Haklılığı Türk Oluşundan Gelene, Savaşa Karşı Barış Derdinizi Anlatmak
Afrin üzerine yazmak zor. Öyle ki gurbette yahut sürgündeyseniz, hükümran yapıların hiçbirine biatlı ve tâbî değilseniz, egemen ellerin şimdilik birbirlerine uzanmadığı ve siz barış isteyenlerin aynı anda ve hep birlikte takibatını yapmadığı ölçüde aklınızdan geçeni ertesi günü hapsi boylamadan söyleyebiliyorsunuzdur. Ama yine de dünyanın genel itibariyle itimat ettiği haber kaynaklarının gözlemlediği bir savaşın sivil zayiatlarını duyurmaktan ibaret tweetlerinizi beğenen ve paylaşan birilerinin kapılarının kırılıp terörist propagandadan içeri alınmasına bile yol açabilirsiniz.
Çalışma masamı posta pulları süsleyen Henry David Thoreau’dan Rosa Luxemburg’a, Siyonist rejimdeki Refuseniklere kadar uzanan savaş karşıtlığının şu kaç yüz yıllık tarihinde, Türkiye gibi vicdanî reddin, barış aktivizminin bu kadar cılız tarihinde bile Kore Savaşı’ndan bu yana belki de bu kadar karanlık bir zaman görülmemiştir. Şu kadar ki daha on beş yıl önceki Irak’ta Savaş Karşı Koordinasyonu girişimi sanki ütopik bir gelecekte veya alternatif bir evrende yaşanmış gibi. İçinde yaşamakta olduğumuz için cesametini bile henüz kavrayamadığımız bir distopyanın dibindeyiz. Siyasal rejim olağanüstü hal düzeninin de rahatlığıyla çıkardığı savaşın aleyhine tek bir söz veya habere tahammül edemiyor, sesleri daha çıkamadan boğuyor.
2001 Temmuz’unda 28 Şubat’ın depresif havasından uzaklaşarak ABD’ye yeni gidişimin hemen sonrasında 11 Eylül yaşanmıştı. Hiçbir halk için kolay değil; Müslümanlar’ın da maktuller arasında önemli bir kesimi temsil ettiği üç bin masum insan El-Kaide katillerinin hunhar saldırısıyla katledilmişti. Ülkede birçok liberal, bizde her kriz anında özgürlükçü kesimden birilerinin sapır sapır döküldüğü gibi, “Artık bu kadar kendimizi açtığımız yeter, ben de devletimin ve ordumun yanındayım” diyerek savaşkan muhafazakâr cepheye bir bir katılır olmuştu. Ne var ki o zaman bile yabancı bir Müslüman öğrenci olarak o muhafazakârlığı ve vatanseverliği ile meşhur Teksas’ta dahi bu kadar cinnet gözlemlemediğimi, ABD’nin emperyalist politikalarına karşı bir Müslüman olarak okulda ve sokakta çok daha rahat söz sarf edebildiğimi itiraf etmeliyim. Öyle ki, Müslüman Öğrenci Derneği başkanı sıfatıyla da Irak’ın işgaline karşı eylemlere katılmanın yanında geçici vizeyle yaşayan bir öğrenci olarak yüksek sesle konuşmalar yapmak kaygı dahi uyandırmamıştı.
Bununla birlikte, ABD’nin 11 Eylül’de Afganistan’ı üs edinmiş El-Kaide şebekesinden topraklarına gelen açık bir saldırı gerekçesiyle o topraklardaki Taliban rejimine yönelik tahripkâr saldırısı öncesi kamuoyu yoklamalarında “ABD Afganistan’a saldırmalı mı?” şıkkının yanında “binlerce sivil ölse de saldırmalı mı?” şıkkına dahi %60’larda evet cevabı verildiğini görünce, “Üç bin masum öldü diye başka bir yerde binlerce masum öldürülebilir mi, bu kadar mı gözleri dönmüş?” diyordum. Fakat yine itiraf edeyim, şu an Türkiye’deki savaş cinnetini o gözlemlediğimin çok üzerinde hissediyorum.
ABD, o emperyalist savaşına ve işgal hareketine yine de uluslararası meşruiyet görüntüsü vermek için devletlerarası kurumların desteğini almaktan geri durmamıştı. Üç bin sivil vatandaşının kaybını nefsi müdafaa gerekçesi gören dünya devletleri de, Türkiye dahil olmak üzere, bu işgale destek vermişti. Afrin Savaşı öncesindeyse 11 Eylül’ün üç bin sivil kaybına benzer bir saldırıyı bırakın, doğrudan bağlantı kurulabilecek bir taarruz PYD’den Türkiye’ye gelmiş değil. Türkiye yetkililerinin ağızlarına sakız ettiği HDPKK, PYD-PKK, PYD-PKK-DEAŞ gibi, “terör kokteyli” gibi söyleyeni bile güldüren tamlamaların herhalde ciddiye alınacak tarafı yok. Bu çok çok Mısır rejiminin ve dünya çapındaki İsrail lobisinin İhvan’la HAMAS’ın organik bağlantısı ve HAMAS’ın dünyanın çoğu ülkesinde terörist sayılması gerekçesiyle İhvan’ın başta Mısır olmak üzere bütün dünya ağını terörist göstermesi kadar makuliyet taşıyor. Öyle ki, Türkiye’nin İdlib’te El-Kaide’nin şubesi Nusra/Feth’uş Şam’a bugün dahi kimseden gizlemediği hamiliğini ABD’nin gerekçe gösterip Türkiye şehirlerini bombalayıp sivilleri öldürdüğünü düşünün. Böyle bir canilik ne kadar meşru olabilirse Türkiye’nin kendi topraklarındaki PKK saldırılarını gerekçe göstererek yabancı bir ülke olan Suriye topraklarına girip sivil mahallerini bombalaması ancak o kadar meşru olabilir.
