İslamcılık nasıl bir şey olmalıdır sorusuna mütevazi bir cevap arayışı…
28 Şubat’ın yıl dönümü vesilesiyle Özgür Yazarlar Birliği’nin düzenlemiş olduğu panelde yaptığım konuşmanın bir miktar revize edilerek yazıya dönüştürülmüş halidir.
***
Bu tartışmayı düzenleyerek belirli bir hafızayı ve mirası tartışmaya açan, ama daha önemlisi bizi şimdiyi ve sonrasını konuşmaya davet eden Özgür Yazarlar Birliği’ne teşekkür etmek gerekiyor.
Emek ve Adalet platformunun kurulduğundan beri İslamcılık şemsiyesi altında değerlendirilebilecek işleri eyleyişleri var olmasına rağmen bu kavramsal zeminde sınıflandırılmamak/sınırlandırılmamak gibi bir tavrı olduğunu belirtmekte fayda var. Ayrıca yapageldiği şeylerin İslamcılık şemsiyesi içinde değerlendirilmesinin kötü bir şey olmadığını belirtmekte de fayda var. Hali hazırda revize edilebilir olmasına rağmen sitemizde duran ilkeler metninde geçmişin tırnak içinde yorgunlaştırılmış siyasi kavramsallaştırmalarından uzak kalmaya çalıştığı görülecektir. Platformun bu tavrının ne gibi saiklerden kaynaklandığı bu konuşmanın sınırlarını aşacak bir şey olduğundan dolayı giremeyeceğim. Ancak neden böyle olduğuna dair bir takım şeyler söylemeye de çalışacağım.
Aslına rücu ettirilmeye çalışılan İslamcılık;
İslamcılığın Türkiye’deki gelişimi ve etki alanına ilişkin detaylı ve kapsamlı bir eleştiri, tanımlama getirebilecek değilim Ancak kısaca izleğine dair ana hatlardan bahsetmek gerekir.
İslamcılığı tanımlamak ve tartışmak oldukça zor. Belki en başta İslamcılıktan değil, Müslümanların tavır alış şekillerindeki farklılıklardan bahsetmek gerekir. Kaldı ki İslamcılık kelimesi bu tavır alışları ideolojik ve siyasi angajmanlara, ön kabullere hapsedip sistem içinde soğurabilecek bir mahiyet de taşıyor. Aslına rücu ettirilebilmesi şimdiki durumda kolay kolay gerçekleşebilecek gibi görünmüyor.
İslam temelde neyi kaybetmemek gerektiğini telkin eder. Müntesiplerinin neleri kaybetmeyip neleri yapmayacak oluşu ile birlikte nelerin söylenmesi ya da yapılması gerektiği üzerinden siyasi bir dil geliştirme çabalarına İslamcılık denilmiş.
Şu güne kadar gelen tecrübelerinden yola çıkarak, İslamcılığın ortaya çıkış dönemindeki yenilmişlik ön kabulünden dolayı ürettiği söylemlerin genel olarak iktidara gelme odaklı olduğu söylenebilir. İktidar ile kendi steril imkanlarını yaratarak dünyaya ve hayata dair bazı pratikleri ortaya dökebilecekleri varsayımı bu anlamda kaygısı olan kişilerin zihinlerini dönüştürmüş diyebiliriz. Bunun yanlışlığı veya doğruluğu üzerine ayrıca düşünülmelidir ancak bununla beraber bu halin yarattığı açmazları ve sonuçları gözden kaçırmamak resmin bütününü anlamak için fazlasıyla elzemdir.
“Nice küçük topluluklar, Allah’ın izniyle büyük kalabalıklara üstün gelmiştir!”
