Has Parti’nin Dağılması Sonrasında Bazı Sorular
Bu memlekette adaletten yana, mağdurların sesi olmaktan vazgeçmeyecek, güçlü ve istikrarlı bir siyasete kurumsal kimlik kazandırabilmek mümkün mü?
Kendilerini konumlandırdıkları haliyle, sağ ve solun bekçileri olan iki siyasal yapının cezbediciliği karşısında, konumunu kendi söylemiyle kurmayı tercih ederek yola çıkan neredeyse hiçbir siyasi oluşumun bu yolu uzunca yürüyememesi, yukarıdaki sorunun sahiplerini ümitsiz bırakabiliyor. Son olarak Has Parti tecrübesi, öngörülebileceğinden çok daha erken kendini feshettirerek, ikili siyasal yapı dışında yürümenin imkansız olduğunu söyleten bir tecrübeye dönüştü. Bu gerçekten böyle mi, yoksa yerinde ve güçlü bir operasyonla, zaten zayıf olan ve sınanmaya hazırlanmamış bir kadro teslim alınarak, güçlü bir zann’ın bütün soru sahiplerinin üzerinde bir duygusal hegemonya kurması mı sağlandı? Bunu sorarken, emek vererek bu yolda yürümeye niyetlenen insanları yargılamaktan sakınarak, bir yolculuğun muhasebesine eğilmemizi sağlayacak bazı imkânlar aramaya çalışalım.
İki örneği kısaca hatırlayabiliriz. İlki, Milli Görüş geleneğinin adım adım büyümesi ve bir noktadan sonra taşıyabileceğinin ötesinde bir kitlesel destek aldığında müesses nizamın karşısına getirdiği krizleri yönetemeyerek teslim alınması[1]. İkincisi ise TİP ile Türkiye’nin solunda ortaya çıkan geleneğin temsil edici bir varlığa kavuşması ve sonrasında neredeyse kurumsal bir iz bırakmadan yok olması. Bu iki siyasal hurucun analizine eğilmektense, burada sadece yola çıkış hazırlıklarına ve sınanmaya razı oluşlarına değinmek istiyorum.
İkili siyasal yapı doğal olarak Türkiye toplumunun içindeki birçok farkı örterek ama aynı zamanda bu farklara kısmen konuşma imkânları açarak kendini sürdürebiliyor. Fakat zamanla bazı farklılıklar, kendini ifade edecek daha geniş bir alanın varlığını arayan bir baskılayıcılık gösterebiliyor. Bu arayışa, kuşatıcı bir üst-söylem kurarak karşılık verebilen siyasi oluşumlar, yola çıktıklarını beyan ettiklerinde doğal olarak birçok toplumsal grup tarafından izlenmeye başlanırlar. Bu izlenmenin, bir merak saikiyle geliştiğini değil, daha çok bir sınama çabası olduğunu düşünebiliriz. Halkı, kurtarıcı bekleyen bir kalabalık olarak düşünen okur-yazarların zannının aksine; halkın, kendisini temsil etme iddiasıyla ortaya çıkan siyasi grubun dirayetini ve basiretini ölçmeye niyetlenen bir izleyişi. Aynı zamanda, ortaya çıkan bu grup, yükselttiği söylemin taşıyıcısı olabilecek bir kararlılığa sahip mi; yalnızlıkla, baskıyla, korkuyla, yoksullukla ve itibarsızlaştırmayla karşılaştığında, adalet ve hakikat kavramları etrafında biriktirdiği karşı-çıkma haklılığına layık bir varoluşu taşıyabilecek mi? Halkın izleyiciliği, şüphesiz bu şekilde formüle edilen sorular eşliğinde dile gelmez, bunlar daha çok biz okur-yazarların meseleyi tanımlama biçimi olarak düşünülmeli.
Yukarıda adı geçen iki siyasal yapının Türkiye’nin klasik sağ ve sol bloklarında kurmaya çalıştıkları damarlar, bugüne gelindiğinde bu damarları da içererek kendini yeniden üreten ikili yapı tarafından boğuldu denebilir. Fakat bu şekilde ifade edersek, ikili siyaset yapısının kendini devam ettirmek için, Milli Görüş ve TİP gibi yapılar tarafından nasıl dönüştürüldüğünü de görmemiş oluruz. Taşıdığı söz mirasının imkânlarını bütün gücüyle kullanabildiler mi, yoksa büyük imkânları heba mı ettiler sorusu, elbette bir kenarda tutulabilir. Ama karşımıza almaya niyetlendiğimiz soru, bugünün sorumluluğu ile alakalı ise; artık, geçmişten bir ders çıkararak yeniden yola çıkılacaksa, “nasıl yola çıkmalı ve neye hazırlıklı olunmalı” sorusunu önümüze koymalıyız.
