Has Parti Tecrübesi: Sosyal adaletçi bir projenin “mahzun” hikayesi(?)
Temel kamyonu ile yokuştan aşağı doğru iniyor, bu arada frene bir dokunuyor ki fren patlak; hızla yola bir göz gezdiriyor. Yokuşun sonuna doğru kamyonun hızını yavaşlatabileceği bir boşluk var. Yolun sağ tarafında semt pazarı var, insanlar alışveriş yapıyorlar, kalabalık. Sol tarafta ise bir çocuk tek başına top oynuyor. Temel kendi kendine diyor ki arabayı sola kırayım ki en fazla bir çocuğa çarparım fazla bir zarar vermeden kurtarmaya çalışırım, sağ tarafa kırarsam felaket olur. Ertesi gün gazetelerde manşet “Freni patlayan kamyon pazara daldı, üç ölü, 7 yaralı var. Maddi hasarda meydana geldi.” Haberin hemen yanında Temel’in kelepçeli bir fotoğrafı var ve hemen altında Temel’in sözleri “Her şey çocuğun pazara kaçmasıyla başladı.”
Halkın Sesi Partisi ya da daha revaçta olan söylemiyle Has Parti 2012 yılının Yaz aylarında Ak Parti’ye katılma kararı alıp, kendini feshetme yoluna girdiğinde bayağı bir hüzünlendiğimi hatırlıyorum. Oysa ki 2010 yılında kurulurken kendi kendime büyük bir umutla Ankara’ya büyük kongreye gitmiş ama kongrede gördüğüm manzaralardan büyük bir umutsuzluğa düşerek ve kongre salonundan kaçarak nasıl çıktığımı hatırlayınca niye böyle hüzünlendiğime anlam veremiyordum. O hüznümün nedenlerini bugünlerde daha çok anlayabiliyorum. Evet, hüzünlenmiştim çünkü beni bir hevesle Ankara’ya götürenin de ve bu kadar hüzünlendirenin de aynı şey olduğunu biliyordum. Ben bir umudun peşine düşmüştüm ve o umut daha filiz vermeden kökünden sökülmüştü. Benimkisi belki de olmayacak tatlı bir rüyaydı. Kemal Tahir’in, Cemil Meriç’in, İdris Küçükömer’in, Nurettin Topçu’nun, Turgut Cansever’in gördüğü bir rüyaydı. Hikmet Kıvılcımlı’nın söylediği bir sözdü, Mustafa Kutlu’nun bir hikayesi idi. Bu rüya 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde siyasete dair söylenen ve fakat daima arafta kalan bir sözdü. Belki de bu kudümsüzlük Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin üzerinde yükseldiği eklektik idealizmden kaynaklanıyordu, hiçbir ideolojinin bu topraklarda organik bir şekilde var olmasına imkan vermiyordu. Bu Milliyetçi söylemde de böyleydi, Sosyalist söylemde de böyleydi, İslamcılıkta da böyleydi. Enteresan bir şekilde bütün dünyada var olan siyasi şablonun dışında ve tam tersine bir şeyler oluyordu. 50’lerden itibaren dünyadaki soğuk savaş rüzgarlarının etkilediği en önemli ülkelerden biri olan Türkiye’de ilk defa “ayağı bu topraklara basan sosyalistlerle” ve “ adaleti sözünün başına koyan İslamcılar” bir araya gelmeye çalışıyorlardı. Kurucular kurulunda kimler yoktu ki:
Numan Kurtulmuş, Mehmet Bekaroğlu, Zeki Kılıçaslan, Cem Somel, Hayri Kırbaşoğlu, İbrahim Tenekeci, Erol Göka, Cihangir İslam, İlhami Güler, Mukadder Başeğmez, Cevat Özkaya, Emine Uçak Erdoğan, daha birçok isim sayılabilir. Bunlar benim ilk kalemde aklıma gelenler ve görünen yüzü, birde bu söylemi dışarıdan destekleyen İhsan Eliaçık gibi isimlerde vardı, ayrıca buraya gözünü dikmiş önemli bir kitle vardı.