Diyeceğim o ki, bu savaş doğrudan doğruya ofansif bir savaştır. Sanki halkının dinini dahi sorması garabet kaçan laik bir devlet değil de güneyimizde yıllardır varlık gösteren DAİŞ gibi şeriatla yönetme iddiasındaki bir hilafetmişçesine, camilerde İslâm ordusunun muzafferiyeti için halkı seferber etmesine bakmayalım. Savaşın başından beri gerek İslâm hukuku, gerekse uluslararası hukuk temelinde olsun, bu savaşın meşru ve adil savaş olduğuna gerekçe üreten herhangi bir zat çıktığını gördük mü? Bilakis, ne uluslararası hukuk, ne şeriat, ne uluslararası kurumlar; bu savaş sadece bölgedeki emperyal güçlerin ikisinden de vize alınarak başlatıldı. Saldırının hedefi bölge halkının da esasında hiçbir emperyalist dünya gücü tarafından kollanmadığı, sanırız savaş başladığı anda ABD ve Rusya gibi emperyalist güçlerin ikisinin birden beyanlarıyla ayan olmuştur.
Peki sahi biz neden bunca yıl Afganistan’dan Irak’a, Filistin’e, Suriye’ye, Yemen’e şehirlerin bombalanıp sivillerin öldürülmesine karşı çıktık? Neden “bu savaşlar katliamdır” dedik? 2003’te Irak savaşı öncesi bu kadar savaş karşıtı kampanya Türkiye kamuoyunun neden bu kadar büyük bir desteğiyle yapıldı? Saddam PYD’den daha meşru bir güçtü de ABD’nin Irak’a saldırısına Saddam’a destek olmak için mi karşı çıktık? Irak savaşı öncesi dünya genelinde yeryüzünün en büyük barış eylemlerini gerçekleştirmiş milyonlarca insan ABD’ye ve Irak işgaline “hayır” derken Saddamcı mı olmuş oldu?
O halde nasıl hiç utanmadan sıkılmadan, sesimiz bu kadar cılız çıksa da “Afrin halkını bombalamayın” diyen bizlere “PKK’lı” diyorsunuz? Evet ABD faşistleri de tıpkı sizin şu anki zihniyetinizle Irak savaşı karşıtlarına “Saddam dostu” diyordu o zamanlar ama o gün de bugün de savaş karşıtları bunları umursamadı, umursamıyor, umursamayacak.
Ve unutmayın ki ABD’ye, İsrail’e, Esed’e acımasızca bombalarıyla katlettikleri siviller namına bunca yıldır yapılmış her türlü protesto, eylem, kınama, tel’in, ancak şu an da Afrin halkına yönelik bu ofansif taarruza karşı çıkılırsa ahlâkî nitelik kazanabilir. Yoksa şimdiye değin bütün o tepkiler ancak o halkları siz değil bir başka emperyalist öldürdü ve siyasi hedefini elde etti diye gösterilen ikiyüzlüce hasetçi tavırlar olacaktır.
İddiam o ki ahlâkî bir hayat peşindeki her kişi Afrin’e yapılan taarruz ve tecavüzün karşısında olmak zorundadır. Hiçbir gerekçe şehirlerin bombalanıp kundaktaki bebeklerin “yan hasar” adı altında öldürülmesine mazeret olamaz. Biz Afganistan’ın da Irak’ın da işgaline ne eksik ne fazla, aynen bu sebeplerle ve prensiplerle karşı çıktık.
Savaşın başladığı dört gündür, Suriye’deki bütün insan hakkı ihlâllerini duyuran ve Esed’e karşı ayaklanmış Suriye muhaliflerini kolladığı için savaşın başından beri suçlanan Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, şu an itibariyle 10’u kadın ve çocuk olmak üzere otuz masum sivilin bombalarla öldürüldüğü rapor etti. Bu, iki taraftan öldürüldüğü bildirilen toplam savaşçı sayısının üçte biri demek. Kısaca TSK’nın öldürdüğü her yedi Suriyeli’den dördü savaşçı ise üçü masum sivil; eli silah tutmayan yaşlı, adam, kadın veya çocuk. Bütün bu iddialar hem inkâr ediliyor, hem de aynısının tıpkısı İsrail ağzıyla “YPG sivilleri kalkan yapıyor” ifadelerinin savaş medyasınca boca edilmesiyle halkın muhtemel ahlâkî kaygıları önden bertaraf ediliyor. Açıkçası şu an savaş medyası, İsrail ve ABD’deki faşist medyayla aynı dili konuşuyor.
