Hayırda Buluşanlar
Öyleyse üzülmeyin, cesaretinizi yitirmeyin.
Eğer gerçekten inanıyorsanız, üstün olan sizlersiniz
Âl-i İmrân: 139
Türkiye 20 Temmuz 2015’ten bu yana uzun bir sonbaharın içinde. Bitmek bilmeyen, her felaketle daha da katmerlenen bir sonbahar bu. Kış olmayışının sebebi bitimsizliğinde, yasımızı bir türlü tüketemeyişimizle alakalı bir bakıma. 2016 kışı korkunç bir savaşla, 2017 kışı ise 15 Temmuz darbe teşebbüsünün faillerini tasfiye bahanesiyle ilan edilen bir sürek avıyla geçti. Meclisin en büyük üçüncü partisinin eş genel başkanları ve pek çok milletvekili tutuklandı, onlarca gazete ve televizyon kapatıldı, 120 binden fazla devlet memuru soruşturulmaksızın kamudan ihraç edildi, akademisyenler okullardan atıldı. Türkiye’de ilk defa, sivil yöntemlerle ve sivil iradeyle gidildiği iddia edilen rejim değişikliği, işte bu olağanüstü koşullarda gerçekleşti. Türkiye’nin sivilleşme macerasının mühim bir dönemeci olan AKP iktidarı, istisna haline hükmederek egemenliğini ilan ederken, zıddı olan Kemalizme de tam manasıyla inkılab etmiş oldu. Halklar için bir ihtimalken, adeta bir kabusa dönüşen AKP fenomeni, gücün, tamahın ve hırsın, mazlumları nasıl bir anda zalime dönüştürebildiğini, dolayısıyla mazlumluğun da mutlak bir haklılık hali olmadığının dersi adeta.
Sandıktan çıkan netice toplumu evet ve hayır cihetinde dikey olarak iki kutba bölse de, iki reyi de verenler aynı mahalleyi paylaştığımız, aynı evde oturduğumuz insanlar, komşularımız. Dolayısıyla bundan önce de olduğu gibi bundan sonraki hayatımızda da gündeliğin yatay ilişkileri içerisinde yan yana yaşamaya devam etmek zorundayız. Bu yan yanalığı imkansızlaştıran koşulları da hep beraber tartışmak, tüketmek ve tasfiye etmek en mühim aciliyetimiz olarak önümüzde belirliyor. Görünen o ki farklı toplumsallıklardan seçmenler, bu referandumda, ait oldukları siyasi parti ve kampların başat politikalarını da ihtar ettiler. AKP’liler Erdoğan’ın sınır tanımayan nobranlığına, MHP’liler Bahçeli’nin partiyi AKP’nin arka bahçesine çevirişine ve parti içi muhalefete ettiği muameleye, HDP’liler ise savaş sürecinde partinin iflas eden Türkiyelileşme siyasetine ve belki de Türkiye’nin Batısından bekledikleri ama bir türlü yükselmeyen itiraza, sandıkta hayır vererek veya vermeyerek göstermiş oldular. Hayırın buluşturduğu ve ayrıştırdığı kesimleri bir kere de buradan görmek bunun için önemli.
Alışıldığın aksine sadece Türkiyeli sol seçmen değil, sağ seçmen de bu defa kaydadeğer bir bantta hayır oyunu kullanarak, girişilen rejim değişikliğine rıza göstermedi. Bu rızasızlığı kolaycı bir şekilde eski rejimin bekası veya muhafazası olarak okumaksa bizi fena bir yanılgıya götürecektir. Pensilvanya, Washington, Berlin ya da Paris Hayır’ı istemiş olabilir. Fakat bizim komşularımız bizzat kendi iradeleriyle, kendi hayatlarında arzulamadıkları bir değişikliğe rıza göstermediler. Dolayısıyla onlar, cizye karşılığı canları bağışlanacak zımnîler değiller, onlar en az AKP rejiminin rejim değişikliğine rıza verenler kadar aslî ve asildirler. Girişilen rejim değişikliğinde onlara neyin emniyet vermediğini, neyden kaygılandıklarını, neyin endişesini hissettiklerini çözümlemek onun için çok önemli. Keza rıza verenler de arzuladıkları değişim için rey verdiler. Peki insanlar nasıl oluyor da kendi köleliklerini kendi özgürlükleriymiş gibi arzuluyorlar?1 Mesela Soma’lı madenciler nasıl olabiliyor da kendilerini “Evet”e mecbur hissediyorlar? Soruyu tersten sorarsak, bizler onlara ne vaat edemiyor, nasıl bir gelecek tahayyülü sunamıyoruz ki emekçilere iş cinayetlerinde katledilmekten fazlasını vermeyen bir siyasal duruş tercih konusu haline gelebiliyor?
Hayırın görünmeyen selameti ise, Saadet Partisi ile CHP’yi aynı safta yan yana getirebilmesi oldu. Bundan 43 yıl önce 37. Hükümet döneminde de ittifak olan bu ikili, acaba AKP’nin İslamcılıktan boşaldıkça klişe ve vulgar bir sağcılığa, kötü bir milliyetçiliğe hapsolan siyasal repertuarına karşı, sosyal adaletçi, demokrat ve özcü olmayan bir “buralı” siyaseti kurabilir mi? Solun çoktan iflas eden Türk modernleşmesine, sağın ise İslamcılığın iflas eden ümmetçi-ahlakçı siyasasına idraki yeni bir politika üretebilir mi? Bir zamanlar Has Parti’nin girişip arzularına yenik düşerek tasfiye olduğu bu macera, 16 Nisan’ın buluşturduğu toplumsallıkların ışığında bugün çok daha ihtimal dahilinde, önümüzde ve burada durmakta.
15 Temmuz’da anın vacibi2 uyarınca, “darbelere karşı toplumsal barış” şiarıyla sokaklarda buluştuğumuzda, bu buluşma halinin imkan ve ihtimallerine inanmıştık. Erdoğan’ın darbe teşebbüsünü “Allah’ın bir lütfu” olarak görüp kendi iktidar kavgasında bir fırsata çevirmesi, onun pragmatizminin neticesi olsa da bizim için toplumsal olana içkin olumsallık, her zaman takip edilecek, öğrenilecek ve saflaşılacak bir kılavuz oldu, el’an da öyle. Onun için umarsızca “Korku Değil Umut!” 3 diyebilmiştik. Şimdi, sonbahar gerçekten de geç gelen bir bahara durmuşken, sandıklardan taşan, iktidarı tedirgin eden ve daha da mühimi inanmışlığıyla ahlaki politik üstünlüğünü ilan eden Hayır cephesindeki hayrı, başka bir olumsallığa taşımak için gene korku değil umut diyoruz. İradenin iyimserliğini, aklın kötümserliğine galebe çaldırarak, herkesi, bizleri buluşmaya, yan yana gelmeye, birbirimizi daha fazla dinlemeye, korkularımızı yenmeye, umuda yönelmeye davet ediyoruz. Bizleri ayrıştıran dikey kutupları yarmadıkça, hayırla evet arasındaki fark yaralarımız da kapanmayacak zira. Şimdi de tam da bunun için hayırda buluşmanın, hayırda yarışmanın vaktidir.
Zulmedenler nasıl bir alt üst oluşla yıkılacaklarını çok yakında göreceklerdir.
Şuara: 227
1 https://twitter.com/tarihibirgercek/status/853735323469328385
2 https://twitter.com/karamzalininki/status/792721133346979840
3 http://www.emekveadalet.org/notlar/korku-degil-umut-mustafa-emin-buyukcoskun/