Göçmenlerle Dayanışmak Zorundayız II: Bizi Soyanlar Göçmenler Değil

Geçen yazıda Afgan göçü üzerine odaklanmıştık. Bu yazıda Afganlarla sınırlı olmayarak Türkiye’deki göçmen tartışmalarıyla ilintili olan iki meseleyi ele alacağız: i) Göçmen emeğinin Türkiye ekonomisindeki genel görünümü ve ii) göçmenlerin ülke ekonomisine zarar verdiği yönündeki iddiaların bir incelemesi. Bu ikinci meseleyle ilintili bir alt başlık olarak da göçmen emeğinin arzıyla işgücünde meydana gelen artışın ücretler aleyhinde baskı oluşturduğu iddiasını tartışacağız.

Ancak sonda söyleyeceğimizi başta söyleyip muhtemelen uzunca olacak bu yazıya karşı tahammülkâr olamayacak okura bir kolaylık yapalım. Genel itibarla göçmenler emek piyasasının en alt tabakasını oluşturuyorlar; Türkiye’deki herhangi bir sektörde en güvencesiz, en düşük ücretle, en kötü koşullarda çalışıp örgütlenmesi en zor olanlar göçmenler. Göçmenlerin bu durumu bir devlet politikası olarak karşımıza çıkıyor: Kendilerine çalışma izni verilmeyen göçmenlerin emek piyasasında hâlihazırda pozisyonda, yani emek piyasasının dibinde bulunmaları arzu ediliyor. Sınıf-içi rekabetin sonucu olarak sermayenin üretim maliyetleri ucuzluyor, büyüme devam ediyor. Ancak bu büyümede emeğin aldığı pay gitgide zayıflıyor. Zenginlerin daha da zengin edildiği, emekçilerin ise daha da fakirleştiği talan düzeninin farklı bir veçhesini inceliyoruz yani.

Bu durum karşısında toplumcu tavır, göçmenlere çalışma izni verilmesi suretiyle emek piyasasındaki konumlarından kurtulmalarını sağlayarak sınıf-içi rekabete son vermeye çalışmak olacaktır. Böylece göçmenlerin de Türkiye’nin işçi sınıfı mücadelesine katılmalarının ve bu mücadelenin kazanımlarından faydalanabilmelerinin önü açılacaktır. Hangi milletten olursa olsun emekçilerin çıkar ve kaderlerinin ortak olduğu unutulmaması gereken bir gerçektir.

Göçmen Emeğinin Genel Görünümü

Türkiye’de göçmenler çeşitli sektörlerde ucuz işgücü olarak istihdam ediliyor. Bu sektörlerden başlıcaları tarım, inşaat, tekstil, sanayii ve hizmet (ev-içi hizmet dahil) olarak sayılabilir.

Tekstil atölyeleri her zaman göçmen emeğinin yani ucuz işgücünün ilk uğraklarından biri olmuştur. Örneğin 2007-2010 yılları arasında Saniye Dedeoğlu’nun yaptığı saha çalışmasından öğrendiğimiz şey tekstil atölyelerinde o zamanlar Azerbaycan göçmenlerinin yoğunlukta olduğudur. Bununla birlikte, iç göçün işçileştirme eğilimini de göz ardı etmemek lazım. Örneğin Kürt köylüsü batıdaki kentlere göç etmesiyle işçileşmiş, tekstil atölyelerinin tanıdık simalarından olmuştur. Tekstil atölyelerindeki çalışma koşullarından bahis açmaya gerek var mı bilmem: Kayıt dışılık, güvencesizlik, uzun saatler boyu kısacık ve az molalar ile çalışma ve hane geçindirmeye yetmeyen ücretler.

Tarım sektöründeki göçmenler genelde mevsimlik çalışıyorlar. Tarım sektörünün içinde özel olarak mevsimlik tarım işi,-iç ya da dış- hep göçmenlerin emeğine yaslanmıştır. Bugünlerde Afganlar çobanlık yaparken, Suriyeliler ve Afrikalılar da fındık, çay ve pamuk hasadında sıklıkla görülebiliyor. Vurgulamak gerekirse özel olarak mevsimlik tarım işçiliği hiçbir zaman hiçbir kesim için (yani iç-göç yapmış emekçiler için de) kayıtlı ya da güvenceli bir iş olmadı. Daha az tercih edilesi bir geçim kaynağı olmasının nedeni haddizatında düşük olan ücretlerin, emekçiler arasındaki artan rekabetten dolayı günden güne daha da düşüyor olması. Kısaca sınıf-içi rekabet (Dedeoğlu, 2018) olarak adlandırılan bu durum artan göçmen emek arzının daha düşük ücretlerle istihdam edilebiliyor olmasından kaynaklanıyor. Tarımsal üretimde oldukça yaygın olup, hiç de yeni olmayan bu ücret dönüşümü, Karadenizli çay toplayıcısından Urfalı iç-göçmen işçiye, Urfalı göçmenden Gürcü göçmene, oradan da Suriyeli, Afgan ve Afrikalılara doğru dönüşen işçi tercihleriyle birlikte, düşüşle devam ediyor. (Bu sınıf-içi rekabet bahsine ileride tekrar değineceğiz).

