İslamcılar İçin #HAYIRlı Bir Hatırlatma
“Bir Müslümanın adı ne olursa olsun herhangi bir kralı ve hükümdarı, bir milliyeti, partiyi
yüceltmek ve ona benzer bir şey uğruna kendini feda etmesi düşünülemez. Zira en güçlü
İslami bilinçaltı düşüncesine göre o burada, bir çeşit putperestlik ve Allahsızlık fark eder.”
-Aliya İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu, sf. 20
Denetimsiz bir güç temerküzü doğuran ve adına Cumhurbaşkanlığı Hükumet Sistemi denilen “yeni” sistem değişikliğine #HAYIR çağrısı yapan bu yazı, müesses İslamcılığın kirine bulaşmamış olan İslamcılar için yazılmıştır.
Doksanlı yılların başında -şimdi bir kindarlık ve intikam motivasyonu ile hapiste tutulduğunu düşündüğüm- İslamcılık düşüncesinin önemli kalemlerinden Ali Bulaç, mahalledeki mevcut retoriğin bir tıkanmaya girdiği ve açılım imkânı kalmadığı bir dönemde Medine Sözleşmesi tartışmasını gündeme getirmişti. O dönemde öteki ile karşılaşmalar ciddiyetle düşünülmesi gereken bir noktaya varmıştı ve politik alan için pratiğe aktarılabilir bir söylem hattının inşası zaruriydi. İslamcılar için adil olmayan seçeneklere rağmen hayatta kalmaya çalışan bir canlı refleksi ortaya konulmuştu ve Ali Bulaç aksak, eksik ve belki köksüz de olsa “öteki” ile eşitler arası bir ilişkinin imkânlarını aşındırmıştı. Bu gayretinin özellikle iktidara taşınan mevcut kirli müesses İslamcılık için oldukça önemli ve öğretici bir moment olduğunu söylersek eksik bir cümle kurmuş olmayız. İslamcılık düşüncesi ve iktidara taşıdığı AKP için uzun süre demokratikleşme için bir imkân olduğunu serdeden Mahçupyan ve Berktay gibilerin o pek uzun soluklu enerjisinde bile bu açılım gayretinin payı büyüktür.
Sonraki dönem, özellikle geleneksel kodlardan ziyade bir takım anlatıların aksaklığı nedeniyle hem kendi düşünce geleneğinde hem de şimdilerde ucuz bir indirgemecilikle batılılar klişesiyle hapsedilen düşünce mirası içinde açılım arayışlarıyla devam etti. Yer yer taban konsolidasyonu için sığ/sağ anlatılara başvurulmuş olsa da başlatılan tartışma AKP gibi İslamcı olmadığını söyleyen ama İslamcılıkla bağını kaybetmemek için alt metinlerden mesajlar vermeye devam ederek popülizme oynayan(bkz. Erdoğan’ın ilk dönem konuşma metinlerindeki üstü örtülü ayet alıntıları) bir iktidarın ortaya çıkmasını sağlayacak eşik düzeyine sahipti. Halihazırda AKP ve Erdoğan çevresindeki eli kalem tutan ve fikrine itibar edilen siyasetçilerin ve danışmanların 1990’lı yıllardaki İslamcılık tartışmalarda aktif olduklarını ve Erdoğan’ın “sihirli” metinlerinde imzaları olduğunu biliyoruz.
