“Hem unuttum hepsini, hem de bir bir aklımda…”
Bugünlerde sanattan konuşmak biraz zor ama hakkında çok az eleştiri yazısı çıkan Darphane-i Amire’deki “Böyle Daha Güzelsin” sergisine dair birkaç notu kayıt altına almak gerektiğini düşünüyorum. Sergi şu an sağlık tedbirleri kapsamında kapalı ve bir daha ne zaman açılır belirsiz. Dolayısıyla 28 Şubat’ta açılan sergiyi görebilen sayılı kişiden biri olarak izlenimlerimi paylaşmak istedim.
Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) tarafından açılan sergi, 28 Şubat tecrübesini kavramsal sanatla anlatan/aktaran işlerden oluşuyor. 28 Şubat fazlasıyla aşınmış bir konu olduğu için beklentim düşük olsa da, meseleyi kavramsal sanatla aktarma fikrinin oldukça orijinal buldum. Sergi alanından tahmin etmediğim kadar duygulanarak ve hakikaten üstünü örttüğüm bir çok anıyı hatırlayarak ayrıldım.
Sergi, Darphane-i Amire’nin mekan olarak bir binasını ve önündeki bahçeyi kullanıyor, ziyaretçilerini girişte bir duvar yazısıyla karşılıyor: “Hem unuttum hepsini hem de bir bir aklımda”… Hilal Büşra Cebeci’nin Gel Bi de Burdan Bak isimli yerleştirmesi, sanki hep oradaymış gibi, mekanın eski ve hafif döküntü haline uyumlu bir şekilde tasarlanmış. Bu yüzden aslında bir yerleştirme olduğunu anlamak için biraz yakından bakmak gerekiyor. Çevresindeki girilmez tabelalarının aslında eserin alt metnini oluşturmak için bir araya getirildiğini görüyorsunuz. Duvar boyasının silikleşmiş, parçalanmış, alt katmanlarını gösterir hali serginin bakış açısını anlamak için iyi bir başlangıç. Sergi, önünden geçip gittiğimiz, gördüğümüz içim artık kanıksadığımız, fazlasıyla duymaktan kulak arkası ettiğimiz o eski mevzuların üstünü nazikçe açıyor.
Açık alandaki ikinci eser çok daha dikkat çekici. Melek Zeynep Bulut’un Rene Pavillion/Scar adlı çalışması, paslı metallerin bir araya getirilerek devasa bir yara formuna dönüştürülmesiyle oluşturulmuş. Eseri tecrübe ederken, hem tek tek metaller arasından sızan ışıkların ortaya çıkardığı görüntüleri izlemek, hem de yara kabuğunun içine girmek mümkün. Dahası, metalin pasına dokunmak, iz bırakmak ve eseri dönüştürmek için de izleyicilere imkan tanınmış. Metal parçalarının zemine değdiği noktalardaki boşluklara yerleştirilen bitkiler de eserin zaman içinde yeşilleneceğini haber verir gibi. Şans eseri karşılaştığımız sanatçısıyla ayaküstü konuştuğumuzda, “Yaranız böyle devasa bir halde karşınıza çıksa ne yapardınız? Ben kucaklamak isterdim” demişti. Eserin bu açıdan sadece yaraları görünür hale getirmeye değil, hatırlamaya, dönüştürmeye ve nihayet iyileştirmeye de çağırdığını söyleyebiliriz.
Girişte yer alan eserler, tüm serginin ana temalarını; yani eski yaraları hatırlamak, görmek/görülmek/izlenmek/görünmez olmak ve tecrübelerin öznelliğini, ziyaretçiye tanıtıyor. Ana mekanda, yerleştirilmiş 16 sanatçının eserine bir fon müziği eşlik ediyor. Burada mekanın fon müziğini oluşturan, Büşra Kayıkçı’nın Madde 42 isimli eserinin aslında bir video çalışması olduğunu fark ediyorsunuz. Bir piyanist ve iç mimar olan sanatçının sergi için bestelediği “minimalist beste” yi piyanoyla çaldığını gösteren videoda, eğitim hakkını içeren Anayasanın 42. maddesi, 42 numaralı piyano tuşuyla sembolize ediliyor. Kayıtta piyanistin bir eli 42. tuşu içeren bir akordu ritmik bir şekilde çalarken, diğer elin bu tuşa basmasını engellemesi otorite-özgürlük çatışmasını temsil ediyor. Eserin oluşturduğu fon müziği sergiyi gezerken bu çatışmayı tekrar tekrar hatırlamanızı sağlıyor.
Hafızanın, bugünden yazıldığını, toplum tarafından inşa edildiğini biliyoruz. 28 Şubat meselesinin, hak ihlaline uğrayan kadınlar tarafından değil, siyasi aktörler tarafından konuşulması, bir tarih yazımını da doğurdu. Bu dönemi tecrübe eden birçok kadın sessizleşirken, kişisel hatıralarını da unutmayı seçtiler. Güzin Furat Tever’in Ölü Piksel isimli video artı belki de bu nedenle benim için en etkileyici eserlerden biri oldu. Sanatçının, başörtülü okuyamadığı üniversite yıllarına ait fotoğraflarından kendini çıkarak oluşturduğu video, benzer bir tecrübeyi yaşayan her izleyici için oldukça vurucu. Bu çalışma, dönemi yaşayanları kendi hatıralarının otantik anlarına çağırıyor. Sergideki en başarılı eserler duyguları bu en saf haliyle yansıtanlar ve ortak tecrübeyi yaşayanları buluşturabilecek olanlar.
