HDP’nin Sınırları
Express Dergisi, uzunca bir süredir heyecanla takip ettiğim bir dergi. Bağımsız olmasının yanı sıra; ısrarlı alternatif arayışı, farklı seçenekleri takip eden güncelliği, direnişlerden verdiği sıcak haberlerle, “memlekette yaprak kıpırdamıyor” zamanlarının vazgeçilmezlerinden. Son bir kaç yıldır çizgisinde belirgin bir yüzeyselleşme olduğunu düşünsem de, bu başka bir yazının konusu. Son olarak Kasım-Aralık 2013 tarihli “Yeni Siyaset” damgasıyla bir özel sayı bastılar. Sayının konusu yani yeni siyaset, “Gezi’den HDP’ye Teorinin Sırrı; Mesullenmek, mesullenmek, mesullenmek” başlığıyla özetlenmiş. Oldukça dolu, hatta yoğun bir sayı. Sadece HDP veya Gezi’den değil, Express’in usulü olduğunca enternasyonal sorulardan da besleniyor sayı.
Derginin “Meram”ını ve ardından gelen ilk iki yazıyı okuyunca biraz da alelacele, kafamdaki soruları tanımlamam ve yazılı hale getirmem gerektiğini hissettim. İrfan Aktan’ın giriş yazısı ve hemen ardından gelen Sebahat Tuncel röportajına damga vuran temel “savunma”, HDP’nin “marjinal olmadığı”, Türkiye’yi temsil kapasitesi olduğu yönünde. Önce bu yazıları okurken aklıma gelenleri ifade etmeye çalışacağım. Ardından başka bir yazıda Ertuğrul Kürkçü ile Sırrı Süreyya Önder söyleşilerini de yorumlamak istiyorum.
Express Dergisi’nin son bir kaç sayıdır yaptığı ısrarlı HDP vurgusu ve verdiği ciddi destek, bir Express takipçisi olarak beni tatmin etmiyor. Örgütlü siyasetle ilgilenen birisi olarak, seçim meselesi ile birlikte HDP’nin tasarlanış amacı, ona yüklenen anlamı taşıyabilme kapasitesi ile ilgili kafamdaki temel sorular gittikçe keskinleşiyor. HDP’ye atfedilen “birleştirici”, “Türkiyeli” nitelemelerine dair yeterli sorgulamanın yapılmadığını görüyor ve bundan çekiniyorum. Sürekli savunma pozisyonuna düşürülen HDP temsilcileri, eksiklikleri görüyorlar da söyleyemiyorlar mı, bu eksiklere dair kafalarında kendilerince çözümler var da bunu ifade edemiyorlar mı orasını bilemem.
HDP Kongresi özeti: “Bu daha başlangıç”
Giriş yazısı, İrfan Aktan’ın 26 Ekim tarihli HDP 3. Olağan Kongresi özet değerlendirmesi. Kendisini sağlam öngörüler içeren yazılarından ve doyurucu röportajlarından tanır, severek okur ve takip ederim. Birçok “ilk”i ondan okumuşluğum vardır. Dolayısıyla çok önemli toplumsal bir görevi hakkıyla yerine getirdiğini düşünüyorum. İrfan Aktan’ın bu projeye verdiği tam destek sebebiyle eleştirilerini de merak ediyorum. Belirli eksiklikleri saptayacak veya kabul edecek nesnellikte bakan ve görüşü sağlam birisi.
İrfan Aktan bir benzetmeyle giriyor konuya. Kongrede bulunan orta yaşlı bir delegenin arkadaşına sorduğu “BDP varken HDP’ye ne hacet vardı?” sorusuna verdiği cevap: “Senin iki çocuğun var, biri varken diğerine ne gerek var diyebilir misin?”. Konuya girmek için, ortamdaki coşkuyu da vurgulayarak aktarılan bir benzetme tabi. Maalesef benzetme, tam da benzetme olduğu için, pek de bir şey ifade etmiyor aslında. Adalet mücadelesi verdiğini iddia eden iki parti bunlar, çocuk değil ki. Nedense, bu şakayla karışık benzetmedeki demagojik hava yapılan açıklamaların genelinde de ön plana çıkıyormuş gibi hissediyorum.