Yaşadığımız zamandaki durumu şahsen Talut ile Calut’un kıssasına benzetiyorum. Bildiğiniz gibi yurtlarından sürülmüş Ben-i İsrail Allah’tan kendileri için bir komutan isterler. Bir ordu kurarlar ve başlarında Talut(Şaul) ile Kenan’a doğru yola çıkarlar. Karşılarına çıkacakları devasa cüssesi ve yenilmez ordusuyla Calut(Golyat)’tur. Talut’un ordusu yolculuk sırasında bir nehre varırlar. Talut ordudaki askerlerinden sadece bir avuç içmelerini ister ve bir avuçtan fazla içenlerle beraber gidemeyeceklerini söyler. Askerlerin çoğu nehirden kana kana içerler. Kalanlar ilk yola çıkanların çok azıdır. Bu zayıf ve güçsüz hallerine rağmen Calut’un ordusuyla karşı karşıya gelirler. Talut’un ordusunda bulunan ve çoğu tasvire göre oldukça zayıf olan demir ustası Davut, Calut ile karşı karşıya gelir. Sapan taşına koyduğu taş ile Calut’u tam alnından vurur ve yere düştükten sonra kılıcını çekip öldürür. Savaşı onca azlığına rağmen Talut’un ordusu kazanmıştır. Yenilmez sanılan Golyat bir sapan taşına yenik düşer. Filistinli çocukların hala İsrail ordusuna sapan taşları atması büyük oranda bu sembol olaydan esinlenmedir. Sonrasında yaşanan olaylar Tevrat’ta detaylı olarak anlatılır. Nihayetinde Davut 30 yaşında Hahamların aldığı bir kararla kral seçilir.
Neoliberal Ficher-Derviş modelinin Türkiye’ye uygulanmaya başlamasından sonra Türkiye’de 1990’lı yıllarda yapılan para-militer eylemlerden sonra tırnak içinde gavur ile mücadele gücü ve iradesi elinden alınmış olan İslamcıların iktidara getirilmesi hadisesi tam olarak bence bu nehirden geçme anına tekabül ediyor. Maalesef Türkiye’deki İslamcı kadroların büyük çoğunluğu nehirden geçerken kana kana içtiler. Nehirden ihtiyacı kadar içmeyip avuç avuç içen İslamcılar sınıfta kalarak küresel devasa sisteme bilerek veya bilmeyerek teslim oldular. Geriye kalan çok azı da hala bir umut olduğuna iman etmiş, görüntüde çok zayıf olan bizler oluyoruz. Bu bizler dediğim kitlenin, her ne kadar hikayenin başında İslamcıları özne yapmış olsam da sadece İslamcılardan oluşmadığını belirtmek gerekiyor.
Sonrasında aynı senaryonun, içindeki iktidar açılığı hala mobilize olamamış Arap coğrafyasındaki ülkeler için de anlamlı olduğunu gördük. Oralarda şuan nehri geçtikten sonra savaşa devam edecek olanların sayısının netleşmesi bekleniyor.
Bence sürgün halimizden kurtulmak için çıktığımız yolculuğu bu şekilde hikayelendirebiliriz. Şimdi esas meseleye yani bir çıkış yolu olarak nelerin nasıl yapılacağı bahsine gelmek gerekiyor. Nihayetinde savaş arifesindeyiz ve Golyat, onca kibri ve “azameti” ile yüzümüze sırıtmaya devam ediyor.
Alternatifi aramak;
Post-modernitenin en azından entelektüel bir arayışı olan kişiler üzerinde egemen olması ya da olmaya başlaması, faydalı bir şey olarak ideolojik klikler ile değerlendirmelerin anlamsızlaşmasına yol açıyor. Bu durumun geniş kitlelere sirayet etmesi bahsi diğer ancak arayışlar bağlamında değerlendirecek olursak, bir takım ortak kaygıları olan insanların bir araya gelerek oluşturdukları Emek ve Adalet Platformu, en kaba tabirle solcular ve İslamcıların bir araya gelerek emek ve adalet meseleleri üzerine bir şeyler yapmaya çalıştıkları bir yer olarak anlaşıldı. Yaygın kanaat bu şekilde olsa da Platform’u kendisinden önceki arayışlardan ayıran en temel farkı sadece bu kliklerden arınarak bir dil geliştirme arayışı hali değil. Kaldı ki Cumhuriyet tarihinde solcu ve İslamcı diye tabir