Peki ya parti programı nasıldı. Tabiri caizse tam bir manifesto ile toplumun karşısına çıkılmıştı. Parça parça bazı yerlerini hatırlayalım. Örneğin çok güzel bir analiz yapılmış ve
“Dünyadaki bu kötü gidişe paralel olarak ülkemizde giderek ağırlaşan gelir dağılımı bozukluğu ve işsizlik; sosyal dokunun tahribe uğraması, milletimizin değerlerinden hızla uzaklaştırılarak ahlak ve maneviyat bunalımına sokulması; boşanmaların artarak en temel kurum olan aile kurumunun tehdit altına girmesi tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Bu durumun insanlık tarihi kadar eski sorumlusu; yanlış hak anlayışına sahip, kendini üstün gören, insanı köleleştirmeye çalışan sömürgeci anlayıştır. Bu anlayış, insanın insan üzerinde egemen olmasını esas alan ve yeryüzünü kendi mülkü olarak algılayan bir temel yanlış üzerine oturmaktadır. Bunun sonucu olarak özgürlükler daralmakta veya kaybolmakta ve var olan nimetler herkes için yeterli iken insanlık yeryüzünde açlık ve sefalete sürüklenmektedir. Bu bir medeniyet krizidir. Güç temelli uygarlığın dayandığı değerler ve ortaya çıkardığı kurumlar insanlığı mutlu etmemiştir. Farklı bir medeniyetin mensupları olarak bölgesel ve küresel sorunlar ve insanlığın içine düştüğü buhranlar hakkında söz söyleme ve çözüm üretme sırası ve sorumluluğu bizdedir.”
Böyle bir girişin ardından ülkemiz siyasetine dair söylenenlere gelince… Örneğin şu aşağıdaki paragrafa bir bakın. Demokrasiyi sandık ilişkisi içinde bir meşruiyet alanı gibi sunmaya çalışanlara nasıl bir cevap verilmiş:
“Bugün ülkemiz siyasetinin sergilemiş olduğu içler acısı manzarada, siyasetin ne olduğu konusundaki muhtevasız ve yönelimsiz tutumların payı büyüktür. Partimiz, toplumumuzun ve ülkemizin, her şeyden önce siyasetten ne anladığını ortaya koyan ve bunu topluma açıkça beyan eden ilkeli bir siyasete ve siyasi heyete ihtiyacı olduğuna inanır. Bugüne kadar muhtevasız ve yönelimsiz olarak uygulanan ya da bir hizmet yarışıymış gibi takdim edilen mevcut siyaset anlayışlarının neticesi olarak demokrasi, seçkinlerin adeta bir iktidar oyununa dönüşmüş, halk da sadece sandık başında tercihini kullanan, kimin kazandığını tayin eden ama bununla yetinmesi, seçimlerin ardından evine dönmesi gereken basit bir oy makinesine indirgenmiştir.”
Aşağıdaki paragrafta da nasıl bir demokrasi anlayışı geliştirmek istendiği çok açık ve net bir şekilde belirtiliyor.
“Halk, siyasi temsilcilerinden demokrasi görüntüsü altında yeni vesayet düzenekleri değil, daha fazla özgürlük ve demokrasi talep etmektedirler. Halen Türkiye’de çeşitli mekanizmalarla alanı daraltılmış olan siyasete karşı biz, siyasal alanı daraltıcı ve siyaset kurumunu sınırlayıcı hiçbir düzenlemenin kabul edilemeyeceğini söylüyoruz. Ülkenin başta güvenliği, dış politikası ve ekonomisi olmak üzere hiçbir stratejik alanı, siyasetin ve dolayısıyla yurttaş iradesinin belirleyiciliğinden soyutlanamaz. Yeni Türkiye’de böyle bir siyaset anlayışı yürürlüğe konacak, toplum adına söz söyleyecek ve karar verecek yegane merci, siyaset kurumunun kendisi olacaktır. Bu kapsayıcı yeni siyaset anlayışının yürütüleceği ve asla ayrılmayacağı çerçeve ise hukuk ve adalettir. Hukuk anlayışımız da bu kapsayıcı siyaset anlayışını anayasal garanti altına alır; dolayısıyla yeni bir anayasayı en acil siyasi görev olarak kavrar.”