Mehtap Özer İsovic’in Marilyn isimli kolaj çalışmasının ise hafıza ve palimpsest ilişkisini vurgulaması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bir ilan panosunda İsovic’in bugünkü gülümseyen başı açık halinin yer aldığı afişlerin parçalanan kısımlarında eski katmanları, üniversite dönemindeki başörtülü / başı açık çeşitli hallerinden fotoğraflarını görebiliyoruz. Kişisel hafızaların katmanları açıldıkça, geçmiş izleri, silikleşen resimleri görmek mümkün. Geçmişteki tecrübeler unutulmuş olsa da, bugün geride kalan yara izlerini, bazen bizi yoklayan sızıları, “bu hissi biliyorum” dediğimiz anları yarattılar. Bu çok katmanlılığın aslında geniş kesimleri kapsayabileceğini gösteriyor Marilyn. Sergideki kapsayıcılıktan bahsedersek, en azından eserin açıklama metninde “sadece 28 Şubat’ın dışarıda bırakılanları için değil tüm dışarıda bırakılmışlar için” hatırlatmayı öneren, Aslıhan Ergün ve Fatih Ergün’ün Kapı Duvar isimli video artını da anmak gerekiyor.
Genel bir değerlendirme yaparsak, bir ilk deneme olmasına rağmen sergiyi oldukça başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Slogan atmayan anlatısı, tarihsel arka plan, istatistiksel veriler gibi reel-makro bir bakış açısından kaçınması, serginin sanatsal niteliğini korumasını sağlamış. Binlere yayılan öykülerin muhatabı aslında biricik insanlar. Sergideki eserler de o zaman her ne yaşandıysa bunu yaşayanların duygularına ziyaretçileri ortak ediyor. Dolayısıyla kimileri için bir empati deneyimi kimileri içinse kendiyle yüzleşme deneyimine dönüşebilir bu ziyaret. Bu noktada kadın sanatçıların eserlerinin duyguları aktarmak ve etkileyicilik açısından çok daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Kendi tecrübelerinden yola çıktıkları ya da o dönemi tecrübe eden kadınlarla kurabildikleri duygudaşlık bu açıdan fark ediliyor. Kadınlara kendi adlarına konuşabildikleri alanlar açıldığında, aktarım konusunda ne kadar mahir olduklarına iyi birer örnek ürettikleri eserler. Oysa, örneğin Bünyamin Atan ve Muzaffer Malkoç’un eserlerinin, maalesef daha önce aşina olduğumuz belirli imgeleri tekrarlamaktan öteye gidemediğini görüyoruz.
Serginin bir başka ilginç yanı ise eserlerini gördüğümüz çoğu sanatçının aslında ilk kez kavramsal sanat alanında bir eser üretiyor olması. Mimarların çoğunlukla olduğu bu ekipte, psikolog da, yönetmen de, İngilizce öğretmeni de, tezhip sanatçısı da, tasarımcı da var. Müslüman camia ve kavramsal sanatın pek bir araya gelememesi, elbette bu alanın o kadar da “açık” olamamasıyla ilgili. Güzel Sanat Fakülteleri yasağın en sert uygulandığı fakültelerdendi ve aileler de okul ortamlarını korkutucu buldukları için çocuklarını bu alanlara yönlendirmediler. Kavramsal sanat-sermaye ilişkisinde, galeri-sponsor gibi ayrıcalıklı ağların dışında kalanların da bu alanda var olması mümkün olmadı. Çoğunlukla seküler bir dilin-çevrenin baskın olduğu bu alanda, çeşitli modern işler üreten hat sanatçıları haricinde, üretilen işlerin sesini duyuramaması da bu kapalılığın bir göstergesi. Sergiyle alakalı iktidara yakın medya dışında çok az eleştiri yazısı çıkması bu tabloyu doğruluyor.
Serginin KADEM tarafından düzenlenmesi de elbette bu sessizliğin diğer bir nedeni. Kavramsal sanatı destekleyebilecek bir sermaye gücü, iktidarla birlikte hareket etmeye devam ettikçe bu durumun aşılması güç. Katılımcı sanatçılar bunu ne kadar düşündü bilmiyorum ama umarım daha bağımsız platformlarda da üretebilmeleri mümkün olur. Dilerim 28 Şubat meselesini konuşabilmek için daha bağımsız alanlarda buluşabiliriz. “Böyle daha güzelsin” sergisi ziyaretçilerini, kendi olamamak/ kendi adına konuşamamak üzerine düşünmeye çağırıyor. Başörtülü kadınlar kendi adlarına konuşabildiklerinde, konuştuklarında duyulan bir grubun değil kendi sesleri olabildiğinde, ve nihayet o biricik suretleri görünür hale geldiğinde herhalde bu meseleyi aşmış olacağız.