Mahir Çayan Meselesi
Kongreye hâkim olan sloganların ikisi doğrudan Gezi direnişi ile ilgili; “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” ve daha doğrudan bağlantılı olan “Her Yer Taksim Her Yer Lice”. Üçüncü hâkim slogan ise “Mahir, Hüseyin, Ulaş, kurtuluşa kadar savaş!”. Bu son sloganın çokça atılmasının sebebi, Mahir Çayan dolayısıyla Türklük veya asıl vurgulanan Türkiyelilik (keza sözcüler “Türk” vurgusundan sürekli olarak kaçınıyor gibi görünüyorlar) bağlantısının kurulmaya çalışılması. Öcalan’ın konuşmasında yaptığı Mahir Çayan’dan devralınan devrimcilik vurgusu da bu amacı taşıyor gibi görünse de, Mahir Çayan’ın Türkiye nezdindeki “meşruluğu” belli. İlk soru burada geliyor. Mahir Çayan’ın Türkiyeli devrimciler üzerindeki meşruluğunu tartışmaya dahi açamayız. Fakat Öcalan’ın düşündüğünden bağımsız olarak, İrfan Aktan acaba gerçekten bu sloganın atılmasıyla Türkiye bağlantısının kurulabildiğini düşünüyor mu? En basitinden, Mahir Çayan geleneğini takip edip bu sloganı kullanabilecek kalabalık üç grup olan Halkevleri, Halk Cephesi ve ÖDP, HDP bileşeni değiller. Büyük ihtimalle Öcalan’ın hedefi Mahir Çayan ile bu hareketleri kapsayabilmek veya Kürt hareketiyle aralarında gerilim olan Anadolu Aleviliğini sürece dâhil edebilmekti. İrfan Aktan’ın yazısında sürekli andığı, derginin ilgili yazıları dâhilinde de vurgulanan bu sloganın, Öcalan’ın önemli sembolik mesajlarından biri olması dışında, Türk halkı nezdinde herhangi bir meşruluk sağladığı yok. Kısacası; Mahir Çayan vurgusundan yaşanan heyecanı tam olarak anlayamıyorum. Bu benim Mahir Çayan’ın fikirlerini veya deneyimlerini paylaşıp paylaşmamamdan, takip edip etmememden bağımsız bir şey üstelik.
Konferansın ilk konuşması EMEP eski genel başkanı, eski bağımsız yeni HDP milletvekili Levent Tüzel’den geliyor. “Türkiyeli, Anadolulu, Mezopotamyalı…” Takip edenlerin bildiği gibi HDP fikri, Öcalan’ın Türkiye’yi kapsayabilecek bir parti olarak tasarladığı daha önce de özellikle seçimler vesilesiyle denemeleri yapılan Çatı Partisi fikriyatının devamı. Fakat en azından Levent Tüzel’in konuşmasından böyle bir yaklaşım yakalamak pek mümkün değil. Levent Tüzel, kendine güvenen bir şekilde “Türk” diyemiyor çünkü. Basit bir gösterge olmakla beraber, böylesi bir hareketin “Türk” kelimesini çoktan kabul etmiş olması gerekmez mi? “Türk”lüğü ırktan bağımsız bir soyutlama olarak kabul edilip kullanılması gerektiğini; Boşnakların, Pomakların, Tatarların ve Arnavutların alınmayacağını hatta sahipleneceği gerçeğinin göz ardı edilemeyeceğini düşünüyorum. Çerkezler ve Lazları belki dışarıda bırakabiliriz. En azından buna benzer bir tartışma bile döndü mü hiç? Yani “bizim bu ismi sahiplenmemiz –veya sahiplenmememiz- lazım fakat bunu bir şekilde tartışmaya açalım” dahi dendi mi? Azını çoğunu bilmem ama “Türklük” ne kadar soyutsa, “Kürtlük” de o kadar soyuttur. Ertuğrul Kürkçü’nün konuşmasında da aynı vurgu devam ediyor; “Kürdün, Arabın, Ezidinin, Alevinin…” Eee Manisa var mesela, Kastamonu, Yozgat, Amasya, Bolu, Isparta… Saymakla bitmez. HDP’de zaten BDP var sayın Ertuğrul Kürkçü, en azından bir orta yol bulsak? Yani BDP mesela “Kürdü, Arabı, Ezidiyi, Aleviyi” nicedir –muhtemelen “Türk tarafındaki” hepimizden daha etkin bir şekilde- koruyor ve kolluyor. Bunlar BDP’den gördüğümüz ve beklediğimiz şeyler.