Hele Siyah Afrika’da, başka bir kıtadaki bir ülkenin yabancı bir ülkeye ofansif saldırısına destek gösterilerinin fotoğraf ve videolarla hararetle sergilenmesi yok mu? Ve neden hep siyah Afrika? Somali, Sudan, Tanzanya, Burkina Faso? Sanırsınız 20. yüzyıl başı Britanya imparatorluk medyası İngiltere fetihlerini Afrikalı tebaına kutlatıyor. Kafa o kafa, dil o dil, zihniyet o zihniyet. Öyle ki bu görseller tam da yirmi birinci yüzyıl Türkiye’sinin fetihçi kolonyal söylemi olarak “19-20. yüzyıl Britanya kolonyal basını” sergisinin yanına konmalık. Siyah Afrikalı’nın da kaderi değişmiyor. Dini değişse de gelen giden emperyalist beyaz adamın en gözde istismar malzemesi olmaya devam ediyor. Sahi oralara camiler, minareler bundan mı dikildi? Kuyular bundan mı açıldı? Gün gelecek sanki öldürülenler de Müslüman değilmişçesine bölgeden bihaber Müslüman dünyaya savaşlar “fetih” diye satılabilsin diye mi, halkla ilişkiler kampanyasının hazırlığı olarak mı, halisane niyetlerle “salih amel” sandığımız onca amel işlendi?
Ya ABD’nin savaşkan muhafazakâr cemiyetleri gibi “supporting our troops” (“ordumuzun yanındayız”) temalı tweetler saçan mülteci hakları kuruluşları? Hatırlatalım, sizin varoluşsal güdünüz insanları mülteci bırakan savaşlara karşı çıkmaktı. Afrin’e taarruz yüzünden “Internally Displaced People” (IDP) dediğimiz yerinden edilmişlerin, bombalarla öldürülen sivillerin yanında olmanız gerekiyordu. Bir ülke düşünün ki savaşın aslî mağdurlarına destek için kurulmuş STK’ları dahi yeni mülteciler çıkaran taarruzlara omuz veriyor da, savaşı geçtik, sivil ölümlerine ve mültecilerin tekrar yerinden edilmesine, yahut Türkiye’dekilerin gönüllü orduya devşirilmesi gibi fecaatlere karşı durmak bir yana, “hangi günahından dolayı öldürüldün?” diye sorulacak kundaktaki bebeğin canını alan savaşa selam duruyor.
Ne yazık ki Türkiye sınırlarında kendini Türk bilen veya Türklüğe katılmış bir ailede doğmuş olmak, adeta doğuştan, “ontolojik bir haklılık” demek. Prensipler düzeyinde hiçbir kıyasa elvermeyen bir özgünlük ve biricikliğin ifadesi olan bir haklılık. Tıpkısı bir durumu örnek gösterip iddiasını sınatmak istediğiniz zaman tek cevabının “ama biz farklıyız, biz Türk’üz, biz üstünüz”den başka bir şey olmasına imkân bırakmayan bir haklılık.
“İnanıyorsanız üstünsünüz” gibi Allah’ın kelamını saptırmacalara bile tevessül edilerek dinle süblime edilir bu Türk üstüncülüğü. ABD emperyalizmini bir Amerikalı eleştirmeyegörsün, hemen baştacı edilir. Devlet düşmanlığının, vatan hainliğinin kitabını yazmış, ABD’nin sevgilisi Kennedy’nin suikastinin sıcaklığında dahi “tavuklar tünemeye evlerine döndü; rüzgâr eken fırtına biçer” diyerek toplumsal nefret objesi olmuş Malcolm X’in sözleri sadece ABD’ye ve Batı’ya, ama aslâ kendine uygulanmamak üzere ekranları, tweetleri, defterleri süsler.
O olmadı, beyaz Amerikalı gerekti; Rachel Corrie kahraman yapılır. Ama Rachel gibiler kendi içlerinden çıkacak olsun; ABD’yi Avrupa’yı kirli işgal, tecavüz, saldırganlıklarından, ırkçılığından dolayı yerden yere vuranları, yani o vatanların “vatan hainleri”ni başköşede ağırlayanlarımız, kendi ülkelerinin politikalarına en ufak muhalefetini ifade edeni derhal “vatansız” ilân ederler.
Velhasıl, savaşın ortasında barışın sözünü söylemek her yerde zordur. OHAL rejimlerinde dostunuz, yoldaşınız sadece “kan dökmeye hayır!” dediği için zindana atıldığında daha da zordur. Ama ne yalan söyleyelim, en zoru ülkesinin biricikliğine ve ontolojik haklılığına inanan bir çoğunluğa barış derdinizi anlatmaya çalışmaktır.