İslamcıların siyasi tıkanıştan çıkış arayışları sırasında karşılarına çıkan önemli bir figür de Aliya İzzetbegoviç’di. Bosna Hersek’in Sırplar tarafından işgalinden önce de aktif siyasette rol almıştı ve özellikle Batılı bir toplum içinde Müslümanca eyleme üzerine yazdıkları merakla karşılandı. Ayrıca aktif bir işgale karşı halk önderliği de yapmaktaydı. Modern bir rol model/“bilge kral” olarak hala müessesleşen İslamcılar tarafından İzzetbegoviç’in hayatı boyunca anlattıkları ve ortaya koyduğu tavrı göz ardı edilerek -mirasını anlama gayretine bulaşılmadan- sahipleniliyor. İzzetbegoviç, her ne kadar kendisine “bilge kral” gibi temerküzü ve erdemi bir arada barındıran bir sıfat yüklense de ömrünce güç temerküzü yerine, paylaşımı, eşitliği ve herkese hayat alanı tanıyan bir siyasi hattı takip etmişti. Düşmanının tavrını hiçbir şekilde benimsemeden barışı gözeten bir komutandı. Özellikle modern zamanda İslami gayretlerle eyleme derdinde olanlar için İzzetbegoviç’in birçok alanda kendini gösteren örnekliği heyecan verici olmuştur.
Demokrasi Vaadi
O dönemde hem İslami hem de modern ihtiyaçlara cevap vermesi beklenen retorik özetle içinde kalkınmacılığı(halk nezdinde sosyal refah anlamına gelen kalkınmacılık) da barındıran bir demokrasi ve hukuk vaadiydi.[1]“Kalkınmacılığın İslamiliği” tartışması ayrıca değerlendirilmelidir. Özellikle Özalcılığın başladığı dönemlerde yapılan kalkınmacılık tartışmaları her ne kadar sönümlenmiş olsa da tekrardan tedavüle sokulmalıdır. Bu konuya ayrıca değinmek ve uzunca irdelemek gerekir. Ayrıca o zamana kadar denenmemiş ve sürekli burun bükülmüş olan denenmeli ve sistemin elinde kalan “son ideoloji” de test edilmeliydi.
İslami kelime dağarcığı içerisinde olmadığından burun kıvrılarak yaklaşılan “demokrasi” kelimesine bir mesafe vardı ve ikamesi olabilecek kavramsal tartışmalar mevcuttu. [2]Her ne kadar AKP’nin siyasi izleğine teslim olunarak geçmişten gelen bu alerji bir süredir dile dökülmese bile hala özüne dair bir kullanımdan kaçındıkları söylenebilir. Bir süredir de demokrasi kavramını sadece Erdoğan’ın siyasi meşruiyetini kanıtlamak için kullanır hale geldiler neredeyse. Ne zaman iktidarın bir uygulaması eleştirilmeye başlansa bu İslamcı mütefekkirler(!) “demokratik yollarla seçilme” argümanını yüksek sesle kullanıyorlar. Haliyle İslami kesimi de ikna etmek için demokrasi yerine başka bir kavram ve uygulama modelini gündeme getirmek gerekiyordu. Eşitler arası ilişkiyi gözeten, Hz. Ömer’den beri uygulana gelen –bence fevkalade tartışmalı- zımmi hukukunu da aşabilecek olan ve Müslüman kimliği ile dinine uygun bir hukuk ile muamele görmesine imkân tanıyan sistem ve mekanizma önerisi, ruhu ve yaklaşımı itibarı ile modern zamanlara uyarlanabilen bir Medine Sözleşmesi ile belki sağlanabilirdi. Bulaç bu anlamda sihirli bir dokunuşta bulunmuştu. Sonrasında Meşveret(Şura mekanizması), “İslam’da Demokrasi”, “Demokratik İslam”, “Muhafazakar Demokrasi” gibi tartışmalar bu dönemde daha da arttı ve gelişti.