edilen kişilerin birliktelikleri ve ortak iş yaptıkları da vakidir. Yani bu anlamda yeni bir şey de değil. Kendinden önceki tecrübelerden esas olarak ayrıştığını düşündüğüm nokta iş yapış şeklinde kendisini gösteriyor. Kendisine teamül olarak istikrarlı şekilde ortaklaşmayı, paylaşmayı ve hiyerarşi üretmemeyi dayatan, yerli ve popülist bir ortaklaşa mücadeleyi hedefleyen eyleyişler ile anlamlı bir yere varmaya çalışması, ciddi anlamda farklılaşmasına neden oluyor. Bu anlamda elde dişe dokunur tek metni ilkeler metnidir ki bize sağladığı geniş alanla birlikte eylemlilik bağlamında daraltıcı bir etkisinin de olduğu söylenebilir. Nihayetinde ilkeler metninde uyuşabildiği herkes ile ortak gayretlere girmekten imtina etmeyen bir yapı EAP…
İslamcılık, hali hazırda almış olduğu neo-liberal politikalara uyumlu tahakkümcü ve muktedir karakteriyle söyleyecek sözü kalmamış durumda. Başbakanın her ne kadar açıktan beyan etmese de taşıdığı gizli İslamcı dil ile yapmış olduğu beyanlar ve hassasiyet noktaları ortada duruyor. Kemalizm’e sırtını dönmüş ancak içinden cuntası alınmış ve “Müslümanca” soslar eklenmiş yeni bir tahakküm diliyle ciddi şekilde meşruiyetini sağlayabilmiş. Bu işi faizi kaçınılmaz görerek, işçiye emeğinin karşılığını alın teri kurumadan verin diyen bir dine mensup olarak ve ayrıca tırnak içinde emperyal bir çerçeve çizerek yapabiliyor. Padişahları koruma yasası çıkarmayı gündeme alması gibi iktidar kibri ve korumacılığı kokan ya da Suriye örneğinde görüldüğü gibi dini bir dil üzerinden, her açıdan desteklediği bir iç savaşı pervasızca sahiplenebilmesinden, içinde bulunduğu kompleks karmaşayı görebiliyoruz. Bunlar ve daha nice örneklere rağmen geçmişin anlı-şanlı, bol cümleli İslamcılarının kurdukları cümlelerin bu çeperin tamamen içinde olması ve bu çeperi zorlayacak beyanlardan rahatlıkla kaçınabilmeleri de meselenin içler acısı olan diğer bir tarafı. Bu bahsettiğim söz üretememezlik hali, Kürt meselesinde ve sürekli sorun katsayısı yükselen emek meselesinde de çok net olarak görülebiliyor.
Bu noktada verilebilecek en bariz örneklerden biri de yakın dönemde şahit olduğumuz, Ali Bulaç ve Mümtazer Türköne’nin başlattığı İslamcılık tartışmalarıydı. Tartışmada görüldüğü gibi yazılmış belki yüzerce metne rağmen esas meselelere hemen hemen hiç girilmediği ve bu meselelerin sanki İslamcılık denilen mefhumun ilgi alanında hiç olmadığı gibi davranıldığını gördük. Hala 100 yıl önceki tartışmaların gerisinde bir düzeyde meselelerin ele alındığına maalesef şahit olduk. Taş üstüne bırakın taş koymayı geçmiş tecrübelerin bile göz ardı edildiğini gördük hep beraber. Bu arada dillendirilen ve zayıf kalan az da olsa samimi seslerin de var olduğunu kabul etmek lazım.
Cepheler…
Şu durumda İslamcılığın içine hapsolduğu Neo-liberal tahakkümden kurtulabilmesi için gayret ve söz üretme alanlarını açması gerekmektedir. Hali hazırda yakıcılığı oldukça ortada olan şu meseleler sıralanabilir:
1-) Neo-liberal tahakkümün sürekli olarak baskıladığı emek meselesi üzerine daha çok şeyler yapması ve bir mücadele dili geliştirmesi gerekiyor. Ayrıca kapitalist değerler sisteminin yarattığı önlenemez tüketim kültürüne alternatif bir dili kurmaya çalışmaları gerekiyor.
2-) Kürt meselesi için sürekli vurgulayıp hakkını veremedikleri kardeşlik söyleminin üstünde bir bakış açısı ve soğukkanlılıkla, haklıya hakkını vermenin gayretini ortaya koymaları gerekiyor.