Ya da aşağıdaki paragrafta siyasetçilerin duruşları ve ahlaki durumları ile ilgili söylenen şeyler son derece iddialı sözlerdir.
“Siyaset, bir zenginleşme aracı olarak kullanılamayacağı gibi başkaları üzerinde tahakküm kurma ya da kamusal süreçler aracılığıyla topluma şekil verme uğraşısı da olmayacaktır. Toplumsal mühendislik yapmayacağız ve yaptırmayacağız. Ulusal çıkar adı altında adalet, vicdan ve insan hakları ile bağdaşmayan ya bürokratik oligarşinin ideolojik tercihlerini ya da küresel güçlerin çıkarlarını yansıtan dış politikalar, partimizin siyaset felsefesine tamamen aykırıdır ve kabul edilemez.”
Velhasılı kelam çok önemli bir metinle ve iyi bir kadro ile toplum önüne çıkılmıştı. Fakat tıpkı bu gün olduğu gibi bir anda kendilerini seçim sathı mahallinde buldular ve binde 3 gibi bir oy oranı ile hayal kırıklığı içinde seçim geçildi. Gerçi bugünden bakıldığında o günkü seçim şartlarında aslında önemli bir oy oranı olduğunu düşünüyorum ama tabii ki o gün böyle düşünülmedi. Bana göre parti yöneticilerinin atladıkları çok önemli bir ayrıntı vardı. Has Parti projesi, her ne kadar öyle olduğunu iddia etse de bir kitle partisi değildi, aksine tam anlamı ile bir düşünce ve ideoloji partisi idi. Bu tür partiler içinde en önemli şey sabır zamandır. Fakat başta Genel Başkan Numan Kurtulmuş olmak üzere partililerin büyük bir çoğunluğu bunu anlamadılar veya anlamak istemediler. Numan Bey ve arkadaşları için kariyerizm ve konformizm daha önemliydi. Ak Parti bir anda Numan Kurtulmuş’u keşfetmiş ve ondaki cevheri görmüş falan değildi. Ak Parti şunu görüyordu: kendi iktidarına karşı bir muhalefet gelişirse bu parti, bu muhalefetin odağı olacaktı. O yüzden Ak Parti burayı çok iyi gördü ve gereğini yaptı. Tabii ki bu arada Hükümetin, Cemaatle yaşadığı sorunlarında böyle bir hamle yapmak için etkisi olduğu görülüyor, bunu not etmekte de fayda var. Buradaki asıl kritik soru şudur, Numan Kurtulmuş ve arkadaşları Ak Parti’ye giderken niye sadece istifa edip gitmediler, niye partiyi kapatma yolunu seçtiler ve en önemlisi kendilerine muhalefet eden Bekaroğlu ve arkadaşlarının bu partiyi bir daha kurmasının yolunu tıkadılar. Çünkü Ak Partiye giderken en önemli görevleri bu partinin bir daha açılmaması idi.