Medine Sözleşmesinin neyin ikamesi olduğunu belirtirsek konu daha çok açığa kavuşacaktır. Bu sözleşme öncesinde (yazılması hicretle birlikte başlar ve kabileler arası mutabakatların zaman alması nedeniyle nihai halini almasının 5 yıl kadar sürdüğü rivayet edilir.) Yesrip toplumu yüzyıldan fazla süren iç savaşlar nedeniyle toplum olma vasfını kaybetmiş ve kabileler iç huzurun sağlaması için yetkilerini bir krala devretmeyi bile tartışır hale gelmişlerdi. İslamcılar ikamesi tek adamlığa götüren bir yaklaşımın cisimleşmesi olan Medine Sözleşmesi üzerinden başlayan bir tartışmanın politik alanda yarattığı imkânlarla iktidara talipti. Maalesef bir şekilde bu söylemin imkanı ile iktidarı elde edebilmiş olan insanların günün sonunda bize vaadettikleri şey basitçe başkandan daha fazla yetkiye sahip bir sözümona parlamenter sistem önerisi oldu. [3]Ayrıca İslamcı mahallede bu tartışmaları başlatarak risk almış olan ve birçok AKP’li kalem erbabına abilik etmiş olan kişi ise partinin kuruluş yıllarında beraber hareket ettikleri çevrede yazmaya devam ettiği için hapsedilmiştir. Önemli bir vefasızlık örneği olarak fazlasıyla dikkate değer.
Siyasal tıkanmışlık içerisinde kalan ülke yıllardır tekrarlana gelen kliklerden bir sulh mekanizmasının çıkmayacağına kanaat getirmişti. Ancak eksik-fazla henüz tam anlamıyla test edilmemişliğiyle birlikte bir vaadi olan ve bu toplumun değerlerine yabancı olmayan bir söylemle siyaset alanı bulan İslamcılara sıra gelmişti. Her ne kadar “gömleği çıkardık” deseler de teorik ve pratik kadroda İslamcılığın bakiyesi aktörler arzı endam ediyorlardı. Gülen yapısıyla beraber sistem tarafından hep dışlanan ve üvey evlat muamelesi gören “halktan insanlar”/”başkalarının çocukları için kendilerini feda edenler” bir koalisyon ile yönetimi ele almayı başarmışlardı. [4]Gülen Örgütlenmesi her ne kadar Nurcu (“Şeytan’ın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım” duasını göz önünde bulundurun) bir karaktere sahip olsa da politik bir aktör olma gayreti nedeniyle bazılarına göre pekâlâ İslamcılık başlığı altında değerlendirilebilecek yaklaşımları ve teorileri geliştiriyordu. Özellikle Fetullah Gülen’in geleneksel fıkhın daha ılımlı ve uzlaşıcı bir yorumla “modernleştirilmesinde” ciddi emeği olduğunu söyleyebiliriz. En basitinden geleneksel fıkıhta yeri olmayan “kadının dövülmesi boşanma sebebidir” ya da “başörtüsü füruattandır” gibi fetvalarının kritik öneme sahip olduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca geleneksel Nurculuktan farklı olarak sadece Said Kürdi’nin kitaplarına bağlı kalmayıp farklı kaynaklardan da beslenmeyi ve yaklaşım üretmeyi benimsemiş bir yapı olarak göze çarpıyordu. Milli Görüş üzerinden siyasallaşma gayretleri içine giren ve en müesses halini “lidere sadakat” kültü (“Hocaya sadakat, şerefimizdir!” sloganlarını hatırlayın) ile ortaya koymuş olan daha kitabi bir İslamcılıktan oldukça farklı bir eyleme biçimine (politik sahada particilik yaparak değil bürokrasiye ve yönetim kademelerin sızarak yükselme ve yer kapma) sahip olsa da politik alana değen yönüyle İslamcı bir karaktere sahip olmuştu. Gülenciliğin “Siyasal İslam” olarak değerlendirilmesi meselesi uzun ve daha detaylı bir tartışmayı gerektirmekte olup bu yazının kapsamını aşacağından bu dipnotla kifayet edilecektir. Hülasa ülke bir tercih yapmış ve İslamcı bile olsa mekanizmayı işletebileceğini söyleyen bazılarına yönetimi vermişti.
