İşçi Sınıfı Yok mu? “ZORUNDA MIYIM?”
Lütfi Bergen’in “Emeğin Kapitalizmi” yazısının ardından Yavuz arkadaşımızın Adilmedya sitesinde yazdığı yazıyı sizlerle paylaşmayı uygun gördük:
Şahan Gökbakar’ın oynadığı Türksel reklamında “öztürksel”in sahibi, ”Ben iki kişiyi dinlerim; bir, içimdeki anadolu kaplanı, iki Dilber Ay” diyor ya, sanırım bu sınıf meselesinde işçi sınıfı olmadığını iddia eden kimi muhafazakarlar, Dilber Ay’ı dinliyorlar mı bilmiyorum ama, içlerindeki Anadolu Kaplanını dinledikleri kesin. Gerçi Dilber Ay’ın şarkısı da ”zorunda mıyım” değil miydi? Kimi muhafazakarlar da yerlilik meselesi üzerinden çok doğru bazı tespitlerle, modernizme karşı yeni bir epistemoloji yaratmanın büyük sorumluluğuyla (!) işçi sınıfı var demek zorunda mıyım? Batı’nın kavramlarıyla konuşmak zorunda mıyım? diyebilirler. Eyvallah.
Lütfü Bergen’in yerlilik meselesi ile ilgili bazı doğru tespitlerle dolu yazısına, emekveadalet. org’da bir eleştiri yazısı yayınlandı. Lütfü Bergen de aynı sitede “Emeğin Kapitalizmi” diye bir yazı yazdı görüşlerini açmak için.
Yazının önemi, platformun ismindeki emeğe ve ilkeler metnindeki emek kısmına (aslında adalet kısmına da) içeriği bakımından karşıt olmasının yanısıra, bazı temel kavramların netleştirilmesi bakımından bir tartışma imkanını yaratmasında saklı. Mesele gerçekten temel bir mesele. Yazıyı eleştirmeye kalkınca bir sürü başlık çıkıyor. Bu da işin zorluğu. Onun için ben yazının açtığı bazı başlıklara değinmekle yetineceğim.
Levent, Kağıthane, Çeliktepe, Gültepe, Çağlayan; İşçidir Yaşamı Sağlayan
Lütfü Bergen, kentlere yönelik gecekondulaşma politikasına izin verilmesinin sebebini modernleşmeye direnen yerel işletmelerin tasfiye edilmesi isteğine bağlıyor. Ev aletleri yapan büyük burjuvazinin tüketimi arttırmak için buna ihtiyacı olduğunu ekliyor. Sermayenin ihtiyaçlarını, sanayinin gelişmesi ile zorunlu olarak gelişen işçi sınıfının varlığını, bir bütün olarak kapitalizmin memlekette gelişimini görmeden, “modernleşme karşıtı işletmeler” gibi gerçekten fantastik bir iddia ile meseleyi izah etmeye çalışmak merkez-taşra çelişkisi dışında bir tartışma. İstanbul burjuvazisi ya da büyük burjuvazi ile küçük işletmelerin yani büyümek isteyen Anadolu sermayesinin arasındaki çelişki bir vakıa. Fakat buradan kapitalizme karşı yegane alternatifin küçük işletmeler olduğu sonucunu çıkarmak, hele hele bunu işçi sınıfının yokluğuna yahut küçük işletmeler düzenine karşı kapitalizmin bir nevi kullandığı bir sınıf olduğunu iddia etmek, hatta adaleti “işçi-işçi” diyerek kaybettiğimizi söylemek sadece ilginç değil tabi.
