Göçmenler ve İktidar
Gariplerin Gönlünden Haberdar Olmak
Anadolu adeta bir ilticagâh, bir garipler diyarı. Afro-Avrasya kıstağındaki bu topraklar, medeniyetin beşiği, çünkü tüm yolları hem birleştiren hem de ayıran bir geçiş güzergâhı. Dolayısıyla da insanlığın başlangıcından beri bir uğrak yeri olmuş bu topraklar. Oldukça farklı kültürler burada karşılaşmış ve kaynaşmış. Öyle ki son asır içerisinde de Balkanlar ve Kafkasya ağırlıklı bir göçmen nüfus, zulme uğradıkları, dahası kovuldukları topraklarından kalkarak Anadolu’ya sığınmışlar.
Şimdilerde de Suriyeli misafirlerimiz var. Sadece oradan değil elbette. Zulüm altında olan birçok yerden, Afrika’dan, Orta Asya’dan, Balkanlar’dan gelen Muhacirler. Onlara tam olarak Ensar olabiliyor muyuz peki? İşte bu soru karşısında rahatlıkla “evet” diyemiyoruz. Öyle ki son seçimlerin de neredeyse en önemli sorunlarından birisi bu oldu; yani “Suriyeliler” meselesi. Süreç uzayınca ve Türkiye de ekonomik bir krize girince, bakışlar hemencecik onların, yani en mazlum ve kimsesiz olanların üzerine çevrildi. Sanki gidebilecek bir yurtları varmış gibi, oraya kovalanmaya çalışıldılar. Birkaç zengin “Arap”tan yola çıkılarak, ayrıcalıklarından, el üstünde tutulmalarından söz açıldı. Onlar için sarf edilen milyarlar gündeme geldi. Ama kimsenin neden alınmakta diye sorgulamadığı S-400’ler için verilecek olan milyarlarla ve maliyetlerini hiçbir zaman tam olarak bilemediğimiz askeri harcamalarla ilgili bir sorgulama yapılmadı.
Oysa Suriyeliler, bir bakıma neredeyse tüm ülkelerin sorumluluğu ve umursamaz bakışları altında yerlerinden edildiler. Onlara çok görülen milyarların çok daha fazlasına mal olan savaşların bedelini ise sessizce Akdeniz’in sularına gömülerek ödediler ve ödemekteler. Giderek belirginleşen ekonomik krizle birlikte görünürleşseler de, bu krizin müsebbibi asla onlar değil. Tam aksine, Suriye’deki sorunu barışla çözmek yerine savaşçı çözümlerin yeğlenmesi ve tüm küresel güçlerin bölgeye yığılmasıyla ortaya çıkan sorunun doğrudan mağdurları da onlar. Türkiye ise ister istemez politik hatasının sonucuna katlanarak Suriyelilere sınırlarını açtı. Ama süreç içerisinde bu sınırı kapamakla kalmadı, bir de sınıra duvar ördü ve asker yığdı. Güvenlikçi politikalar adına ardı ardına askeri harcamalara girişildi. Oysa sorunun en başında ısrarla reddedilen, şimdilerde ise bir türlü sağlanamayan “barış”, en önemli insani değer olduğu gibi, ekonomik maliyeti en düşük olan bir güvenlik politikasıdır.
İster istemez maruz kaldıkları küresel güçlerin hesaplaşmasının faturasını ödemekte olan Suriyeli göçmenler; Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman kültürlerin kaynaştığı ve büyük ölçüde yine aynı kültürlerin savaştığı bir coğrafyanın mağdurları. Oysa en ziyade bu kültürler bilir muhacirliğin, göçmenliğin, garipliğin anlamını ve zorluğunu. Yahudiler uzun yıllar Mısır’da bir sürgün ve esaret hayatı yaşadılar. Hıristiyanlar yüzyıllarca Roma İmparatorluğunun esareti ve baskısı altında kaldılar. Müslümanlar, daha tarihlerinin başlangıcında kendilerine uygulanan baskı karşısında, şehirlerinden hicret ederek, Ensar’ın dostluğuna sığındılar. Yüzyıllar içerisinde ise bu “kader” hiç değişmedi. Ebedi bir barış umuduyla inşa edilen Jerusalem’ler, Darüsselam’lar, barıştan ziyade zulümlerin mekânı haline geldi.