Erdoğan, henüz iktidara gelmeden önce gömlek çıkardığını belirten ve –şimdilerde kendisinden beklenmeyecek şekilde- eşcinseller dâhil herkes için hakların verilmesi gerektiğini savunan, açık şekilde liberal(birçok anlamda) bir çizgide kalarak özeleştiri kurumunun yöneticiler tarafından işletilmediği bir ülkenin hayırlı olmadığını defaatle beyan etmişti. İlk dönemlerde liberallerin ve bazı seküler çevrelerin desteğinin sağlanmasında şüphesiz Erdoğan ve iktidar ortaklarının özgürlükçü ve çok kültürlülüğe vurgu yapan mesajlarının ve politikalarının etkisi vardı. Kelimeyi tam olarak asla sindiremediklerini müşahade etmiş olsak da bir şekilde demokrasiyi vadetmişlerdi ve demokrasiyi tek adamcılık için bir atlama taşı olarak gördüklerine emin olmak için şu günü görmemiz gerekiyormuş.
Şimdilerde tek adamcılığa evirilen politik söylemin demokrasi iddiasının hafızasını eşeledikten sonra tarihin bize neler öğrettiğine bakalım.
Tarihin Bize Öğrettiği
Öğrencilik yıllarımda Bilim Sanat Vakfı’nda aldığım bir derste Mustafa Özel, Çinli bir vakanüvisin medeniyetler ile ilgili tespitlerini aktarmıştı. Aradan epey zaman geçtiğinden motamot kelimelerle hatırlayamadım şimdi, ancak o gün dinlediklerimi Anlayış’ta şu cümlelerle başladığı yazısında özetlemiş: “Medeniyet kavramı, geçmişte olup bitmiş şeyler kadar, gelecekte olmasını arzu ettiklerimize göre değer ve anlam kazanır. Yani kültürel içerikli, fakat siyasal hedeflidir.”
“…Sima Qian, milattan 100 yıl kadar önce yaşamış bilge bir vakanüvis. Binlerce yıllık Çin tarihinden çıkardığı temel görüşü şu: Bir toplumsal sistemin (hanedan, devlet, vb.) yükselişine yol açan amiller, düşüşünü de hazırlar. Tarih, düzene dair kural ve tanzimlerin yorumudur. Ana tanzim modeli, hanedanların yükseliş ve düşüşüdür. Her devlet bir erdemle yükselir; aynı erdemin içinin boşalmasıyla da çöker. Tuhaf ama, devletin yükselişini hazırlayan erdem, zamanla çöküşü tetikleyen bir hataya dönüşür. Samimiyet kıroluğa, takva hurafeye, incelik kofluğa! Her hanedan muazzam marifet ve erdem sahibi bilge bir hükümdarla başlar, berbat ve yoz bir monarkla son bulur.” [5]http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?makaleid=4866
Özel’in aktardığından anlaşılan: Kuruluş değerlerinden ve iddiasından kopuş olmadan ya da daha amiyane tabirle siyasal tutum kokuşmadan, söylem sahibi olanların varlık anlamları ve tabi haliyle varlıkları anlamını kaybetmez. Bu durumu AKP politikaları özelinden ziyade müessesleşsin ya da bağımsız fikriyatlı, özeleştirel ve “ilkeli” kalsın tüm İslamcılar için işletebiliriz. İslamcılar kendilerine politik alanda hayat alanı tanıyan cevaplarından ve tavırlarından uzaklaşmışlar mıdır? Büyük eksiklikler barındırsa da 1990’lı yıllarda herkes için hukuk vadeden, “çok okuyan” ve dünyadaki her meseleye aynı merak ve titizlikle yaklaşıp cevaplar arayan İslamcılarda bu gibi hasletlerden ne kadarı kalmıştır? Dün eleştirdikleri ve cephe aldıkları Kemalizmle ve onun tekçiliği ile ne kadar mesafeli bir pozisyona gelmişlerdir? Referandumda #EVET diyerek, tekçiliği eleştiregelerek varlık alanı buldukları bir mecrada, eleştirdikleri şeyle aynılaşmayacaklar mıdır? Bir İslamcı için kaybedilen nedir? Nasıl bir eyleme içine girerek sözü tüketmiş olurlar?