Neyse şu gecekonduya doğru bir yolculuğa çıkalım. Hüseyin Akın’ın Avrupa Kültür Başkenti kapsamında Heyamola yayınlarından çıkan bir kitabı var: Ayağımda Kırk Numara Kağıthane. Kağıthane’nin ekmek teknesinin fabrikalar olduğunu söyleyen Akın’ın kitabından uzun bir alıntı yapalım:
“İlk 1965-70 yılları arası yerleşen bir kısmı inşaatlarda amelelik, sıvacılık gibi işiler yaparken önemli bir kısmı da fabrikada işçi olarak çalışıyordu. İstanbul’da sosyal güvencesi olan bir yerde çalışmak altın bilezik hükmündeydi. Fabrikaya kapak atan birisi hele bir de başını sokacak gecekondusu varsa artık İstanbul’da yerini sağlama almış demekti. (…) Sanayi-Çeliktepe-Gültepe ve Çağlayan bölgesinde başını sokacak bir yer bulanlar bütün güçlerini ve imkanlarını zorlayarak bu civarın prestiji yüksek fabrikalarında çalışma fırsatı yakalamışlar. Ya inşaatlarda güvencesiz zor koşullarda ağır işlerde çalışacak, ya doğru düzgün saati belli bir fabrikada işçi olacak, ya da yatağını sırtlanıp gerisin geri köyüne geri dönecek. Köye geri dönmek bu seçeneklerden en zor olanı…Çünkü böyle bir geri dönüş mağlubiyet olarak yorumlanmaktadır.
(…) Fabrikada çalışmak yoksulluktan orta halliliğe geçiş sayılıyor. Özellikle 4. Levent hattında yer alan şu fabrikalar: Sandoz, Eczacıbaşı, Deva, Apa Ofset, Tekfen, Philips, Kale Oto Radyatörleri, Arı Gıda…Bu fabrikalardan Arı Gıda, 80’li yıllarda faal olup sonra birden bire gözden kaybolmuştur. Kale Oto Radyatörleri fabrikasıysa bundan yaklaşık 9 yıl önce büyük bir patlamayla adını duyurmuştu. Bu patlamada 11 kişi yaralanmış, patlama sonucu neredeyse mahalledeki bütün binaların camları kırılmıştı. Sandoz ilaç fabrikası ünlü ilaç fabrikası Ciba ile birleşerek ismini Novartis olarak değiştirdi. Fabrika, Çeliktepe ile Gültepe arasındaki Büyükdere Caddesi üzerindeki yerinden Pendik Kurtköy’e taşındı. (…) Bir zamanlar şehrin dışında sayılan fabrikalar, zamanla, kendilerini birden şehrin orta yerinde buluverdiler. (…) Bu fabrikaların bir kısmı tamamen üretimden çekilirken bir kısmı ise İstanbul’un yerleşim yerlerinin dışına taşındı. Mesela bunlardan Tekfen Ampul Fabrikası kendini karartarak Tekfen Tower’a dönüştü. Hafızası kuvvetli olanlar şimdiki Metrocity’nin yerinde bir zamanlar Philips Tv fabrikası olduğunu gayet iyi hatırlayacaklar. Tam Ortabayır yolu üzerindeki meşhur Eczacıbaşı fabrikası nereye gitti diyenlere Kanyon alışveriş merkezi en iyi cevaptır. ”
Yani İstanbul’da gecekondulaşmanın sebebi gelişen sanayinin işçi ihtiyacıdır. Bergen’in söylediği ise meselenin sonuçları. Zamanında bir sürü fabrika doludur bahsettiğimiz hatta. İşçinin burjuvazi eliyle yaratıldığı, yani besleme olduğu iddiası da tarihin bir zorunluluğu mudur, yoksa Kadrocular gibi “sınıfsız kaynaşmış bir kitle” şiarına dayanarak memlekette kapitalizmin oluşmasını engellemek mi lazımdır? Tabi şimdi bu tartışmanın bir anlamı kalmadı. Solun çok eski bir tartışmasıdır bu. İşçi sınıfının varlığı değil ama yeterliliği tartışılmıştır. Ama bu gün Türkiye’de kapitalizm küresel sistemin önemli bir aktörü olacak ve neo-liberal politikaların en iyi uygulandığı yer olarak örnek gösterilecek kadar güçlüdür, içselleşmiştir. Ne olursa olsun en sonunda sermayeci sınıfların dediği olmuyor mu? Taşeronlaşma, esnek çalışma, sendikasızlaştırma, asgari ücret vb. işçinin emeğini çalmak onu daha fazla saat çalıştırmak, her türlü hakkını alıp köleleştirmek için değil mi? Ya da bir yığın yasa çıkmıyor mu bununla ilgili? Neyse geçelim işçinin önemine…
Neden İşçi?