Yani aslında Sosyal adaletçi söylemin ete kemiğe bürüneceği bir parti olan Has Parti kapatılarak, Türkiye’de yükselebilecek bu erdemli sözün ve duruşun önü kesilmişti. Yani Numan Kurtulmuş partiyi kapatma yoluna giderek en büyük yanlışı yapmış ve geride bir enkaz bırakmıştı. Şimdi şöyle bir soru sorarak yazımıza devam edelim, eğer Gezi Parkı sürecinde Has Parti var olsaydı, Ak Parti bu kadar rahat ve özgüvenli olabilir miydi? Bana göre Türkiye’de siyaset çok farklı bir ivme kazanacaktı ve hakikaten hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, bu benim kendi naçizane görüşüm. Çünkü şimdilerde görüldüğü gibi Gezi Parkı direnişi Türkiye için yepyeni bir şey olmasına rağmen günceli giderek daha da tahterevalli siyaseti haline dönüştürüp iki partili bir yer haline getirmiştir. Daha doğrusu bu direnişi başka bir şekle dönüştürmekte siyasetçilerimiz çok mahir davrandılar. Yani bu süreçten yine Ak Parti ve CHP kazançlı çıkmıştır. Çünkü MHP kendi söylemi nedeni ile, HDP ve BDP’de Kürt siyasi hareketinin gölgesi nedeni ile toplumda geniş bir katılım alanı bulamıyor. Yine seçimlerin yaklaşması bu iki partiyi siyaset yapılabilir iki merkez haline getiriyor. Has Partinin önemi tam da bu noktada ortaya çıkacaktı ama her şey Numan Kurtulmuş’un Ak Parti’ye kaçmasıyla son buldu.
abi çok güzel bir hatırlatma, hafıza/iman tazeleme. güzel bir ihtimaldi. biz o terk-i diyar edilen yolun yolcusuyuz. ısrarcıyız. evelallah kuracağız.
burada şu soru önemli; AKP’ye geçiş başta Saadet Partisinin bahsettiği gibi belli miydi, yani tüm bu tertip AKP’ye geçiş için miydi, yoksa kervan yolda mı düzüldü?
Örneğin seçim koşturmacaları sırasında verilen emeği hayretle izledim ben. Şaşırdım yani. Baya bildiğiniz “kazanacağız” azmiyle yapıldı koşturma. Halbu ki bana sorarsanız seçime girilmemesi gerekiyordu, kazanamayacağımız çok açıktı. Bazılarımız “ne olacak canım deniyoruz kendimizi” dediler ama partinin dağılmasındaki en büyük etkenlerden biri de sonrasında “seçimlerde çok düşük oy aldık” oldu. Yani insanlar bunun için koştururken “deniyorum ben kendimi” motviasyonuyla yapmıyorlar.
Başa döneyim. Yav diyorum, bu insanlar ne motivasyonla koşturuyorlar? Sonrasında duymuştum bu AKP teorisini. Aslında seçim çalışmaları sırasında insanlar bir çeşit “staj” yapıp “cv” hazırlıyorlarmış kendilerine. Taz buydu. Yani yarın öbür gün oluşturulan ilişkiler, ortada boy göstermeler falan AKP’ye gidip “ben böyle böyle koşturdum, şöyle sosyal yeteneklerim var, falancada ilçe başkanlığı myk’da bilmem ne yaptım” falan demek içinmiş.
teori tabi. büyük ihtimalle iki tip insan da mevcuttu orada. örgütlü olan taraf ağır bastı tabi ki. ben mesela, o kadar da üzülmedim. daha fazla ilişki kurmak, yaygınlaştırmak oldukça zordu. güzel bir deneyimdi. benim için yıpratıcı olmadı. insanın geri döneceği bir evi, yarenleri, gönüldaşları olunca daha kolay oluyor sanırım.
“Sağ” olarak nitelenen bir partinin sosyal adaletçi bir çizgi ile yola çıkması,söylemi, seçim beyannamesi ve genel başkanının tiratları ile yeni bir umuda işaret etmişti. Kapanması sorun değildi aslında bence asıl sorun olan Numan Kurtulmuş’un hiç ardına bakmadan söylediklerinin tam zıddını uygulayan bir partiye hızla geçişiydi. Pek çok insanı üzdü vs. Ama asıl büyük zararı bir fikriyata ve bu fikrayata yıllardır emek veren insanlara yaptı. Ne demişler, giden gider kalan sağlar bizimdir.
Ayrıca Gezi parkı olayları sırasında has parti devam ediyor olsaydı ve adaletli ve mutedil bir ses olarak yanımızda olsaydı ne kadar önemli bir siyaseti yapmış olacaktı diye düşünmeden edemiyor insan. Canhıraş kapatılmasıda boşuna değilmiş demek.