Bu gibi sorular pekâlâ çoğaltılabilir. Verilecek cevaba göre takınılan tavrın yaklaşan referandumda nasıl şekillenmesi gerektiğinin cevaplarını arayabiliriz.
Tekrardan Hatırlanması Gereken
Müessesliğin kirine bulaşan İslamcılar, iflah olmaz bir şekilde Kelime-i Tevhid’in esas maksadından uzaklaştılar. İnsanın sadece insan olarak her ne olursa olsun, hangi dinden ve inançtan olursa olsun sadece Allah’ın karşısında boyun eğmesi gerektiğini ve bunun bireyi özgür ve tercihlerinde asli belirleyici olmasıyla mümkün olacağını görmezden geldiler. “Allah’tan başka ilah yoktur” kelimesini herkesin kendi inandıkları Allah’a tapması gerektiği şeklinde anladılar. Hakkaniyetin kutbu hep kendileriydi, öyle zannettiler. Her şeyden önce kimliklerinin kirlenmezliğine iman etmişlerdi ve kendileri neredeyse Allah da oradaydı, öyle zannettiler. Kimliklerine yükledikleri anlamı putlaştırdılar ve zamanla farkına varmadan İzzetbegoviç’in deyimiyle Allahsızlaştılar. İnsanın “Eşrefi Mahlukat” olmasının birinci teminatının özgürlük ve ifade hakkı olduğunu sindirememişliklerini her fırsatta ortaya koydular. Müessesliğin kirine bulaşmayan fikri namus İslamcı abilerini ise duymazdan geldiler. Utanmadan, sıkılmadan, kimi zaman Alman ajanı yaptılar kimi zaman bunamış dediler. Öğrendikleri ve kendilerini iktidara taşıyan retoriği üreten kişilere karşı da pek bir vefalı oldular!
Meğerse politik alanda arzı endam etmeye başladıkları zamanda ortaya attıkları değerlerin ve fikirlerin bir hükmü yokmuş. Heyecanlarını daha çok yıllardır sistem tarafından kendilerine reva görülen üvey evlat muamelesini intikamını almak ateşlemiş. Büyük çoğunluğu değerler ve prensipler yerine maslahatlar üzerinden bir şeyler kazanmanın ve kazanılanı korumanın daha önemli olduğuna kanaat getirmiş. Yıllardır kin biriktirdikleri bir baskıcılığa (Kemalizm) bileylenmişlikleri nedeniyle maslahatçılıklarını sorun etmemişler. Zamanla kendilerini döven şeyin dövücülüğünü kanıksamışlar, kendilerini döven düşmanları gibi hatta onları bile aratır bir baskıcılıkla dövmeyi kendilerine hak olarak görmüşler. Düşmanlarını öğretmenleri bellemişler. Yıllarca eleştirdikleri tek adam diktatörlüğünü iştahla ister hale gelmişler. Üstelik kafalarında kodladıkları düşmanın bir insanlar kümesi değil gününü kurtarmaya çalışan ucuz çeteler olduğunu hiç anlamaya çalışmamışlar. İslamcıların hâkimiyet elde edenleri günün sonunda, zamanında Allah’ın boyasıyla boyanmak gibi bir dertleri olduğunu unutmuşlar. Bu ülkede herkese, tercih ettiği gibi kalma halleriyle birlikte yer olduğunu akıllarından ve hedeflerinden çıkarmışlar. Tektipleştirmeyi cihat zannetmişler. Şimdi müesses İslamcılar, hem kendilerini muteber sanıyorlar hem de tağut, “el cihadı fi sebilillah”, firavun, anti-emperyalizm, “büyük şeytan Amerika” gibi sanal hapları da kullanmak zorunda olmadıklarına çok mutlular. Zira onlar neredeyse Allah’ın da orada olduğuna neredeyse emin durumdalar.