Oysa Tevrat, Musa’nın öncülüğündeki Mısır’dan hicret (kurtuluş) akabinde uyarır müminleri: “Gariplere zulmetmeyeceksiniz; siz gariplerin gönlünü bilirsiniz, çünkü Mısır’da siz de gariptiniz.” (Çıkış, 23.9) Aynı uyarı, Tesniye, 10.19’da tekrarlanır. Gelin görün ki yirminci yüzyılın en büyük soykırımının mağduru olan Yahudiler, bu mağduriyetlerini unutmuş gibi, ya da bu mağduriyetin hıncını çıkarmak istercesine, emperyal güçler tarafından yerleştirildikleri toprakların sakinlerini mağduriyete uğratmakta sınır tanımamaktalar. Öte yandan Balkanlardan, Kafkaslardan veya başka coğrafyalardan gelerek Anadolu’ya yerleşenler ise, artık başkalarının gelmesine rıza göstermemekteler. Hatta Orta Asya’dan gelerek bu coğrafyaya yerleşmiş olan Türkler, bir açıdan misafirleri oldukları kavimlerin varlıklarına veya dillerini konuşmalarına bile rıza gösteremez bir hale gelmiş bulunmaktalar. Ermenilerin bu topraklardan tehcir edilmesi yetmezmiş gibi, bu kez de Kürtlere sanki yaşadıkları yer Kürdistan değilmiş gibi, “yallah Kürdistan’a” denmekte. Daha da garibi, şehirlerin artık doğal dekoru haline gelen İngilizce levhaların farkına bile varmayanlar, tuhaf bir biçimde, aslında bu toprakların mukimi olan Arapların dillerinin yer aldığı levhalardan hınçlarını çıkarmaya çalışmaktalar.
Esasına bakılırsa göçmenler hiçbir zaman bir topluma sahici anlamda yük olmazlar. Tam aksine katıldıkları topluma bir devingenlik, cesaret ve kültürel zenginlik kazandırırlar. Belki de asıl rahatsız olunan yanları işte bu yönleridir. Çünkü var olan toplumsal sükûneti ve konforu dalgalandıracak olan bir dinamizm yarattıklarından, bu durum, sükûnete ve bir-biçimliliğe alışmış olan çevrelerde tepkiyle karşılanır. Oysa yaptıkları toplumun atıl yanlarını harekete geçirmek, değerleri harmanlamak, unutulmuş olanı hatırlatmak, uzaklaşmış oldukları uzlaşma becerilerini harekete geçirmektir. Göçebeliğin bu devindirici, üretken ve statükoları sarsan yönü, oluşturdukları tezatlarla, uygarlıkları da mayalayan bir yöndür. Suriyelilere karşı çıkan siyasiler ve toplumsal kesimler ise, görece olarak ulusalcı-muhafazakârlar ve her türlü değişime karşı tepkili kesimlerdir. Yani gömülmüş oldukları sosyolojilerin sorgulanmasına, alışkanlıklarının ve günübirlik çıkarlarının sarsılmasına ve yerinden yurdundan edilmeye hiç tahammülü olmayanlar. Oysa bu yer-yurt, esas itibariyle hiçbir zaman onların değildi. Hepimiz, temelde Allah’ın mülkünde yaşamaktayız ve o anlamda hepimiz de bu dünyada birer misafiriz. Bu yüzden ve bu bilinçle, komşuluk haklarımıza da riayetkâr davranmak, sadece inancımızın değil, insan oluşumuzun da bir gereği.
Sadece Mimarinin Değil, Yönetimin De Yataylaşması
Erdoğan’ın vazgeçilemezliği, bir kuşağın gerçekleştirilemeyen ütopyasını ikame eden bir kişilik olarak tezahürü ve bir kez tecessüm etmiş olan bu kişilik kültünün kaybını göze alamamaya dayanmakta. Çünkü bu kitlenin, onun yerine koyabileceği başka hiçbir şeyi yok. Bu anlamda Erdoğan, bu toplumsal tahayyülün boşluğunu dolduran ideolojik/simgesel bir işlev görmekte. Elbette bu ikame çabasının bir de maliyeti var: Bu tahayyülü ayakta tutan ataerkil/patrimonyal iktidar kurgusu. Bu kurgunun ne denli kirli bir ilişkiler ağına dayandığı ise ideolojik bakışın körlüğü tarafından örtülür. Nesnel bir biçimde işleyen bir devlet yerine, adaleti, işi ve aşı “baba”nın dağıttığı bir model, ister istemez “baba”nın etrafında giderek kirlenen bir ilişkiler ağı yaratmaktadır çünkü. Bunun yerine özerk kurumların ve toplumsal yapıların bulunduğu bir devlet modeli ise, insanları nitelikleri, fiilleri ve erdemleriyle değerlendiren, nesnel bir modeldir.
Aslına bakılırsa Osmanlı aydınları, özellikle de İslamcı aydınların padişahlığa, simgesel bir kişilik olarak Abdülhamid’e karşı çıkmalarındaki en önemli etken de, bu “pederşahi/patrimonyal” modele karşı duydukları tepkiydi. Okullar açılmakta, yollar yapılmakta ve memleket kalkınmaktaydı belki. Ama hukukun uygulanması ve fikirlerin ifade edilmesindeki keyfilik kadar, iş ve aşın sadece yakınlara sunulmasındaki ihsan edici tavrın, sonucu belli bir sınıflaşmaya varan adaletsizliği de, sair olumlulukları hesaba katmayan bir tepkiye yol açmaktaydı. Sadece bu kadarı değildi elbette: Siyaset alanının toplumun çoğunluğuna kapatılmış olması, bireysel ve toplumsal özerkliklerin kısıtlanmışlığı da, sunulmakta olan konfor tarafından telafi edilebilir bir ağırlığa sahip değildi. Nitekim günümüz Türkiye’sinin sorunları da çok farklı değildir ve iktidar, başına her ne gelirse gelsin bu oldukça basit gerçekliği anlamaya bir türlü yanaşmamakta. Çünkü bu basit gerçeklik, tam da iktidarın egemenliğini oluşturmuş olduğu kurgunun berhavası anlamına gelmekte.