Lütfü Bergen memlekette asıl gerilimin patron-işçi arasında değil, küçük işletme ile kapitalizm arasında olduğunu, çiftçi ve küçük esnafın uluslar arası şirketler ve yerli sermaye tarafından boğazlandığını, işçinin ise küçük işletmelere karşı kapitalizmin-zorunlu olarak-yanında olduğunu, daha doğru deyişle onun başarısına muhtaç olduğunu iddia ediyor. Türkiye’de diyor, ”asıl paylaşımcı ve dayanışmacı topluluklar ahi işletmeleri idi. Onları işçi yaptık, adaleti böyle kaybettik”.
Birinci hata küçük işletmelerin kapitalizmin dışında kendi özel düzenini kurmuş bir yapı olarak anlaşılması. Türkiye’nin batılılaşma çabaları, bir yığın tartışma yokmuş gibi, yani Namık Kemal’den Mehmet Akif’e ve imparatorluğun günden güne tükenişine çare arayan , feryad eden aydınlara, yöneticilere bakmadan, bir bütün olarak tüm bu süreci göz ardı ederek yapılan bir sınıf analizi hem tarihi statik olarak değerlendiriyor hem de belki de bir zorunluluk olan kapitalizmin oluşumunu, çeşitli uğrak yerlerini bir nevi ihanet olarak görüyor. İkincisi her küçük işletmenin bir yolunu bulup-tabi büyüdükçe işçinin artı değerine el koyarak ve karı için elinden geleni yaparak-büyümek istemesini ve bu yarışa girdiğinde nasıl da kirleneceğini göz ardı etmesidir. Ahilik gibi tarihimizin paylaşımcı ve dayanışmacı üretim ve tüketim düzenini günümüzün kapitalizm koşullarında işçinin karşısına dikmek doğru değil. 13. yüzyılda toprağa dayalı ekonominin hakim olduğu bir dönemde el emeğine dayanan, makinenin, artı-değer sömürüsünün olmadığı bir yapıyı sınıf tartışmasında işçinin aleyhine bir yere oturtmak pek nostaljik, pek şematik…Çünkü sadece ahlak ile çözülecek bir mesele değil kapitalizm. Çünkü artı değer sömürüsü var. Neyse, işçi işçi deyip durmanın salt ideolojik bir takıntı olmayıp işçi sınıfına has özelliklerden kaynaklandığını Lütfü Bergen’in Sovyetik dediği Behice Boran’dan öğrenelim.
Behice Boran MDD’nin tezlerine karşı işçi sınıfının önemini, öncülüğünü, karakterini Yön’de ve Türkiye ve Sosyalizm Sorunları kitabında anlatmıştır. Behice Hanım işçi sınıfının toplu mücadele ve örgütlenme bakımından diğer emekçi sınıflara göre üstünlüklerini saptıyordu.
İşçi sınıfının ayırt edici özelliklerinden birincisi;dolaysız bir sömürü altında olması ve bu sömürünün kaynağı olarak karşısındaki somut işvereni görmesiydi. İşçi sınıfı bu nedenle ücret, çalışma saatleri, iş güvenliği gibi konularda işverene karşı mücadele edebiliyordu. Oysa küçük toprağını işleyen yoksul köylü, esnaf ve sanatkar dolaylı olarak sömürülüyor, karşısında mücadele edebilecek somut bir güç bulamıyor, bu nedenle de taleplerini ortaklaştırıp sömürünün kaynağına karşı duramıyordu.
İkinci ayırt edici özelliği;sürekli aynı işyerinde ve toplu olarak çalışmalarından dolayı aynı ihtiyaç ve taleplere sahip olmalarıydı. Oysa kendi toprağında, kendi dükkan ve işyerlerinde gündelik nafakalarını kazanmaya çabalayan yoksul köylü, esnaf ve sanatkar toplu olarak çalışmadığından toplu harekete değil, bireyselliğe eğilim gösteren bir karaktere sahipti.
Üçüncüsü;kentli bir sınıf olmasından kaynaklanıyordu. Sanayi işçileri şehirlerde ve şehirlerin aynı mahallelerinde toplanıyorlar, mekansal ortaklıkları onlar arasındaki beraberliği güçlendiriyordu.