Tekrar Has Parti macerasına dönersek, bugünden geriye dönüp baktığımızda Türkiye’nin siyasal macerasına hiçbir şey katmadan eriyip gidişi karşısında ne söyleyebiliriz? Girdiği ilk seçimde halkın teveccühünü kazanamayışı karşısında, hiçte reel olmayan bir umudun sönüşü birçok insanı niçin sessizleştirdi ve kendini lağvetmeye, iddiasından vazgeçmeye zorladı? Türkiye siyasetinde ve bürokrasisinde en hızlı ve çokça dikey yükselmenin yaşandığı bir dönemde, Ak Parti şemsiyesi dışında bir iddiaya omuz vermenin ağırlığı ve yalnızlığı niçin taşınamadı?
En başından şunu söylemek gerekir ki, bu kadroların ortalaması, yükseltmeye çalıştığı söylemin yükünü omuzlayabilecek kararlılıkta değilmiş. Çünkü daha ilk sınanmada, bir itibarsızlaşma olarak düşündükleri düşük oy oranını, halkın kendisinin değerini bilemeyişi olarak kodladı ve psikolojik bir çöküntü yaşadı. Ya da kötü bir rivayete göre, statü talebinin halk tarafından bir karşılık bulamayacağını anlayınca, büyük partinin davetine uyarak, niyet ettiği statüye kavuşmak üzere, hazırlandığı pazarlığa oturdu.
En azında bu örnek bize şunu gösterdi ki; adalet kavramı ve arayışı etrafında örülen bir sözün, kendisinde taşıdığı içkin-değer, sadece bir değer olmaklığıyla, yüklenicilerini kendilerine değer katan bir mevzide durmaya ikna edemiyorsa, sözün tek başına bir siyasal alan açması mümkün değilmiş. Bunu hatırlayarak diyebiliriz ki, sözü taşımaya hazırlanmış, içinde ve kendisine karşı konuştuğu halkın kendisini sınamasına razı olmuş, kendini terbiye etmeye niyetli bir irade olmadan, yeni bir siyaset kurmak mümkün değil. Adalet kavramı etrafında örülen sözün değerini halk elbette takdir edebilir ve ediyor da, fakat bu değerli sözü taşıyanlar, sözün değerinden yararlanmaya mı çalışıyorlar yoksa bu sözün içkin-değerine dayanarak kendileri de doğru bir hayat/siyaset çabasındalar mı? Bu soru elbette, izleyenlerin aklının bir kenarında bekleyen bir soru. İzleyenleri mutmain kılacak bir cevaba erişmediği sürece de, sözün taşıyıcılarına değer verilmesini istemek boşuna bir taleptir, hatta yola çıkanları içten içe eritebilecek bir kibri de belli eder.
Arada şunu da kaçırmamalıyız; yola çıkan hiç kimse yeteri kadar hazırlık yapmış olamaz, kendini yeteri kadar terbiye etmiş değildir. Krizler karşısına geldiğinde, bu krizlere vereceği karşılıklar bir taraftan, siyasi grubun halkın gözünde sınanmasına vesile olan bir süreçtir ama aynı zamanda yola çıkan siyasi grubun, yürüdüğü yol tarafından terbiye edilmeye razı oluşunun veya vazgeçişinin belirişidir. Bu haliyle, yeterince ehil bir kadro ile yola çıkılıp çıkılmadığı, yolu yürürken kriz karşısında gösterilen dirayetle ve kararlılıkla her seferinde yeniden sınanır.
Bu durumda elimizde bir soru kalıyor: Yola çıkılması gerektiğine kim, neye dayanarak karar verecek? Siyasal gündemin sürekli hissettirdiği aciliyet hissi karşısında, ikili siyasal yapının dışında durarak söylenecek adil bir söz mecrası arayan insanların hissettiği baskı nedeniyle, zaten fiilen yapıp-ettiğimizle doğru bir söz biriktiriyor muyuz sorusu, bir önceki sorunun yerine geçirilebilir mi? Bu noktada, yeterince çaba göstermemiş, halkla beraber iş tutarak kendisinin terbiyesine zemin hazırlamamış, kendi bilgisinin sınamasının yapılışına tanık olmamış bir kadro ortalamasının yola çıktığında yalpalamasının normal olduğunu düşünüyorum. Has Parti tecrübesinin en büyük zaafı, belki de merkezi siyasete büyük bir iddia ve güçlü bir söylemle girmeden önce kendi kadrolarının sınanmasını sağlayacak bir yolu yürümeden teveccüh beklentisi içine girmesiydi.
