültürel-ideolojik tarihlerden neden farklı olduğunu çalışmalarında işleyen Gumilev, etnos bütünüyle izole olmanın dışında, şu üç yoldan birini seçebilir diyor:
1.Komşuları tarafından ortadan kaldırılmayı beklemek(eliminasyon)
2.Safha değişimi sırasında, yaşayan bir süper-etnosun bünyesine katılmak ve bünye içinde saklanmak(inkorparasyon)
3.Oraya buraya dağılmak(dispersiyon)
Gumilev bu üç varyantın tamamını tek bir asırda, 12. Yüzyılda görmek mümkün diyor. Bu yüzyıl İslam dünyasının parçalanışı, Bizans’ın yeniden ihyası ve Hıristiyan Avrupa’nın kabaca haçlı seferleri denilen yürüyüşlerle sergilediği çocukça tehevvürü arasında geçen bir antraktı. Bu üç versiyonun yaşandığı 12. Yüzyıl antraktına Anadolu’ya göç eden Türkler de katılacaktır. ”Yeni bir etnos genç ve yaratıcıdır; eski kültürün çerçevesini parçalayarak birden ortaya çıkar. Maneviyatsızdır. Yeteneğini yaratıcılığa harcarken sanki cahiliye devrini yaşayan yaşlı bir etnos gibi hayat sürer.(Gumilev)
İlk Türk göçmenlerini Anadolu’ya çeken faktörlerin başında, ılıman iklim sağlayan Akdeniz kıyısındaki topraklar, kuzey Suriye ovaları sürülerini otlatabilecekleri Toros dağları ve Anadolu platosu gelir. Bu faktörler Bizans’ın hakimiyetinin çöküşünden önce gelir. Bu göçmenlerin çoğu perderpey çobanlığı ve göçebeliği bırakıp köylere yerleşecektir. Türkmen çoban Bizans köylüsünün yerini alacaktır. Anadolu yaylasının irtifa, iklim, bitki örtüsü bakımından yukarı Asya bozkırlarının bir devamı olduğu göz önünde tutulursa, bu yeni coğrafyaya Türklerin uyum sağlamasında zorlanmayacakları açıktır. Türkler burada kendilerini öz yurtlarında hissetmiştir.
Grousset şöyle diyor: “Tarım alanlarını otlak haline getirmekle suçlayabilir miyiz onları? Aral’ın ıssız bozkırlarından çıkmış Oğuzların Kapadokya’nın ve Frigya’nın eski vilayetlerini işgal ederek sadece ülkenin Türkleşmesini değil fakat oranın bozkırlaşmasını da sağladıkları bir gerçektir. Osmanlılar ile Türk fethi Trakya’ya da geçince bozkır orada da onların peşini bırakmamıştır. Trakya’nın perişanlığı ise oranın ezeli bir savaş alanı olmasından ileri gelmektedir. Şunu söylemek zorundayız ki, Anadolu’nun Türkleşmesi Selçuklu hanedanının ürünü olmaktan çok, Selçuklulara sık-sık başkaldıran Türkmen aşiretlerinin ve küçük emirliklerin(beylik) işidir.”
İran’da yerleşik tarıma zarar vermesinler ve devleti rahatsız etmesinler diye Anadolu’ya kovulan Türkler yeni durumlara açılacaktır. Yerleşikliğe geçenler, geçmeyenler tarafından “yatuk” aşağılamasına maruz kalacaklar, yatuklar yani oturak Türk halkı kendisini mukadderata teslim ettiği halde, göçebe Türk unsuru yani Türkmenler aykırı yaşantıları reddedecektir.(Faruk Sümer) Oğuz ve Türkmen boyları 10.-13. Yüzyıl arasında göçebe, yarı göçebe ve yerleşik olarak üç ayrı yaşam alanında gidip geliyorlardı. Anadolu’daki devlet ile halk arasında ve beylikler ile devlet arasında ortaya çıkan mücadeleler, bu yaşam şekliyle ve tabi ki ona bağlı geçim tarzıyla doğrudan ilgilidir. Seyid Lokman’ın deyişiyle Türkler için kent hapishanedir. 13. yüzyılda İstanbul’da olan taht kavgası sonucu buraya sığınan şehzade İzzeddin Bizans imparatoruna, ”Biz Türkler sürekli kentlerde yaşayamayız, bize kıyıda kenarda bir arazi ver.” demiştir. Göçebe Türkler askerce ve Türkmence yaşam ruhunu devam ettirmişlerdir.