Bu bahsettiğim olasılığın yapısal sınırlarının farkındayım tabii ki ama çaba sarf edildiğini de göremiyorum galiba. Tabii ki “Türk” kelimesinin birkaç kere zikredilmesiyle aşılacak bir durumdan bahsetmiyorum, daha öncelikli olarak “sağ” ve “sol” anlayışlarının sorgulanması gerekiyor.
Sebahat Tuncel’in Gezi Analizi
Sebahat Tuncel ablamızın söyleşisine hâkim olan ve bence en isabetli olarak tanımlanmış hedef, HDP’nin Gezi direnişi ile ortaya çıkan dinamiği yakalama niyetiyle ilgili. Fakat yine de söyleşi boyunca politik konumu dolayısıyla baskın bir savunma hali var ve öyle görünüyor ki bu savunma halinin yoğunluğu, çorbanın tadını almamızı engelliyor.
HDP’yi besleyen dinamiklere dair Sebahat Tuncel’in ilk vurgusu Öcalan’ın barış sürecini başlatması, ikincisi ise Gezi direnişi. Tuncel’in Gezi ve HDP bağlantısını net olarak anlayabilmek için önce Gezi direnişinin sosyolojisinden ne anladığımı kısaca özetlemem gerekir. Gezi direnişi, açıkça bir direnişti. Şahsen de içinde yer almaya ve gözlemlemeye çalışmış birisi olarak, bu direnişe dair daha sofistike bir okuma yapmak gerektiğini düşünüyorum. Ankara’ya ve diğer illere hâkim olan bir insan değilim ama İstanbul’da bu direniş üç farklı toplumsallık içeriyordu:
Birincisi, direnişi direniş yapan, BDP’linin de, Kemalist’in de, Alevi’nin de içinde bulunduğu, bunlardan öte tüm sol grupların ve Gezi’ye asıl rengini veren (Gezi’nin alamet-i farikası) taraftar grupları ile “apolitik”, esprili genç kuşağın oluşturduğu Şişli-Taksim-Tophane-Beşiktaş’ın bir kısmını dâhil edebileceğimiz hat. Bu hat, HDP’de olması düşlenene en yakın hat, birçok sol grup için de öyle. İkinci hat, maalesef daha geniş bir kesimi kapsayan ve çoğunlukla “Cumhuriyet Mitingi” havası veren hat. Muhtemelen direnişteki en yüzeysel, direnişin en istenmeyecek anlarının yaşandığı Beşiktaş’ın ve Kabataş’ın bir kısmı, Bakırköy, Avcılar, Beylikdüzü, Kadıköy’ün Bağdat Caddesi bölümü. Bunlara bir üçüncü olarak, Okmeydanı ve Tarlabaşı dışında kentin çeperleri sayılabilecek durumda olan Alevi ve Kürt nüfusun ağırlıklı yaşadığı, sol grupların kuvvetli oldukları Sultangazi, Nurtepe, Gülsuyu, Gülensu gibi mahalleler. Protestolar boyunca ülke çapında gerçekleşen ölümlerin altısının da bu üçüncü kesimde gerçekleştiğini de not olarak düşelim.
