Genç Ar.Gör’ün Acıları/ Based on a true story
Ben araştırma görevlisi. Akademik personel. Hem akademik hem personel. Ama daha çok personel. Geçtiğimiz birkaç yıldır “devlet” gibi gözetilen özel bir üniversitede araştırma görevliliği yapıyorum. Sorana vakıf derler. Örtülü-örtüsüz ödeneklerle beslenen devlet destekli özellerden biri işte. Üniversite kazanma olayını ‘barajı geçer geçmez parası basılıp diploması iç edilen’ bir olguya eviren yeni trendin cami gören versiyonu. Elbette medeniyet perspektifli yüksek giriş… Bu yazıda size bizim işten bahsedeceğim.
Nedir bu araştırma görevliliği diyenler için açıklamak gerek. Bu bir kısaltmadır. Uzun halinin acımasızlığını gölgelemek için ilk ve son kelimelerden türetilen ifadenin açılımı ise şöyle: “araştırma dışında her şeyin her zaman ve her yerde hazır ve nazır görevlisi”. Buradaki her şeyin sınırları o kadar geniştir ki söz gelimi gece yarısı saat 3’te Pakistan’dan kongre için gelen bir akademisyeni havalimanından karşılamak ve şoförlük yapmaktan başlayıp seyircisiz kalacak endişesiyle alanınızla uzaktan yakından ilgisiz bir konferansın zorunlu dinleyicisi olmaya doğru uzayıp gidebilir. Gözetmenlikler, fakülte ve bölüm programlarının ve sınav takvimlerinin hazırlanması, kongre sekreterlikleri, ansızın dersini aksatan hocanın yerine derse girmeler, hiç bilmediğin dersler hakkında hocalar adına izlence (sllybus) yazmalar… Üstüne bir de rektör beyin sizden talep ettiği sunum/rapor/makale eklenirse, of of of… Makale dediysem, sakın ha akademik bir işten bahsettiğim vehmine kapılmayın. Talep edilen iş, o günlerde haber kanallarında adı sıkça anılan bir mesele hakkında (mesela 4. Sanayi Devrimi), rektör beye gönül rahatlığıyla altına kendi ismini yazacağı pazarlanabilir bir ürün hibe etmekten ibarettir. Bu en başta sizin öğrenmeniz için gereklidir. Size lazım olan çalışmak, ona lazım olansa puan toplamaktır.
Puan toplama işinde zaten master-degree olan hoca efendiler, şahsi angarya işlerini yaptırırken abilik, üniversitenin angarya işlerini yaptırırken ise patronluk gömleğini giyerler. Bu bir çeşit bukalemunluk meselesidir. Pazar günü hiçbir mesai ödemesi almayacağınızı bile bile zorla görevlendirildiğiniz kongreye 5 dakika geciktiğiniz için, sizi tüm fakültenin ortak whatsapp grubunda alenen aşağılayan patron bozması, dün kendi ailenizle geçireceğiniz vakitten çalıp kendisine efso bir kıyak yaparak işini kolaylaştırdığınız abiciğinizdir. Sonuna da şöyle yazar hazret: “Gereğini yapacağız.”
Özel üniversitelerde billurlaşan bu vaziyet çoğu durumda kendinizi “ne iş olsa yaparız”dan başka çaresi kalmayan bir beyaz yakalıdan ayırmanızı imkansız kılar. Çoğu beyaz yakalı için “vakayı adiye” halini alan esnek çalışma saatleri, ardı arkası kesilmeyen patron dayatmaları, kişiselleşen sözleşmeler, performansa dayalı ölçümler burada da aynıyla vakiidir. Bundan hariç bir de muhafazakar-akademisyen-kibri ile uğraşmanız gerek. Zira bu özel kurumların ideolojik pompaları, bölümlere ve idari pozisyonlara serpmece yerleştirilen namlı akademisyenlerden başkası değildir. Sizin çalışma konunuzu (hatta herkesin konusunu) en iyi onlar bilir. Maaşınızdan şikayet etseniz size dinden, kanaatkarlıktan bahsederler. Tabi onların bu dini hiyerarşideki rolü, çağımızın en kızıl devesi olan Audi’ye binmektir. İşte benim hocalarım. Medeniyeti onlar kurar. Onlar tasarlar. Siz de tuğla taşıdığınız için kendinizi şanslı hissetmekle memursunuzdur. Çünkü o kadar işsiz akademisyen varken sizi uygun bulmuşlar yüksek medeniyet perspektifine, az şey mi? Bu perspektif, reddi mümkün olmayan zorunlu bir lütuf olsa gerek. Bu lütfu kuşanma kabiliyetiniz elbette performans ölçümlerindeki parametrelerden biridir, hem de en önemlisi. Ne kadar medeniyetçilik, davaya sadakat, o kadar köfte yani. Her sene sonunda yıllık sözleşmeyle yenilenen aylık köfte miktarı, kişiye özeldir ve asla (akademik) personeller arasında bahis konusu olmamalıdır.