11.-13. Yüzyıllarda Anadolu’ya Oğuzların yanı sıra İran’dan aydınlar, tacirler, sanatkarlardan önemli bir zümrenin geldiğini Faruk Sümer söylüyor. Mesela Nizamül Mülk ve Mevlana. İkisi de Farısidir. “İranlılar daha çok tacir, ilim adamı, meşayih ve müridler olarak Anadolu’ya gelmişler ve daha çok şehirlerde yerleşmeyi tercih etmişlerdir. Türkmen halklar ise daha çok göçebe topluluklar halinde idiler ve fethedilen topraklara göçüyor ve kırsal bölgelere yerleşmeyi tercih ediyorlardı.(Mikail Bayram)
Selçuklularda devlet yöneticileri, tanınmış müderrisler daha çok İran’dan geliyordu. İranlılar Rum’u ikinci vatanı olarak görüyorlardı. Moğollardan kaçan bir çok alim ve sanatkarın Anadolu’ya göçüyle İran etkisi artmıştır. Bu İranlılar bir İranlaşmaya yol açıyor ve bu Türklerin üzerinde Türklükten uzaklaştırma etkisi yapıyordu. Anadolu’nun Türkleşmesi Moğolların gelişi ve sonrasında başlayacaktır. 13. yüzyıldaki Moğol istilası Anadolu’da tutunamadı. Anadolu’nun Türk etnik nüfusu hızlı bir şekilde arttı. Türkçe daha sık konuşulur ve yazılır hale geldi.
Bizim hayat hikayelerini menkıbevi olarak bildiğimiz ve bu topraklarda günümüze değin etkisini devam ettirmiş kişiler Baba İlyas, Hacı Bektaş, Yunus Emre, Ahi Evren ve diğerleri bu dönemde yaşamışlar ve yukarıda bahsi geçen iki olayda da –İranlaşma ve Moğol istilası- aktif olarak yer alıp mücadele etmişlerdir. Babai isyanı devletin İranlaşması ve Türkmenlere zulüm etmeye başlaması sonucu meydana gelmiştir. Aynı zamanda geleneksel aşiret yaşamının bozulmasını ve Türkmenlerin yerleşikliğe zorlanmalarını buna eklemek lazım. Moğol istilası zamanlarında Türkmenler ve Ahiler direnmiş, Ahi Evren Moğollarla mücadele ederken şehit olmuştur. Moğol hegemonyası adeta bir Türk etnosu canlandırmış ve Türkler devamlı Batıya giderek buraları da Türkleştirmişlerdir. ”Moğol hegemonyası, Türk dehasını soldurmak şöyle dursun, tersine ona yeni bir yaşam kazandırdı. Türk dehası, gerçek olmaktan çok, görünüşte kalan bir solgun dönemden sonra yeniden ve olanca gücüyle gün ışığına çıktı ve evreni yeniden yankılarıyla doldurdu.”(Roux)
Selçuklu İmparatorluğu Türkler kadar İranlıların tarihinde de önemli bir yere sahiptir. Türkler Anadolu’ya İran üzerinden gelmişler ve Müslümanlıkla ilgili bütün bildiklerini onlardan öğrenmişlerdir. Bu Müslümanlık kısmen heterodokstu ve bunu Türkler daha çok gezgin dervişlerden ve gezici tacirlerden ilkel biçimiyle öğrenmişlerdir. Türklere sunulan Müslümanlık büyük bilginlerin Müslümanlığı değil, halk arasında sevilen gezgin din adamlarının, çeşitli kültür alanlarından gelen tüccarların ve sınırdaki askerleri sunduğu bir Müslümanlıktı. Müslümanlık yalnız bir dogma, bir ibadet şekli, özel yaşamda izlenecek bir yol değil de daha üstün bir siyasal düzen biçimi olarak sunulmuştu.(Cahen)
Roux şöyle diyor:” Türkler henüz Müslüman olmamakla birlikte İslamiyeti kabul etiklerini söyleyebilirdi. Sarıklarının ve kaftanlarının altında eski şamanistin kırış kırış gövdesini muhafaza ediyorlardı; ama sonunda sarık sarma ile hoca olunacaktı.”