‘Üretim araçlarından tüm kopmuş olması’, işçi sınıfının toplu mücadele ve örgütlenme bakımından dördüncü ayırt edici özelliğiydi. İşçiler emek gücünden fazla satacak bir üretim unsuruna sahip değillerdi. Yoksul köylü, dar gelirli küçük esnaf ve sanatkar kendi işlediği toprak, sahip olduğu dükkan ve işyeri (kira olsa bile) üzerinde tasarruf hakkına sahipti;emeğini değil emeğinin ürününü satıyordu. Hem sömürülüşlerindeki dolayımlar hem de mülkle kurdukları ilişki, bu kesimlere eldeki toprağı genişletmek, imkan bulsa ırgat çalıştırmak, işini büyütmek, büyük patron, büyük tüccar olma heves ve hedefi yaratıyordu. Bu durum sözü geçen köylü ya da kentli emekçileri ideolojik olarak sisteme bağlıyordu. Oysa işçiler, en bilinçsiz olanı bile, hiçbir zaman bir işveren, bir fabrika sahibi olamayacağını biliyordu. Onun heves ve hedefleri, işçi olma niteliğini değiştirmeyecek şeylerdi;ücret, çalışma şartları, sosyal haklar, güvenlik vb. Bütün bu nedenlerle işçi sınıfı, bilinçlenip sömürülmesinin kaynağının nerede olduğunu öğrenince, sömürünün temelden kalkması için üretim araçlarının kamuya mal edilmesini ister. (1)
Behice Boran MDD tezlerine karşı Türkiye’ye özgü bir sosyalizm üzerine kafa yormuştur. Bir yanda bürokrasi ile devrim yapmak isteyenler, bir yanda kapitalizmin gelmesini önlemeye çalışan kadrocular varken, Behice Boran bir sosyolog olarak da memleketin pek yapılmayan sınıflar analizini yapmaya çalışmış, Türkiye işçi sınıfının Batıdakinden farkını, imkanlarını ve zaaflarını ortaya koymuştur.
Lütfü Bergen’in Emeğin Kapitalizmi teorisi de hayali küçük işletmeler düzeninden emek-sermaye çelişkisinin belirleyici olduğu kapitalizme geçişe dayanıyor. İşçi ise bu kapitalistleşmenin en önemli unsuru. Oysa bugün emeğin tevekkülünden , yani dinin patronların lehine araçsallaştırılarak, enformel ilişki ağlarıyla işçinin dolaysız kaba sömürüsünden bahsedilmelidir.
SONUÇ:Teoriden hayata değil hayattan teoriye giden bir yol tutturmak, o yolda her hayırlı işin ardından açılan kapıdan süzülen hakikatin gereğini yapmak lazımdır. ”Bizim yolumuzda gidenlere doğru yolarımızı gösteririz” ayetinin bize gösterdiği pratikten, yaşamdan teoriye doğru giden bir anlayış, kafamızda kurduğumuz yarım hakikatleri yaşama doğrulatmaya çalışmaktan bizi kurtaracaktır. Gaye Allah’ın rızasını kazanmaksa, bu şimdi, burada ezilen, sömürülen, hakkı gasp edilenin yanında olmakla başarılabilir. Onun için emek meselesini önemsiyorum. Değilse bu ideolojik bir takıntı değildir.
Lütfü Bergen’in fikirlerinden istifade ediyoruz, dahası yerellik meselesinde İslamcılığa getirdiği eleştirilerin ufuk açıcı olduğunu görüyoruz. Lakin sınıf meselesinde olayı bakkal amcalarla halletmeye çalışması ve buradan da iyice yoksullaşan, çok kötü koşullarda çalışan işçilere “yüklenmesi” doğru değil. Hele işçileri kapitalizmin başarısına muhtaç, küçük işletmelere karşı konumlanmış bir problem olarak görünce, işçi sınıfı için ömrünü adayan işkence gören, mapus yatan… insanlar da kapitalizmin oyuncağı olur değil mi? Neyse bu kısmı şaka. Neydi Dilber Ay’ın şarkısı? Zorunda mıyım? Müslüman olmak için sağcı olmak zorunda mıyım? (Solcu olmak zorundasınız demiyorum tabi ki. ) Hak , adalet, vicdan meselesi bu…En iyisi içinizdeki Anadolu Kaplanına “oha” deyin. Ha Dilber Ay’ın bir şarkısı daha vardı: Gelmezsen gelme!