Bir türlü hayata geçirilemeyen ise, aradan geçen bin yıldan sonra, mütereddit ve muğlak bir biçimde hatırlanan ve “şura” kavramında olsun, “adalet” özleminde olsun ifadesini bulan, otokratik olmayan bir yönetimin icrası; yani insanların çabalarının karşılığını görmek kadar, kendi kaderlerine karar verme hakkına sahip olma arzularıdır. Oysa siyasetnamelere bakarsanız, karşılaşacak olduğunuz manzara, mebzul miktarda bir otokrasi (monarşi) övgüsüdür. Platonik bir bilge-krallık anlayışıyla maskelenen, aslında ise salt “güç”e dayanan bir iktidar anlayışı yani. Elbette ki avantajlı ve makbul yönleri de vardır böylesi bir anlayışın. Karar verme mekanizmalarının hızlı işlemesi gibi. Ama elan içerisinde bulunduğumuz “başkanlık” sisteminde de tanığı olduğumuz gibi, bu konuda bile süreç her daim hızlı işlemez. Kaldı ki arzulanan o hız ise çoğu kez akıldan yoksundur ve toplumun başına başka türlü belalar açar.
Çünkü hiçbir otokrat etrafını tam olarak işbirlikçilerden arındıramaz ve bu kez de karar verici mekanizmalar bu işbirlikçilere dönüşür. Üstelik olup bitenler toplumun gözleri önünde cereyan etmediğinden, toplumsal akıl da en azından eleştirileriyle sürece üretici ve dengeleyici bir katkıda bulunamaz. Özellikle ve bile isteye eksiltilmiştir çünkü sürecin işleyişinden. Aslına bakarsanız her monarşi, olgusal anlamda bir oligarşidir. Yani güçlülerin egemenliği. Peki “şura” ya da günümüzdeki pratiği ile “demokrasi” nedir? Bu, her şeyden önce akılların çoğulluğunu kabullenmektir. Toplumsal aklın örgütlenerek kendi kaderine karar vermesidir. Ama bu, sadece belli aralıklarla sandığa gidip oy kullanmakla sınırlı bir işlev değildir. Tam aksine, toplumsal kararlarda halkın etkinleştirilmesi ve katılımın azamileştirilmesi kadar, siyasal süreçlerin tabandan itibaren örgütlendiği bir yataylığın da hayata geçirilmesidir. Bu ise, adaletin dağıtılışı kadar toplumsal zenginliğin paylaşılmasının müşterekliği, güvenliğin asgariye indirilmesi yanında ehliyet ve liyakat prensiplerinin de işletilmesi anlamına gelecektir. Arzulanan “şehir”[1] ise, sadece siyasal ilişkilerin değil, belki de bunun aynası olarak, mekânın da olabildiğince yataylaştırıldığı bir şehir olmalıdır. Yani tahakkümün değil, eşitler arası ilişkilerin şehri.
Orada ise düşünen düşündüğünü ifade edebilmeli, hak eden
yönetmeli, çalışan kazanmalı, haklı olan aklanmalı ve hayat, belli temerküz
alanlarında biriktirilip tüketilen bir “devlet”[2]
olmaktan çıkarılmalıdır. Dolayısıyla şehirlerin mimarisi kadar, şehrin yönetimi
de yatay ve dengeli bir hale getirilmelidir. İktidar talimatları (logos)’nın
değil ahlaki ilkeler (nomos)’in önemsendiği, tahakküme tâbiliktense
eleştirelliğin esas alındığı, ilişkilerin “raina” (sürü çoban ilişkisi)
çerçevesinde değil, “unzurna”[3]
(birlikte müzakere ve münazara) ilişkisi, yani insanileştirilmiş bir siyasallık
çerçevesinde düzenlendiği bir toplum ve şehir: Kölelik değil özgürlük,
buyurganlık değil yaratıcılık, klişeler değil farklılık, kültür değil sanat,
hükümranlık değil özerklik, egemenlik değil sorumluluk, statü değil bilgelik,
uyum değil birliktelik, bağışlama değil paylaşma…
[1] Adaletin uygulandığı siyasal mekân olduğu kadar, insani bir yaşamanın şartlarının da oluşturulduğu medeni bir mekân olarak şehir.
[2] “Allah’ın, fethedilen memleketler halkının mallarından Peygamberine verdikleri, Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve onun yolunda olanlar içindir; ta ki o içinizden yalnızca zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey (devlet, “dûle”; güç) haline gelmesin.” (Haşr, 7)
[3] Bakara, 104
*Öne çıkan görsel şuradan alıntıdır: https://www.sigmaturkey.com/how-to-make-syrians-more-invisible-in-turkey/