Diğer bir sektör inşaat. Bu sektörde de göçmenlerin çoğu kayıt dışı çalışıyor. Suriye’de iç mimarlık yapan, mühendis olan ya da belki küçük üretici olan bir göçmen, İstanbul Eyüp’te yeni dikilen bir apartmanın, AVM’nin, rezidansın inşaatında vasıfsız işçilik yapıyor. Yine çok uzun saatler boyunca, geçimi kıt kanaat sağlayacak ücretlerle, güvencesiz olarak çalışılıyor. Bizzat tanık olduğum bir hadise: Fatih’te ikamet eden bir ailenin ortanca erkek evladı inşaatta bacağını çatlatıyor. Hiçbir kaydı, güvencesi vs. olmadan çalışmak zorunda bırakılan bu göçmen 2 ay ayağı alçıda kalıyor. Bereket ki haneye giren tek gelir onun ücreti değildi, böylece aile geçimini idame ettirebildi. Ancak aynı durumda kalan haneye gelir sağlayan tek kişi olsaydı? (Ki oluyor, onlarca ailenin ücretli çalışanı iş kazalarında yaralanıyor, aile ancak cüzi gönüllü maddi yardımlarla ayakta durmaya çalışıyor). Ayrıca benzer koşulların ve aynı sorunun yerli emekçiler için de oldukça geçerli olduğunu göz ardı etmeyelim. Amacımız göçmen işçilerin daha kötü durumda olduğunun duygu sömürüsünü yapmak değil, sınıfın yaraları hangi milletten olunursa olunsun aynıdır. Ancak buradaki gayemiz, göçmenlerin Türkiye’deki sınıf mücadelesinin kazanımlarına erişmesi ve bu mücadeleye katılabilmesi mümkün olmadığından, maruz kalınan sömürünün katmerlendiğini izah etmektir.

Göçmen kadınlar ya tekstil atölyelerinde ya da yerlilerin evlerinde günlükçü olarak çalışıyorlar. Varsa çocuklarını mahalledeki akrabalarına bırakarak iş yerlerine giden bu kadınlar, ücretli çalışma saatlerinin dışında da evlerinde ücretsiz emek sarf ediyorlar. Bu istihdam tipindeki koşulların yukarıdaki örneklerden yer yer daha kötü olabildiğini tahmin etmek zor değil.

Netice itibariyle, buraya kadar göçmenlerin genellikle emek-yoğun sektörlerde, düşük ücretlerle, güvencesiz bir şekilde çalıştıklarını izah etmiş olduk. Yazımızın daha da uzamaması için bu kadarla iktifa edip biraz da sayılara değinelim.

Türkiye’de toplam göçmen nüfus 5 milyon 500 bini aşkın, bunların 3 milyondan fazlası ise Suriyeli. Bu insanlar geçimlerini sağlamak üzere çalışıyorlar, her insan gibi. Ancak çalışma izni sayılarına bakıldığında garip bir tabloyla karşılaşıyoruz. 2019 yılı itibariyle Türkiye’de çalışma izni verilen toplam yabancı sayısı sadece 145 bin civarında[1]. Bunların içindeki Suriyelilerin sayısı 31 bin. Bunların içinde de en az bir Suriyeli ortağı bulunan işyeri sayısı 15 bin olarak görünüyor. (Göçmenler Derneği, 2021; Akt: Kahveci ve Acun, 2022).