Sebahat Tuncel’in asıl kastettiği (ve sol açısından da daha ileri bir düzeyi temsil eden) özellikle ilk kesim tabii ki. İkinci kesimde yaşananları sürekli ön plana çıkarıp vurgulayan AKP’nin yaptığının tam zıttı olacak şekilde, o da bu ikinci kesimi görmezden gelip Gezi direnişini özellikle Taksim’e rengini veren haliyle vurguluyor.
İlk kesim, Türk ve Kürt solunun kurumsallaşmış kesimlerinin farkında olmadığı, bu sebeple hazırlıksız yakalandığı, hatta görünen o ki karşılama hususunda da sınıfta kalmış olduğu kesim. Sebahat Tuncel elbette ki bu durumun tespitini yapmış, HDP dinamiklerinin gecikmiş olduğunun farkında. Stratejik olarak bu direnişe yaslanmak gerektiğini söylemekle beraber bunun zor olduğunu da teslim ediyor. Örgütlü yapıların kurumsallıkları ve alışkanlıkları sebebiyle hali hazırdaki örgütlenme organlarının Gezi hareketiyle doku uyuşmazlığı yaşadığı birçok kere belirtilmişti zaten.
Marjinal: Bir Hakaret Ama…
Yazılar ve söyleşiler boyunca solun marjinal olmadığına dair baskın savununun en temel sebeplerinden bir tanesi marjinal kelimesinin hakim kesim tarafından bir hakaret olarak kullanılması. Örneğin “marjinal” ifadesinin sıklıkla Yalçın Akdoğan tarafından kullanılmış olduğunu düşününce Sebahat Tuncel’in savunusunun neden kaçınılmaz olduğu çok iyi anlaşılıyor. Oysa bu kelimenin, hepimizin bir şekilde, bir zamanlar eleştiri/özeleştiri yönelteceğimiz derecede bir gerçeklik payı olduğunu biliyoruz. Ertuğrul Kürkçü de “sol”un kitlesel olmadığının farkında. “Marjinal” kelimesine yüklenen ve eleştiriden ziyade hakaret içeren kötücül amaçlı kullanım bizi anlaşılır bir savunmaya itse de, marjinallik tespiti solun halk nezdindeki etkisine dair kafalardaki soru işaretlerini gölgelememeli. Bu durum, şahsen benim için bir eleştiri ve özeleştiri kaynağıdır; geçmiş için de, şimdi için de. HDP’nin bizatihi kendisi marjinalleşmenin önüne nasıl geçilebileceğine dair bir arayış değil mi zaten? “Ne biz, ne de savunduğumuz düşünce marjinaldir” diyor Sabahat Tuncel. Güzel de, o zaman biz nerede hata yaptık? Hiç hata yapmadık mı? Diyelim söylediğimiz şeyler halka yabancı değil, eyleyişlerimiz de mi değil? “Bizim taleplerimiz bir grup elit veya ulus-devlet anlayışına sığınanlar dışındaki herkesin talebi…” demişsin sevgili abla ama ya AKP’ye oy verenler, milyonlarca işçi, köylü, esnaf, işsiz?
Sebahat Tuncel sonrasında BDP’nin de bir Türkiye partisi olduğuna dikkat çekiyor: “BDP, tüzüğü ve programıyla tam bir Türkiye partisi”. Bana kalırsa HDP’den daha çok Türkiye partisi. BDP ciddi bir gerçeklik üstüne, mücadeleyle bina edilmiş. Buradaki vurgu, BDP’nin örneğin bir KADEP olmadığına dair. Türkiye’deki Barzani destekçilerinin partisi KADEP’in ne olduğunu herkes bilemeyecektir, çünkü KADEP marjinaldir işte mesela. Bu kısım çok doğru ve altını ısrarla çizmek gerekiyor ki, BDP marjinal bir parti değildir; fakat bir Kürt partisidir, sadece bölgesel değil, metropollerdeki Kürtlere de hitap ediyor olması açısından “Kürdistani” diyemiyorum. Tüzüğü itibariyle Türkiye’ye hitap ediyor olsa da, böyledir durum. Yolun daha çok başında olan HDP ise, BDP’den farklı bir amacı olması dolayısıyla an itibariyle Türkiye’ye BDP’den daha az hitap etmektedir.