İyi de, böyle bir sınanmaya bu kadrolar razı olacak mıydı? Bunu sorunca da doğal olarak dış şartların, parti kadrolarının beklentilerini nasıl belirlemiş olduğuna bakmak gerekiyor.
Halen devam eden şartlara baktığımızda, şu anda Ak Parti’nin domine ettiği sistemin sürekliliğini sağlayan bazı özellikleri ayırt edebiliriz. Dikey yükselme kanallarının biraz nitelikli herkes için en azından teorik düzeyde halen açık olması, Türkiye’de müesses nizamın normalleştirilmesi için Ak Parti liderliğine hala ihtiyaç olduğu yönünde geniş halk kesimindeki güçlü inanç ve iktidarda üretilen eylemselliğin ahlakiliğine yönelik soruların içerden yükselmiyor oluşu. Üçüncü yargı biraz da ilk iki yargıyla ilişkili görülebilir, fakat bu kadar güçlü bir bloğun kendi ahlakiliğine ilişkin inancının sarsılması olmadan, yeni bir siyasal damara alan açılması pek mümkün görünmüyor.
Bu dış şartlar Has Parti kadrolarının beklentilerini ne düzeyde belirledilerse, yeniden yola çıkabilecek her kadro hakkında da benzer kanaatlerin oluşmasını sağlayacaktır. Sistem halen dikey yükselişe izin veriyorken, merkezi siyasete dair güçlü bir söylemle ortaya çıkan her söylem doğal olarak rol alma arzusunun belirlediği bir çıkış olarak okunabilecektir. Benzer şartlar, ikili siyasi yapının diğer kutbu CHP için de belirleyici oluyor. Hatta CHP’de ayakta kalabilmek için Ak Parti’nin baskılayıcılığı altında kısmi iç-dönüşüme kendini açtı ve dikey yükseliş kanallarını aktifleştirmek mecburiyetinde kaldı. Has Parti’nin büyük parçası Ak Parti’ye gittikten sonra uzun süre kendine yol arayan küçük sol parçasının da yolu bu değişimle belirlendi.
Ak Parti’nin siyasal alanı domine etmeye yönelmiş kuşatıcılığı önümüzdeki beş yıl boyunca sarsılacak gibi görünmüyor. Aslında tam da bunun için halka liderlik etmeye niyetli bir siyaset dışında başka bir şeyi düşünmemiz gerekiyor. Adalet kavramı etrafında günden güne bir söz ve siyaset mirası biriktirmek, bu süreci halk içinde mağduriyet yaşayanları güçlendirmeye yönelen bir eylemsellikle yürütmek, uzun vadede bir karşı-çıkış imkanının belireceği güne hazırlık için daha iyi bir yol değil midir?
Buraya kadar yapılan okuma elbette subjektif ve hatırlatmak gerekir ki dışarıdan bir okuma. Aynı zamanda kendi eylemselliğimizi ve enerjimizi neye teksif etmemiz gerektiği yönünde bir tartışmaya alan açmak için yürütülen bir okuma. Bu haliyle bir taraftan geçmişe bakarken aynı zamanda “ne yapmalıyız” sorusunu akılda tutarak bir cevap aramaya yöneldi. Bu haliyle sınırlılığına yönelik eleştirilerle anlamlı hale gelebilecektir.
[1] Teslim alınma tanımlanmasıyla, kendi kurduğu söylemi ile siyasette alan açmaktan vazgeçerek müesses nizamın dili ile siyasi alanda yer almaya çalışmasını kastediyorum. Yoksa teslim alınırken taşıdığı muhalif tortunun, aynı zamanda kendisini teslim alanı da kısmen dönüştürmeye yönelik bir imkan açtığını unutmak haksızlık olur.
Şeref Malkoç geçen sene yaptığı bir konuşmada “çok şükür halkımız 11 senedir Ak Parti’ye oy veriyor demişti.” Peki, kendisi şimdiye kadar hiç Ak Parti’ye oy verdi mi? Verdiyse SP ve Has Partili arkadaşlarına ihanet mi etti? vermediyse bu konuda ki özeleştirisini ne zaman kamuoyuyla paylaştı? Benim de aklıma gelen soru bu: Siyasetçinin hareketlerini halka açıklamak gibi bir yükümlülüğü yok mu?