12.-13 yüzyılda İslamlığı yayanlara Baba ünvanı verildi. Türkler tarihleri boyunca Manicilik, Budacılık, Nesturilik gibi dinlerle tanışmış, alfabeleri ile birlikte onları benimsemişti. Bu dinlerin arasında en çok direnebilen Şamanlık oldu. Baba şamana çok yakın duruyordu.
Anadolu’nun fethedilmesinde ve yerleşime açılmasında çok önemli bir rol oynamış olan asi Türkmen kabileleri, otoriteye ve disipline kolay uyum sağlayan unsurlar değildi. Göçebeleri yerleşik kılarak vergilendireceği toprağı genişletmenin hesabını yapan yönetimin temsilcisi medrese kökenli Sünni Müslümanlığın kent eğitimli dil ve düşünce dünyası eskiye bağlı göçebeye aykırı geliyordu.
Oğuzlar Müslüman olurken, bozkırın eski boy geleneklerine sarılıyorlardı. Selçuklular döneminde, boysal geleneklerinin zorla yok edilmesiyle karşılaştıklarında yerleşik kültürün sunduğu kültüre daha da ayak diriyorlardı. Anacıl-animist göçebe Türkler ata kültüründen uzaklaşıp İslam’ın babacıl inanç sistemine geçerken din kardeşliği, boy kimliğinin kan kardeşliğinin yerine geçecektir.
Selçuklu devletlerinde göçebe aşiret örgütlenmesinin çözülmesi ve toprak üzerindeki hakimiyetin gelişmesi büyük toplumsal patlamalarla gerçekleşti. Türkmenler ,savaştan koparılıp tebalaştırılmaya, bağımlı köylüler haline getirilmeye direndiler. Bunların en önemlisi Babai ayaklanmasıdır. Şehirli sınıf içinde Mevlevilik ile Sünniliği temel alan mezhepler ortaya çıktı. Müstakil bir ekonomik sistemleri olan ve devletten nemalanmayan, bozkır yaşantısının verdiği özgürlüğe ölesiye düşkün Türkmenler, boyunlarına geçirilmeye çalışılan tasmaya karşı ayak diriyorlardı. Halk tabakalarında Babailik ve Bektaşilik hızla yayıldı. Fütüvvet örgütlenmesine mensup çoğu genç rindlik hayatına yöneldi.
İlyaz Bingül şöyle diyor; ”13. Yüzyıl Anadolu’su terör ile teritorya arasındaki çekişmeye tanık olacaktır. Terör, uzam gibi sınırsız ve amorf bir “yurt ve törelerin sevgisi” anlamına gelirken arazinin başka topraklardan ayrılmış ve özel hükme tabi kısmı olan teritorya, sınırlama ve sahiplik gerektiren tüzel bir kavram olarak politik bir birimin (bir prens, egemen devlet, beylik) egemenliği altına girdiğini belli etmek üzere işaretlenmiş olan toprak alanıdır. Bu dönem oturak/yatuk Türkler ile göçebeler, bir başka deyişle teröristler ile teritoryalistler arasındaki bir çatışmaya sahne olacaktır.”
Kapitalizm öncesinde devlet olmak, toprağa yazılmış temel üretici sınıfı, yani köylüleri bağımlı konumda tutmak ve vergilendirerek elde edilen artı değerin bir bölümüyle orduyu ve bürokrasiyi besleme sorununun üstesinden gelmek demekti. Başvurulan tipik yöntem, köylülerle birlikte toprağı tımar, zeamet ve has gibi isimler altında askerlere dağıtmaktı. Asker köylüden vergiyi toplar, maaşını dirlik dağıtımı yoluyla alırdı. Bu dirlik dağıtımı; has, zeamet ve tımarlılar, eş deyişiyle merkez ile taşra arasında sürekli bir gerilimi ve çatışmayı körüklüyordu. Bu çatışmanın halk kitleleri lehinde taraftarı olan tekkeleri görüyoruz. Ahileri de yönetimden doğrudan, asker ve bürokratlarda olduğu gibi, para almayan, müstakil ekonomileri bulunan siyasi bir örgütlenme olarak görmek doğru olur.