Son bir alıntıyla bu bölümü bitirelim; “Kürtlerin, yoksulların, gerçek Müslümanların, Alevilerin, kadınların, ekoloji hareketlerinin, LGBT’lerin bir araya gelmesi elbette sistemi tedirgin ediyor.” Yani HDP’ye destek olan ve Müslüman veya İslamcı olarak ön plana çıkanlar “gerçek Müslümanlar”, geri kalan çoğunluk kafir, münafık veya günahkar öyle mi? Solun en zayıf olduğu noktaya geldik. Bir kitle örgütü olma amacıyla yola çıkan sol partinin eş başkanı veya sözcüsünün, İslam ve Müslümanlar ile ilgili yargılara varırken böylesi bir kolaycılığa ve yüzeyselliğe düşmemesi gerekir. Gerçek Müslümanlar sahte Müslümanlar ayrımı başbakanın ayrımı, bu dil başbakanın kullandığı dil değil mi? Koskoca bir toplumun “gerçek Müslüman” olmadığını iddia etmek için o dine biraz bakmak, bu konudaki kararları incelemek gerekmez mi? Eğer Türkiye partisi olmak istiyorlarsa, bu topraklarda solun en zayıf noktası olan din konusunda böylesi aceleci, ezber yaklaşımlar, işte sizi marjinal yapar. Kendisine Müslümanım diyenlere “değilsin” demek, en azından bir Müslüman için kaçınılması, üzerine çokça kafa yorulması gereken bir davranıştır. Bu zaten soldaki en büyük eksiklik, tabi ki HDP’ye mal edilemez. Fakat HDP, çıtasını yükselttiği ve büyük ideale oynadığı için bu uyarıyı yapmak boynumuzun borcudur. İşin kötüsü kendilerine sorsak, “İşte İslam ile ilgili de bunu söylüyoruz” diyebilecekleri aslında olmayan bir sığınak yaratmış oluyorlar.
Sonuç yerine
Sonuç olarak, HDP bir fikir olarak desteklenebilir olsa da –tabii ki-, önünde yatan böylesi zorlu bir süreç var. Express Dergisi’nin heyecanlı desteğini de anlamakla beraber, “tek alternatif bu, desteklemek zorundayız” şiarıyla bazı eksiklikleri kaçırdığı, işin Türk solu kısmındaki eksikliklerin –yani HDP’nin tamamlayabileceği düşünülen eksikliklerin – “Mahir Çayan” vurgusuyla aşılabileceğine dair iyimserliğini anlamamaktayım. Başarılı olmasını ummakla birlikte, acelecilik dolayısıyla bu eleştirilerin görülmediğini veya tatminkâr cevaplar bulunmadığını düşünüyor, üstelik bunun çok daha büyük bir tartışma getirmesi gerektiğini de görüyorum.