İslamcı gelenek birçok tartışmanın bakiyesiyle şekillendi. Temel varsayımı ise dinin (İslam’ın) yeryüzünde bir sulh ve hukuk vadedebileceğiydi. Tartışmalar, Müslümanların kendilerine dayatılan şeyin dışında bir seçenekle hayata nizam verilebileceği iddiasıyla başladı. İslamcılar, kadın hakları, sosyal adalet mekanizması, ekonomi, hukuk, cezalandırma, diğer etnik kimliklerin ve dinlerle olan münasebetler, sağlık politikaları, Kürt meselesi gibi birçok konuda söz sahibi olduklarını ve çözüm üretebileceklerini beyan ettiler.[6]İslamcılığın varmış olduğu tartışmalı pozisyondan dolayı kendi adıma bu kavramı tercih etmediğimi ve sadece Müslümanlık kavramını benimsediğimi belirtmek isterim. Özü itibarı ile ciddi nakısalar barındırdığını düşününüyorum. Bu nedenle ayrı bir tartışmada İslamcılığın açmazlarını bilahare genişçe ele almam gerekiyor. Bu yazıda girmedim. Hatırlanması gereken bu gibi şeylere rağmen şimdilerde ne denmektedir? Maalesef 1990’lı yıllarda sağ/Kemalist iktidarların terennüm ettiği beyanlarla paralel bir yere gelindiğini görmek için kayıtlara bakmak yeterli olacaktır. Mücessem hali; çokluk vaadinden tekçiliğe, hukuk vaadinden keyfiyetçiliğe, özgürlük vaadinden yasaklara, sosyal refah vaadinden yolsuzluklara evirilmiş bir söylem geleneğinin sonu illaki gelecektir. Bu durumda İslamcılık fikrinin politik bir vaadi olduğu iddiasında olanlar ciddi bir yükümlülük altındadır. Hala adil olmayan dünyaya karşı bir varlık iddialarını sürdürüyorlarsa eğer…
Başa dönecek olursak, hala modern zamanda Müslüman kalmanın ve politika üretmenin İslamcılıkla imkân dâhilinde olduğunu düşünen ancak hiyerarşik ve müesses şemalara uygun bir eyleme şekline mesafesi olan İslamcılar elbette vardır. Sesleri çok çok cılız çıksa da çok az kalmış bile olsalar da hala anlamlı şeyler söyleyebilirler ve onların samimi hallerini yargılama hakkına asla sahip değiliz. Bu yazı özellikle rahatsızlığı devam eden bireyleri hedef tahtasına koymak gibi bir amaçla yazılmadı aksine dışlanması gerekenin ve kanıksanmaması gereken halin resmini çıkarma amacı taşımaktadır. Bağımsız İslamcıların, güç temerküzü derdinde olan ve artık Post-Kemalizm’in taşıyıcısı olarak görülen müesses İslamcılığa rağmen bir varlık alanı bulabilmeleri için yaklaşan referandumda yüksek sesle #HAYIR demelerinin hayırlarına olduğunu hatırlatma amacıyla yazılmıştır.
Hülasa hatırlamakta fayda var; “Allah insanı iddiasından vurur.” [7]İsmet Özel ve “Bilgi vücuda gelene kadar söylentiden ibarettir.“ [8]Brit Marling ve Zal Batmanglij’in senaristliğini yaptığı The OA dizisinden bir replik. İngilizcesi: “Knowledge is a rumor until it lives in the body.”
Edit: Meselenin özel tarihi üzerine bir not düşmek ayrıca gerekir. Ali Bulaç’ın bu tartışmayı parlatması önemli olmakla birlikte o dönemde Medine Sözleşmesi tartışmasını muhabbet ortamlarında gündeme sokan Altay Ünaltay’ı ayrıca anmak lazım. Bununla birlikte “Önce Adalet” başlıklı, Mehmet Efe tarafından yazılmış çıkış broşürü bağımsız olarak basılan ve 1996 yılında Ezel Erverdi’nin desteğiyle haftalık olarak yayın hayatına başlayan Ülke Dergisi’ndeki tartışmaları saygıyla anmak yerinde olacaktır.