Görev tanımının genişliğinden mülhem, bir araştırma görevlisi bu gibi özellerde birçok sebeple işinden olabilir. Mesela, bir ar.gör’ün 3 yıl önce kurulan bu medeniyet beşiği üniversitede doktora yapmayı reddedip, haşa Boğaziçi filan gibi bir okulu eğitim alacağı kurum olarak seçmesi böyle bir sebep olabilir (zira o artık eğitilmezdir). Oysa özel üniversitemiz, verdiği iş karşılığında o ar.gör’ün istikbalini rehin tutmak, onu kendi elleriyle “eğitmek” ister. Boğaziçi’nde doktora yapan ar.gör her an alternatif bir iş seçeneğiyle burun buruna kalabilir ve bu durumda itaat-metre istenen rakamlara vurmaz. Sizden beklenen tatmin edici bir akademik kalite değil, sadakattir. Bir başka kovulma sebebi ise, hocalara selam durmamak olabilir. Belli aralıklarla amirlerinize (hocalarınıza) “bir ihtiyacınız var mı?” diye sormanız istenir. Yeterli performansı gösteremeyen ar.gör, “performans düşüklüğü” gerekçesiyle yollanır. Yok daha neler demeyin, dahası var: Araştırma görevliliği alım sınavlarında 1.olduğu halde kadın olduğu için işe uygun görülmeyen nice insanlar gördü bu gözler. Onlara göre kadın ar.gör gidicidir, insicamı bozabilir, ya da her zaman her işe koşulamayabilir, gece geç saatlerde mesela (bayan’a çok ayıp olur)…
Tabi şimdi efendim bunların hepsi terazinin bir kefesinde, araştırma görevlilieri arasındaki dostluk, kardeşlik diğer bir kefede. Sömürü kadar umut da var yani. Zaman zaman gelişen pasif direniş anlarının damaktaki tadı olmasa… Bazen maaş zamları için imza toplarken, bazen yukardan tek bir kişiye yüklenen yorucu bir angarya işi dayanışmayla paylaşırken, bazen dekanın arkasından taklidini yaparken… Adeta nefesimizdir böyle şeyler… Sermaye kadar direniş de üniversitede. Olmasaydı olmazdık. Örneğin üniversite tüm ar.gör’lere standard maaş uygulamasını terk edip performansa göre maaş olayına geçeceğini duyurduğunda sert bir biçimde çocuklar gibi tembihlenmiştik: “Sakın ha maaşlarınızı birbirinize söylemiyorsunuz, asla ve kat’a!”. Bu tarz denetimi mümkün olmayan kuralların gün sektirmeden ihlali, boynumuzun borcudur. O gün, gün içerisinde bizim fakültedeki herkes diğerlerinin maaşını öğrenmişti. Bizi parçalayarak yalnızlaştırmayı hedefleyen stratejik hamle, inşa ettikleri eşitsizlik hakkında kapıları kapatarak gerçekleştirdiğimiz açık yürekli konuşmalar neticesinde gerisin geri tepmiş, bizleri birbirimize daha da kenetlemişti.
Aslında bu dayanışma sadece ar.gör’ler arasında da değil. Çoğu durumda bir idari personel ya da ar.gör muamelesi gören genç yar.doç’lar (dr.öğretim görevlisi) da bu gibi iş yükü veya goygoy temelli dayanışmalarımızın doğal bileşenleri sayılabilirler.
Bunlara rağmen, hiyerarşinin üst kademelerindeki yeşil sarıklı ulu akademisyenler, günün kazananı olmayı tekrar ve tekrar beceriyorlar. O melun işyeri hiyerarşisini kırıp parçalamanın en büyük zorluğu da herhalde, onu yeniden üreten faktörlerin çeşitliliği ve kuşatıcılığı olsa gerek. Mesele, tüm bir çalışan kesimi kuşatabilen tümden dayanışmacı bir ruhla akademiyi ve emeği yeniden düşünmek meselesi. Yoksa çaycımız temizlik görevlisi muamelesi gördüğüne, sekreterimiz çaycı muamelesi gördüğüne, ar.gör’ümüz sekreter muamelesi gördüğüne, yar.doç’umuz ise ar.gör muamelesi gördüğüne yanmaya devam ettikçe…
1 Response
[…] enfes bir yazı için bkz. “Genç Ar.Gör.’ün Acıları: Based on a True Story”, http://www.emekveadalet.org/notlar/genc-ar-gorun-acilari-based-on-a-true-story/, [Erişim Tarihi: […]