3-) Kent yoksulluğunun ya da Kurani tabirle mustazafların (mahrum bırakılmışların) durumu için bir şeyler yapılması ve bu durumun devamlılığını sağlayan kapitalist değerler sistemine kendi özgün değer pratiklerinin geliştirilmesi gerekiyor.
4-) Dış politikadan çok iç politikadaki sorunları birincil amaç olarak hedeflemeli. Dış meselelerinin unutturuculuğu ve açmazlara dair fakirleştiriliğinden uzaklaşıp, kapılarının önlerine daha çok bakmaları gerekiyor.
5-) Artan şekilde kendini göstermeye başlayan, cinsiyet ayrımcılığından dolayı rahatsızlığını belirten ve kendi mecralarından çıkan seslere, kulak kabartmaları ve meselenin vardığı ciddi boyutu görmeleri gerekiyor. Kadın haklarına dair mevcut dilin, klasik söylemi içinde ciddi anlamda açmaza girdiğini fark etmeleri gerekiyor.
Eğer usul esasa mukaddemse, fark eyleyişte kendini gösterir.
Bu konulara nasıl eğilmek gerektiği üzerine ancak platformun tecrübeleri üzerinden bir takım şeyler söyleyebilirim.
1-)Ortaklık ve paylaşma halini sürekli arttırarak mesafe kat etmeye çalışmak. Mağduriyetlere esas sahipleriyle birlikte karşı koymanın imkanlarını olabildiğince geniş turmak.
2-)Hiyerarşi üreten mekanizmaları minimize edip safları sık ve düzgün tutmaya çalışmak.
3-)Muhataplarına öğreten değil muhatapları ile birlikte hep beraber öğrenen olmaya çalışmak.
4-)Kaygılı sesleri hiçbir şekilde dışlamamak ve sorunları beraber anlamaya çalışmak ve ortak çalışmayı merkeze alan herkese açık olmak.
5-)Bilgiyi ve eylemi birbirinden ayırmadan, pragmatist popülizme düşmeden gayret etmek.
Masa başında bütün planlar kusursuzdur. Ama olması arzulanan ile olabilir olan arasında pratikte her zaman bir açı olagelmiştir. Hiyerarşi, doğrudan bir arzu nesnesi olmadığı koşullar altında bile kendini bir şekilde üretebiliyorsa ( ki toplumsal mücadeleler tarihi örnekleriyle doludur ), bu söz konusu “hiyerarşi üreten mekanizmalar”‘ın ne olduğu üzerinde daha ciddi durmak gerek. Zira o mekanizmalar her ne ise, zaman ve mekandan, tarihsel koşullardan ari şeyler değildir.
Hülasa, bu başlı başına üzerinde durulması gereken bir konu; önerilip uygulanabilecek basitlikte “yaptık oldu” denilebilecek bir şey değil.
Barış sana katılıyorum. Sanırım burada bedri’nin kastı bir çeşit ikaz. hiyerarşi koşullara bağlıdır; fakat aynı zamanda baştaki niyetle de ilişkilidir. baştan itibaren ben hiyerarşik bir toplum ve yapı kuracağım dersen, o zaman da bağlamdan bağımsız bir hiyerarşi üretme ihtimalin ortaya çıkar, ki “devrimci” örnekler bunlarla doludur.
Fakat her tipte örgütlenme, iş bölümü gerektirdiği ölçüde geniş açılı da olsa bir piramit yaratıyor bence de. işlerin yürümesi için iş bölümü gerekiyor. mevcut durumla alakalı. bu da belirli sorumlulukların yoğunlaşmasına sebep olur tabi ki.
Bence burada bedri’nin de yaptığı gibi, vurgulanması gereken, bu zorunluluklarda dahi uyanık olup bu örgütlenme tarzının olabildiğince yaygın hale getirilmesi için uğraşılması. yani olabildiğine yatay. ilkesel düzeyde bir hassasiyet olmalı bence de. hiyerarşinin fetişleştirilmesine karşıyım, hiyerarşisizlik de mutlak mana da mümkün değil, vs…
Soru devasaydi ama konuşma süresi 20 dk.ydı. haliyle kayda değer bişey söylemek lazımdı. Retorik her zaman kısıtlı bir anlam taşır ve pratik karşılığı olan söz çok başka bişey. Barış, dediğin doğru ve çok çok zor birşey istiyoruz ama bunların lafza, kağıda falan da dökülmesi lazım. Zaten orada olan da böyle biseydi. Eylemsel pratiklerle bisekilde imkanları zorlicaz bakalım.