Dipnotlar
↑1 | “Kalkınmacılığın İslamiliği” tartışması ayrıca değerlendirilmelidir. Özellikle Özalcılığın başladığı dönemlerde yapılan kalkınmacılık tartışmaları her ne kadar sönümlenmiş olsa da tekrardan tedavüle sokulmalıdır. Bu konuya ayrıca değinmek ve uzunca irdelemek gerekir. |
---|---|
↑2 | Her ne kadar AKP’nin siyasi izleğine teslim olunarak geçmişten gelen bu alerji bir süredir dile dökülmese bile hala özüne dair bir kullanımdan kaçındıkları söylenebilir. Bir süredir de demokrasi kavramını sadece Erdoğan’ın siyasi meşruiyetini kanıtlamak için kullanır hale geldiler neredeyse. Ne zaman iktidarın bir uygulaması eleştirilmeye başlansa bu İslamcı mütefekkirler(!) “demokratik yollarla seçilme” argümanını yüksek sesle kullanıyorlar. |
↑3 | Ayrıca İslamcı mahallede bu tartışmaları başlatarak risk almış olan ve birçok AKP’li kalem erbabına abilik etmiş olan kişi ise partinin kuruluş yıllarında beraber hareket ettikleri çevrede yazmaya devam ettiği için hapsedilmiştir. Önemli bir vefasızlık örneği olarak fazlasıyla dikkate değer. |
↑4 | Gülen Örgütlenmesi her ne kadar Nurcu (“Şeytan’ın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım” duasını göz önünde bulundurun) bir karaktere sahip olsa da politik bir aktör olma gayreti nedeniyle bazılarına göre pekâlâ İslamcılık başlığı altında değerlendirilebilecek yaklaşımları ve teorileri geliştiriyordu. Özellikle Fetullah Gülen’in geleneksel fıkhın daha ılımlı ve uzlaşıcı bir yorumla “modernleştirilmesinde” ciddi emeği olduğunu söyleyebiliriz. En basitinden geleneksel fıkıhta yeri olmayan “kadının dövülmesi boşanma sebebidir” ya da “başörtüsü füruattandır” gibi fetvalarının kritik öneme sahip olduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca geleneksel Nurculuktan farklı olarak sadece Said Kürdi’nin kitaplarına bağlı kalmayıp farklı kaynaklardan da beslenmeyi ve yaklaşım üretmeyi benimsemiş bir yapı olarak göze çarpıyordu. Milli Görüş üzerinden siyasallaşma gayretleri içine giren ve en müesses halini “lidere sadakat” kültü (“Hocaya sadakat, şerefimizdir!” sloganlarını hatırlayın) ile ortaya koymuş olan daha kitabi bir İslamcılıktan oldukça farklı bir eyleme biçimine (politik sahada particilik yaparak değil bürokrasiye ve yönetim kademelerin sızarak yükselme ve yer kapma) sahip olsa da politik alana değen yönüyle İslamcı bir karaktere sahip olmuştu. Gülenciliğin “Siyasal İslam” olarak değerlendirilmesi meselesi uzun ve daha detaylı bir tartışmayı gerektirmekte olup bu yazının kapsamını aşacağından bu dipnotla kifayet edilecektir. |
↑5 | http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?makaleid=4866 |
↑6 | İslamcılığın varmış olduğu tartışmalı pozisyondan dolayı kendi adıma bu kavramı tercih etmediğimi ve sadece Müslümanlık kavramını benimsediğimi belirtmek isterim. Özü itibarı ile ciddi nakısalar barındırdığını düşününüyorum. Bu nedenle ayrı bir tartışmada İslamcılığın açmazlarını bilahare genişçe ele almam gerekiyor. Bu yazıda girmedim. |
↑7 | İsmet Özel |
↑8 | Brit Marling ve Zal Batmanglij’in senaristliğini yaptığı The OA dizisinden bir replik. İngilizcesi: “Knowledge is a rumor until it lives in the body.” |