Bu sayılar ne ifade ediyor? Ülkeye giriş yapan göçmenlerin neredeyse tamamının kayıtdışı çalışmaya mecbur bırakıldığı anlamına geliyor. Düşünün, Suriye’deki savaştan kaçıp Türkiye’ye bir şekilde geliyorsunuz. Devlet size “geçici koruma” adında bir kimlik veriyor sonra size bir ikamet bölgesi dahi tayin ediyor devlet. Ancak aslında sizin yaşamanıza izin vermiyor. Nasıl mı vermiyor izin? İkamet bölgesi bile tayin ettiği o göçmenin güvenceli çalışabilmesine kanunen mani oluyor. Bir yerde sigortalı işçilik yapmak, geçimini sağlamak ve geçim kaynaklarını güvence altına almak, eşit işe eşit ücret elde etmek isteyen bir göçmen, çalışma izni almadıkça bunlardan mahrum kalıyor ve yukarıda çizdiğim emek piyasasının en alt kademesinde kendine sömürülerden bir sömürü beğeniyor.

Aklımıza “e çalışma izin belgesi alsınlar o zaman” demek gelebilir. Ancak işçi bir göçmenin kendi başına çalışma izni başvurusu yapması mümkün değil; yürürlükte olan mevzuata göre çalışma izni göçmen işçiyi istihdam eden patronun başvurusuyla alınabiliyor ancak. Eh, şimdi tekstil atölyelerini, inşaatları tekrar düşünün; halihazırda sömürüyle anılan bu sektörlerdeki patronlar işçilerine çalışma izni alır mı? Bilakis, tam da bu ucuz göçmen emeği onların kullanımına hasrediliyor zaten.

Dikkat buyurun: Çalışma izni verilmesi mevzuatına dönük bu düzenlemeler, göçmenlerin emek sömürüsüne açık işgücü haline getirilmesi anlamına geliyor. Ki bu, hükümetin göçmenlere yönelik birkaç politikasından biridir.

Çalışma İzni ve Sınıf-içi Rekabet

Göçmenlere çalışma izni verilmemesi ya da çalışma izni almalarının zorlaştırılması göçmenlerin emek piyasasında sömürülerden sömürü beğenmesi anlamına geliyor demiştik. Geçinmek için herkes gibi çalışmak zorunda olan göçmenler, yukarıda saydığım sektörlerde iş bulmak için aza tamah etmek zorunda kalıyor. Göçmenler yerli işçilerle aynı haklara sahip olmadıkça varlığını sürdürecek bir sorun bu. -Dahası, yerli işçiler arasında dahi kayıt dışı çalışmanın bu kadar yaygınlaştığı bir dönemde sırf göçmenler eşit statüye erişse dahi değişen çok bir şey olmayacak, ücretler azalmaya devam edecek ama bu yazımızın konusu değil-.

Somut bir örnekle anlatalım. Bir inşaatta, kayıtlı Türk işçilerin asgari ücret karşılığında yapacağı işi kayıt dışı çalışmak zorunda olan göçmen 2000 TL’ye yaptığında o işin piyasadaki en ucuz karşılığı 2000 TL’ye düşüyor. Üretim maliyetlerini azaltmayı amaçlayan patron, ucuz göçmen emeğine yöneliyor. Böylece yüksek ücret beklentisi olan işçiler istihdam edilemiyor, ucuz emek ise düşük ücretle çalışıyor. Buna sınıf-içi rekabet deniyor. Yani sınıf-içi rekabet ücretlerin belirli sektörlerde belirli zaman aralıkları için düşmesine neden oluyor.

Bunun yanı sıra ister yerli olsun ister göçmen, sınıf-içi rekabetin sonucunda oluşan işsiz nüfus yani yedek işgücü ordusunun kabarmasıyla işçilerin ücret pazarlığı eli zayıflıyor. Bu yüzden göç karşısında sosyalist politika herhangi bir göçmenlik statüsüne sahip kimselerin çalışma iznine sahip olması ve hatta göçmenlik statüleri dışında bir belgeye ihtiyaç duymaksızın diğer tüm emek gruplarıyla aynı çalışma haklarına sahip olmasından geçiyor.

Kötü Bir Sorunsalın İyi Bir Çözümü

Yazının bu kısmında son zamanlarda göçmenlere yönelik tartışmalarda genelde göçmen karşıtlarının kullandığı bir argümanı inceleyeceğiz. Bu argüman kabaca şöyle tarif edilebilir: “Göçmenlerin sayısının artması işgücünde artışa neden oluyor. İşgücündeki artış, ücretler üzerinde genel bir baskı oluşturuyor. Dolayısıyla göçmenlerin Türkiye’de kalmasını savunmak, ücretler üzerinde oluşan bu genel baskıyı görmezden gelmeyi gerektiriyor. Göçmenlerin işgücüne katılması, yerli ücretlilerin geçim sıkıntısını artırıyor ve sermayenin sömürüsünü devam ettiriyor.”