1) Gökhan Atılgan, Behice Boran/Öğretim Üyesi, Siyasetçi, Kuramcı, Yordam kitap, 2007, s. 373, 374.
son paragraf olmamış, bir defa cemaatçi soldan ya haberiniz yok ya da ideolojik bir batağın ürünü olarak karşı tarafı susturmak adına muhafazakarlıktan bahsedip duruyorsunuz. birincisi bu itham aşırı yersiz ve komik, lütfi bergen’i ya okumadığınızı ya da bilinçli çarpıttığınızın göstergesi. ikincisi ahilik (lonca) sistemi 19.yy sonuna kadar sorunsuz işlemiş bir sistematiktir. işçi sınıfı üretimi için yola koyulan dipnot solcuları dediğim güruh cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren bu meseleyi kendilerine dert edinmişlerdir. ahilik, küçük esnaf yahut kobiler, küçük iştirakler vb. geleneksel ekonomik kurumlar, kapitalizme karşı belki de işçi sınıfının varlığını yok edecek dolaylı yahut doğrudan sömürüyü engelleyecek yeterli argüman, yasa ve imkana sahip olabilir. Ayrıca bu yapılar ve kurumlar, fıtrat, vicdan, adalet ve hakka uygun yapılardır. İslamlık kendisine, dininin ön gördüğü şekliyle kurumlar inşa ve imal eder. bu mesele öyle bakkal çakkal meselesi değildir. işin içinde tasavvuf, devlet, intisab, muhtesiblik, kanun vardır. hayalin hakikate dönüştürülmesi yolu ile oluşmuş bir yapıdan söz edilmiyor bergen’in yazılarında. aksine yerli düşüncenin, iktisadi amilleri, tarihsel kurumları ile (ki bu yapılar osmanlı’da kapitalizmin girişini en aşağı 180 ila 200 yıl geciktirmiş yapılardır)* yerli düşünceye mensup sol aydının da arayamadığı ve haliyle bulup fark edemediği alanlardır. vellhasıl kelam bu meseleyi tartışmamak türk solu ve o gelenek için adet olmuştur. bu adeti islamcılar hiç kıramaz aksine beslerler. bu da unutulmamalı.
*Ahmet Güner Sayar, Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması, Ötüken
Ahmet Tabakoğlu, İslam İktisadına Giriş, Dergah
Ahmet Tabakoğlu, İktisat Tarihi, Kitabevi
Halil İnalcık, Osmanlı Devleti’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi, Cilt II, Eren
Şevket Pamuk, Osmanlı İktisadi Tarihi, İletişim
İsimlerini verdiğim eserlerin ilgili kısımlarında (çöküş devri ekonomik hayatı, değişimler, dönüşümler) bu tarihsel tespite rastlamak mümkün. Onun için bakkal çakkal, çelik çomak değildir bu mesele, oturup konuşmak isterse sayın Soysal, büyük zevk duyarım. Hayırla kalın.
Selam ile,Zübeyr Bey tartışma gerçekten önemli ve geniş bir tartışma.Ben yorumunuz üzerinden iki husus belirteyim.Gerisini tanışıp beraber konuşalım inşaallah..
1.Lütfi Bergen’in İslamcılığa yönelik eleştirilerinden dolayı muhafazakar demeyi tercih ettim.Ayrıca yerlilik ve gelenek konusundaki hassasiyetinden.
2.Ahilik meselesine özel ilgim var.Sizinle meseleyi konuşmak isterim.Ahi Evren’in kim olduğundan ve bilinmeyen 20 kadar eserinden başlayabiliriz.
3.Bergen’in kitabını okumadım.İsyandan Dirliğe kitabını en yakın zamanda okuyacağım inşaallah.Fakat tartışma işçi sınıfının varlığı,yokluğu üzerine yahut işçinin oluşumunun Bergen tarafından bir nevi “oyun” olduğu tezi üzerine yapıldı.Ben bu tezin sadece yanlış değil aynı zamanda tehlikeli olduğunu düşünüyorum.Bir diğer mesele de tarihin dondurulmasıdır;değilse ahiliğin önemi gibi bir tartışma yok.
Neyse daha uzun konuşuruz .Selamlar…