Bence burada hiyerarşi’nin kendisini bir mücadele alanı olarak görme yanlışına da düşmemek lazım. Zira örgütlü mücadelelerde böylesi bir gündemin sürekliliği, kritik dönemeçlerde atılması gereken adımları yavaşlatabilir, hatta engel olabilir. Bu noktada teorik mülahazalar yerine toplumsal mücadeleler tarihi üzerinde “tarihsel” okumalar yapmak daha faydalı olacaktır. Örneğin sovyet örgütlenmelerinin, yatay gelişmiş yapılar olarak Rusya özelinde tarih sahnesinden çekilmesinin maddi sebepleri nelerdir ?
Bunu sadece stalinizm öcüsünün kotardığı bir iş olarak okumak yeterli olur mu ve ne kadar doğru olur ?
Tabii bunlar bilindik örnekler, paris komününü de sayabiliriz.
Velhasıl, kendi deneyimlerimizin yanısıra tarihe de müracaat etmek gerekiyor.
Tarihteki vuku bulan örnekleri şahsen kenarda tutuyorum. İnadığım din bana ne yapmam gerektiğinden çok neleri yapamayacağımı telkin ediyor. Bişeyleri yapmamam lazım ve hiyerarşi üreten mekanizmalar yapmamam gereken şeylerden bir tanesi. En azından ben böyle inanıyorum. Savaş başlar biri komutan olur savaş biter ve sıradan biri olur. Halkada sadece biridir. Başka savaşta asker olur.(Mesela Halid Bin Velid) Ancak kendisi mutlak anlamda kurumsal bir kimliğin arkasına yaslanarak oturduğu yerin sahibi olamaz. Önüne geçilmesi ve hassasiyet gösterilmesi gereken şey bu aslında. Hiyerarşi üreten mekanizmalar bişeylerle kendilerini özdeş hale getirmenin hesabından çıkamıyorlar. Bu kendisiyle kavga edilmesi gereken bişey. Velevki yavaşlatsın. Zaten acelemiz yok 🙂
Bedri yazdıklarımı şu ciddiyet düzeyinde karşıladıktan sonra sen, bana da şimdiye kadar şurada beyan ettiğim fikirlerin bir zaman kaybı olduğunu hissetmekten başka bir şey kalmıyor.
“Ben böyle inanıyorum.”… E biz de farklı inanmıyoruz ki ?
Ben de bilirim basmakalıp laflar etmeyi; böyle inanıyorum, böyle olmalı, şöyle olmamalı. Amenna, baş göz üstüne.
Biz neyin ne ölçüde olup, ne ölçüde olamayacağını şöyle bir mantık silsilesi içinde etraflıca ele alalım diyoruz, madem “hiyerarşi” diye bir gündem var.
Ama usül böyleyse, iyi o zaman ben de şöyle diyeyim:
Seyrinin belli bir noktasında hiyerarşi üretmeyen, kurumsallaşmayan bir mücadelenin olamayacağına inanıyorum.
Banane yani, ben böyle inanıyorum. Hep böyle olmuş. 🙂
…
Nasıl ?
Sanırım bu dil senin algı eşiğine daha uygun sevgili Bedri.
Tartışmanın şahika noktasına taşıdın bizi. 🙂
Ben burada bitiriyorum.
Selam ile,
Barış
Barış şu cümleyi hafife aldım deme nolur. Yazdığım yorumdaki üzerine düşünülecek olan tek kıymetli cümle buydu ve onu harcamışsın. : “İnandığım din bana ne yapmam gerektiğinden çok neleri yapamayacağımı telkin ediyor.” İslamın neyi telkin ettiğini neyi etmediğini anlayabilen çok kimse yok. bence İslamın neyi telkin edip neyi etmediği üzerine biraz daha zaman ayır kendine. Ayrıca iddialı olmak istemediğimden yani biraz naiflikten kaynaklanan yumuşatmayı ciddiyetten uzaklaşma olarak görmemek lazım.