Bence yazarın Express dergisi üzerinden giderek yaptığı bu HDP eleştirisi cuk oturmuş, yani aslında kendisinin “marjinal” olduğunu bilen bir topluluğun (bu kelimeyi özellikle kullandım ki toplumda kendisine verilen meşruiyet hukuku ile ilgili bir şey bu); böyle olmadığını iddia ederken bile buna inanmadığını gösteriyor. Sonuçta HDP bir ideoloji partisi, kitle partisi değil, çoğunluğun hoşuna gidecek şeyler söylemiyor. Bu da son derece doğal bu partiler kendi doğruları ile toplumun karşısına çıkar, genel geçer söylemlerle değil o yüzden de kendisine buradan bir meşruiyet üretmesi bence abesle iştigal. Eğer ben sözlerimin doğruluğuna inanıyorsam, meşruiyeti sözlerimin üzerinden sağlamaya çalışırım. Bu açıdan bakınca HDP üzerindeki Öcalan ve Kürt siyaseti gölgesinin kalkma ihtimalini ben göremiyorum ve bence tamda o yüzden, halkevleri ve ÖDP gibi yapılar buraya dahil olmuyorlar. Kaldı ki, bu yapılar dahil olsalar dahi, hadi oradaki açmazları aştıklarını da düşünelim, toplumun genelinde yine “marjinal” olarak kalacaklardır. Şimdi Gezi diye bir şey oldu ve buradan herkes kendine oy devşirmeye çalışıyor ama hiç kimse şunu düşünmüyor, Gezi bir isyandı, direniş değildi. İsyandan örgüt çıkmaz, direnişten çıkar. Böyle bir süreç yaşandı mı, yoksa örneğin insanlar Gezi meselesi sürerken tatile çıktılar mı? Hal böyle olunca oradan oy devşiremezsiniz, Kürt sorunu üzerinden olur, çünkü yıllardır süren bir direniş var ve bu iş sürdükçe BDP daha da güçlenir ama Gezi’den bunu yapamazsınız. Onun için herkes fabrika ayarlarına geri döndü. Diğer bir konu HDP’ye şöyle bir bakın, Sırrı hariç ki, o bile BDP ile seçime girdikten sonra genel kitlelerde ki “meşruiyeti”ni yitirdi. Halkımızın şöyle hani ulan bu da doğru söylüyor, bu da iyi bir adam diyebileceği kaç kişi var. Sen birde bunun içine Mahir Çayan, Abdullah Öcalan, alevi, arap filan dediğin zaman genel çoğunluk zaten seni öteler ve dinlemez bile. Ha şunu da söyleyelim, yazarın yaptığı tespit, işte “gerçek Müslümanlar” bizde meselesi, bu neye tekabül ediyor biliyormusunuz. Uzun zaman solda şöyle bir geyik vardı. “Tanıdığım bir imam var, ama öyle yobaz değil, ilerici, aydın bir din adamı” Böyle bir saçmalık olabilir mi, böyle konuşursanız, ortalama bir Müslümanın gidip oy vereceği yer sağ partiler olur. Yani Alevi’ye sahip çıkın, Kürt’e sahip çıkın, Arap’a sahip çıkın ama iş Türk demeye gelince orada durun o zaman sıkıntı oluyor. O zaman siz zaten çoğunluğu gözden çıkarıyorsunuz. Burhan Sönmez Birgün gazetesindeki Marx’ın kesbi isimli yazısında şöyle demişti. “Cemevlerinin ibadethane sayılması” mücadelesine sahip çıkıyoruz. Öyleyse, “camilerde afyon, cemevlerinde şerbet dağıtıldığına” dair bir tespit mi var, yoksa “dine karşı olma kararlılığından” taviz veren bir “muğlaklık” mı söz konusu?” Bugünlerde İdris Küçükömer’i tekrar okumaya başladım ve Türkiye’de solun neden adamakıllı oturmadığını bir kez daha anlayabiliyorum. Sosyalist solun belki de bu topraklardaki en ayağı yere basan kesimi olan Kürt hareketinin yönlendirdiği HDP bile, böyle konuşuyorsa ve eyliyorsa gerisini varın siz hesaplayın. Hiç bir şey bilmiyorsanız, bunu tabii ki üst yapıdaki politikacılara söylüyorum, Sırrı gibi samimi olsanız bile belki bir şeyler değişir, çünkü sizin kullandığınız dil bu toprakların dili değil.
Bazı kardeşlerimiz şu pozisyonda; “Yahu tamam Kürtler var ama Türkler de var, biz gökten inmedik ya!” Evet bu itirazı haklı çıkarabilecek çıkışlar var. Türklüğü bir etnik köken olmaktan çıkarıp herkesi kapsayan bir Türkiyelilik çizmek hem kendi geçmişini arayan Türk’e hem de üst kimlik olarak Türk olmak istemeyen ya da Türkiyeli olmak isteyen Kürde zulüm oluyor. Bırakın bu ülke toprak temelli vatandaşlık üzerinden bir arada dursun. Ne Türk yok olsun, ne Kürt yok olsun.