Bu sorunsal kötü bir sorunsaldır, hatalıdır çünkü sorunsallaştırmak için bir araya getirdiği olgular arasında bir nedensellik varsayar, sektörel bazda değerlendirilmesi gereken emek piyasasına katılımı genelleştirir ve en önemlisi, emek piyasasını soyut bir grafik olarak tasavvur eder. Böylece yerli işçilerin refahı ile göçmenlerle bir arada yaşamayı aynı koltuğa sığmayacak iki karpuz gibi ele almaktadır, oysa bu yaklaşım temelden yanlıştır.

İlk olarak şunun altını çizmekte fayda var: İşgücü arzı ile ücretler arasındaki ilişkiyi A. Smith’i kıskandıracak kadar soyut bir görünmez elin inisiyatifinde görmek kimsenin düşmemesi gereken bir hatadır. Bu yaklaşım, liselerde okutulan fizik derslerindeki soruların “sürtünmesiz ortamı” temele alıyor olması gibi, burada tartışılan iktisadi meseleyi diğer değişkenlerden soyutlayarak tartışmaya neden oluyor. Aslında bunlar klasik liberal iktisat teorilerinin bizlere yutturduğu bazı temel safsatalara dayanıyor. Buna benzer bir diğer safsata da asgari ücret artışının işsizliğe ve enflasyona neden olduğudur. Neyse ki Cüneyt Akman şu yazısında bu sorunların asgari ücret artışından değil, bilakis emek karşıtı para politikalarından kaynaklandığını sarih bir dille izah ediyor.

Bu kötü sorunsalın çözümü emek arzı ile ücretler arasındaki ilişkinin yalnızca bu iki faktörden oluşmadığını ileri sürmekten geçiyor. Her şeyden evvel emeğin karşılığı olarak ücret, herhangi bir ülkedeki sınıf mücadelesinin hem tarihsel hem güncel olarak ne kadar gelişkin olduğuna, sendikaların ne kadar güçlü olduğuna ve sermayenin elinin pazarlıkta ne kadar zayıflatıldığına bağlıdır. Özel olarak göçmenlerin alacakları ücret, doğrudan devletin göç politikasının bir sonucudur. Türkiye’deki göçmenlerin kayıtlı çalışma imkânları olsa böylesi düşük ücretlerle karşılaşmayacakları açıktır. Son olarak mevzubahis ücret düşüşü genele teşmil edilecek bir şey değildir, belirli bir sektörde belirli bir zaman aralığında mevcut olabilir. Örneğin tekstil sektöründe ve mevsimlik tarım işinde göçmen emeğinin ucuz olmasından dolayı yerlilerin tercih edilmemesinin nevzuhur bir durum olmadığını yukarıda belirtmiştik.

Her ne kadar ilk bakışta “oldukça mantıklı” gelse de bu yaklaşımın hatalı olduğunu ifade ettik. Ama hiç mi haklı olduğu bir yanı yok. Var. Bu argümanı sektörel bazda değerlendirecek olsak, örneğin tekstil sektöründe sınıf-içi rekabet olgusunun bir tasvirini çizdiğini ama ancak kötü bir tasvirini çizdiğini söyleyebiliriz. Kötü bir tasvir olmasının sebebi ise sınıf-içi rekabet olgusunu da dar bir çerçevede ele alması, emek-sermaye savaşını göz ardı ediyor olmasıdır. Oysa sınıf-içi rekabet, üretim maliyetlerini düşürmeye çalışan bir sermayenin bulunduğu düzlemde meydana gelir. Emek-sermaye savaşının bir cephesi olarak, çalışma izni verilmeyen emekçilerin sömürüye daha açık hale getirilmesi, bunun sonucunda da sınıf-içi rekabetin açığa çıkartılmasıyla üretim maliyetlerinin düşürülmesi, sermayenin semerelendirilmesi sürecidir bu.

Son olarak, sınıf-içi rekabet ve ücret düşüşüyle ilgili meseleye maddi açıdan baktığımızda karşımızda göçmenlik gibi bir statü değil, bir ülkede çalışma izni olan ile olmayan emekçi arasında her zaman karşımıza çıkabilecek bir sorun ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. İşte tam da bu nedenle, göçmenlerin gönderilmesi sorunumuza çare olmayacaktır. Sorunun en kalıcı ve en sağlıklı çözümü, göçmen olan herkese mültecilik statüsünün tanınması ve göçmenlerin çalışma iznine sahip olmasından geçiyor.

Bizi Soyanlar Göçmenler Değil

Peki ama fakirleşiyoruz, enflasyon tırmandıkça tırmanıyor, alım gücü azalıyor ve emekçiler ezildikçe eziliyor bu ekonomik gidişat karşısında. Bunların nedeni ne? Bunların tek bir nedeni yok elbette, ekonomik açıdan pek çok faktör sayılabilir: Hükümetin faiz politikası, merkez bankasının para arzı, bankaların yeni düzenlemelerle kârını katlaması, milli gelirden sermayenin aldığı pay… Ancak bütün bunların bilinçsizce, yönsüz bir şekilde yapıldığını düşünmemek gerekir. Bu ekonomi politikalarının hedefi yerli burjuvazinin belli bir kısmının daha da güçlenmesine destek olmak. Servetten %1’lik zengin kesimin aldığı pay, milli gelirden sermayenin aldığı pay bize hep bu gerçeği gösteriyor.

Bu ekonomik sorunlar bağlamında Türkiye’nin ihtiyacı göçmenlerin geri gönderilmesi değil. Böyleymiş gibi sunanlara kanmamak lazım. Yerlilerin refahı ile göçmenlerin refahı aynı koltuğa sığmayacak iki karpuz da değil. Buna da inanmamak lazım. Türkiye’nin ihtiyacı göçmenleri de kapsayan bir sınıf mücadelesi. Ancak kayıt dışılığın -ki göçmenlerle sınırlı değil- önüne geçen, ücretlerde, çalışma sürelerinde, işçilerin her türlü hakkının alınmasını sağlayacak bir sendikal uğraş emekçi halkı bu darboğazdan çıkarabilir.

Suriye’de sağlanacak bir mutabakat sonucunda (nasıl sağlanır, hangi aktörler masayı nasıl kurar bu ayrı bir yazının konusu olabilir ancak) bir kısım Suriyelinin gönüllü olarak dönmesinden bahsetmiyorum. Suriyelilerin bir kısmı iyi bir dönüş seçeneği sunulursa bunu tercih edeceklerdir. Fakat böyle bir mutabakat sağlanabilse bile bütün Suriyelilerin Suriye’ye geri döneceği bir gelecek hayali kuranlar yanılıyorlar. Daha önemli olan işte burası, bir kısım göçmen gitse de gitmese de göçmenlerin burada onurlu bir yaşam sürebilmelerine destek olmamız gerekiyor. Onların onurlu yaşam mücadelesinin, yerlilerin onurlu yaşam mücadelesiyle ortak olduğunu görmemiz gerekiyor.

Sonsöz

Bu yazıyı yazmaya başladığımda temel amacım Türkiye’de mevcut ekonomik sorunların göçmenlerin varlığıyla doğrudan ilintisi olmadığını izah etmeye çalışmaktı. Yazıyı yazmaya devam ettiğim süreçte içinde bulunduğum çeşitli tartışmalar nedeniyle hem ilgi odağım kaydı hem de daha fazla kaynaktan beslenerek hareket etmem gerektiğini düşündüm. Yazının uzun zamandır gelmemesinin özel olmayan nedenlerinden biri budur.

Bu minvalde yazıların çoğalması, kamusal tartışmanın, bilincin ve örgütlenmenin artması gerekiyor ki Ümit Özdağ gibileri “göçmenler gidecek enflasyon düşecek” gibi abuk sloganlar ile insanların aklıyla alay edemesin.

 

 

 

 

Kaynaklar:

 

Dedeoğlu, S. (2018). Tarımsal Üretimde Göçmen İşçiler: Yoksulluk Nöbetinden Yoksulların Rekabetine. Çalışma ve Toplum, 2018/1 (56).

Hayata Destek. (2014). Mevsimlik Gezici Tarım İşçiliği 2014 Araştırma Raporu, Hayata Destek Derneği, İstanbul.

Kahveci, M. & Acun, S. (2022). Emek piyasasının en altındakiler göçmenler: İstanbul’da Türkiyeli ve Suriyeli çalışanlar arasındaki ücret ayrımcılığı. Dicle Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 12(23), 185- 198.

[1] https://twitter.com/sosyalverinet/status/1560944738689118209,

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir