Gelenek ve Hareket – 2

Arkadaşımız Süha Tarık, rejimin İslamcı gruplar ile sosyalist örgütleri kültür savaşına nasıl konumlandırdığını ve kültür savaşını aşmanın biricik yolunun fiili-meşru sınıf savaşını örmekten geçtiğini anlattığı Gelenek ve Hareket yazısının ikincisini kaleme aldı. İlginize sunuyoruz.

 

İki Hareketin Yapısal Tablosu

Türkiye’deki siyasal müslüman hareketliliği; cemaatler, tarikatlar ve islamcı gruplar üzerinden, olası bir rekabet sathı mahallinde oluşmaktadır. Saydığımız tüm bu gruplar, iktidarın oluşturduğu yandaş ve muhalefet ikileminden pay almaları hasebiyle, kendi etki alanlarını genişletmek adına kaçınılmaz bir çatışmaya doğru ilerlemektedir. Bu olası rekabetin gerçekleştiği veya gerçekleşeceği zemin ise özellikle Ak Parti iktidarından sonra ortaya çıkmış orta sınıf müslüman kamuoyudur. Rejime muhalif olan islami akımlardan tutun, rejimin en sıkı taraftarlarına kadar bütün islamcı gruplar Türkiye sathında bir yurt ve kurs açma telaşı içindedir. Ancak, tüm bu faaliyetler rejimin yine kendisinin kurduğu muhafazakar camia hayali cemaatinin içinde gerçekleşmekte, ve bu kimlik altında gruplar çatışan çıkarlar neticesinde birbiri ile rekabet etme raddesine yaklaşmaktadır. Bu gruplar tarafından gerçekleştirilen faaliyetlerin tümü; nesnel bir talebi, barınma problemini çözmek, insanların dini bilgisini arttırmak veya inancı yaymak ve benzeri talepleri taşımamakta, yönünü bu yönde belirlememekte, bilakis rejim tarafından çizilmiş ve dizayn edilmiş  müslüman kamuoyu içerisinde her grup “öncü” haline gelmeye çalışmaktadır. 

Bu olası rekabet tespitini, geçmişte Fetullahçılar ile iktidar ilişkisi örneği üzerinden yapmamız mümkündür. Nitekim, iktidara geldiği yıllarda Ak Parti, sosyal alanı düzenleyebileceği bir “cepheden” yoksundu. Örneğin MHP’nin cephesi olarak ülkü ocakları, CHP’nin kendi cephesini ürettiği ADD’den tutun birçok dernek ve STK mevcut idi. Erbakan ile birlikte, siyaset ile ittifak yapan cemaat, tarikat ve islamcı gruplar, AKP’nin seçimi kazandığı sırada günümüzdeki kadar AKP arkasında örgütlü değil, bilakis, kimi gruplar oldukça muhalif idi. Devlet ile çatışmayan, ekonomik ve sosyal açıdan geniş bir ağa sahip olan Gülen Cemaati, Ak Parti’nin 2013 yılına değin “cephesi” olmuştur denebilir. Yukarıda saydığımız gibi sosyal alanı düzenleyen bir “cephe” yapılanmasına sahip olmayan AKP, bunu Gülen Cemaati’nden tutun birçok tarikat, cemaat ve İslamcı grupla yapmıştır. Nitekim Gülen Cemaatinin 2016’ya değin elinde tuttuğu imtiyaz alanları AKP tarafından sağlanmıştı. Sağlanan imtiyaz alanı ise diğer islamcı gruplar arasında adı konulmamış bir rekabete zemin hazırlamış olabilir. Söz konusu grupların AKP politikasına yakınlığı ile etki alanları genişlediğini söyleyebiliriz. Örneğin son 20 sene içinde Menzil köyünün gelişimine bakmak bu konuda yararlı olacaktır. Bir başka deyişle kimin daha çok imtiyaza sahip olacağı, Gülen Cemaatinde olduğu gibi, sosyal alanda bir yarışa sebebiyet vermiştir. Bürokratik kadroların dağıtılmasından inşaat izinlerine kadar “tanıdıklar” veya “abiler” vasıtası ile bürokratik kadrolar AKP’nin cephesinin farklı üyeleri tarafından bölüşülmektedir

Nitekim sürekli “rejim eliyle” nasıl baskılanmış oldukları mevcut hükümet tarafından propaganda edilerek, iktidar iken bile muktedir olmadıkları söylemini sürekli enselerinde hissediyorlar. Pek tabii bu manipülasyon, mevzubahis rekabetin zeminlerinden biridir. Aynı şekilde bu propaganda, rejimin sürekli düşman üretme politikası ile iç içedir. Rejim her dönemde bir “düşman” seçerek, islamcı yapıları bu gerçek olmayan düşmana karşı kışkırtıyor. Böylelikle de hem söylemi hem de sivil alanı dizayn edebilme gücüne sahip oluyor. Aynı şekilde sürekli bir sekilde propaganda edilen “düşman” islamcı yapılara hem ideolojik zemin, hem bir meşruiyet hem de bir motivasyon kaynağı oluyor. Kendi meşruiyetini seküler-muhafazakar ayrımı üzerinden propaganda eden şu anki rejim, muhafazakarlara bir yandan iktidarı vaad ederken, öte yandan da sürekli ürettiği “hayali düşmanlarla” muhafazakar kamuoyunu karşı karşıya getirerek asla muktedir olamayacakları tehdidini dile getiriyor. Bu ikilemi ise kendini insandışı bir şekilde yüce göstererek, iktidarda kalmak için, bir yandan bu ikileme muhtaç iken bir yandan bu tür manipülasyonlar ile ikilemi aşma umudunu temmellük etmeye çalışıyor. 

Özal’dan sonra küçük şehirlerde birbiri ile örgütlenen ve muhafazakar değerlere sahip olan küçük ve orta işletmeler, köylerden kentlere göçün getirdiği insanları hem himaye ederek hem de onlara istihdam sağlayarak büyümeyi başarmıştır. Bugün şahit olduğumuz tarikat hastane ve holdingleri, cemaat okulları ve dernek yurtları, bu küçük-orta işletme sahiplerinin birleşerek büyümeleri, burjuvalaşmaları sürecinin sonunda gerçekleşmiştir. Nitekim köyden kente göçün ortaya çıkardığı yüksek işsizlik karşısında göçerler, hem kendi değer yargıları ile aynı dilden konuşan, hem de kendilerini bu korkunç işsizlik rakamlarından kurtaran muhafazakar birikime dahil olmuşlar; bu birikim ile sosyal sermaye zemininde bir “minnet” ilişkisi kurmuşlardır. Zamanla İran devriminin etkisi ile üniversitelerde  muhalifleşen İslamcı/İslami akımlar, emek ilişkilerine dair bir siyaset örmemeleri sebebiyle, entelektüelleşerek aksiyoner tavırlarını kaybetmişlerdir. Bundan sebep, tek sığınakları konferans salonları olmuştur. 

İslamcı kamuoyunun yüksek oranda köyden kente göçün peşine baş vermesi sebebiyle, öte yandan islamcı/İslami cemaat ve grupların bir “hoca veya abi” etrafında örgütlenmesi sebebiyle, sol örgütlenmelerden biraz daha farklı olarak islamcı hareketler, kişiler etrafında kurulur veya yıkılır. Bunun yanında, müslüman cemaatlerin içinden çıkan bu kişiler meşruiyetlerini etrafında onlara “abi” diyenlerden almaktadırlar. Öyle ki bu abiler, hem örgütleme yaparken hem de sorunları çözüme kavuşturur, bir ilişkiler ağı sağlar ve sosyal sermayenin kendi üzerlerinde birikmesini sağlarlar. 

Bu biriktirilmiş sosyal sermaye ile birlikte, solda gördüğümüz daha çok tüzüğe ve bir programa dayalı kolektif delüzyonel öncülük arzusunu, İslamcı/İslami camiada daha basit bir formda abiler veya hocalar üzerinde gözlemleriz. Bu kişiler, birikmiş sosyal sermayenin getirdiği alan ve meşruiyet ile, kendi gruplarını ve isimlerini yine kültür savaşı oyunu içerisinde söylemsel bir düzlemde “öncü” kılmaya çalışırlar. Kendi içinde, birçok tartışma ile bölünmüş cemaat ve gruplar, meşruiyetlerini geliştirdikleri abi oluşları üzerinden alırlar ve ayrım ancak ve ancak söylemsel/kültürel alanda gerçekleşir. Nesnel, üretim ilişkilerine dokunmayan bu sosyal olgu “abiler veya hocalar” gibi karakterler üzerinde bu kültürel ilginin yoğunlaşması ile gittikçe nesnel gerçeklikten kopmaya, sokağa inmemeye ve sosyal hareketliliği salonlar dışında örgütleyememeye sebep oluyor. 

Buna paralel olarak, sol hareketlilik de bu örüntüye tıpatıp uymaktadır. Rejimin böldüğü muhafazakar-seküler hayali cemaatleri içerisinde Türkiye’deki sol hareketlilik, seküler cemaat içerisinde muhalif bir hareket olmanın verdiği ahlaki/kültürel sermaye üzerinden her sol veya sosyalist grup kendi etki alanını ya muhalif parlamento taraflarına yaklaşarak veyahut da onlara karşı muhalefeti örgütleyerek etki alanını genişletme derdindedir. Daha özelinde sosyalist hareketler; sistemin sürekli ortaya çıkardığı, barınma problemi, Filistin sorunu ve ekonomik buhran gibi çatlaklara nesnel bir müdahalede bulunmak yerine, örneğin İsrail ile ticaret yapan şirketleri protesto etmek yerine, bu problemlerin hepsini “herkesi sosyalist yapmak” gibi bir kimlik güdüsüyle kullanmaktadır. Her ne kadar örgütlenme şekli farklı olsa da, yukarıda İslamcılık için zikrettiğimiz durum maalesef burada da geçerlidir. Söylemde kalan tartışmalar, hayata dokunan pratik bir eylem tarzı üretememektedir. Bu uğraş, rejimin çizdiği ve en ince hattına kadar dizayn ettiği kültür savaşı sahasına oldukça uygundur. Aynı şekilde, nesnel olarak problemi işaret etmek yerine, bu çatlağın “öncü kimliği” olmak adına birbiri ile rekabete tutuşan sosyalist akımlar, sistemle savaşmak yerine, Delüzyonel bir Leninizm ile, birbiri ile rekabet etmektedir. Nitekim Hamas’a terör örgütü diyenlerin ve iki devletli çözümü kabul eden sosyalist akımların, bugün şirketlerin ve holdinglerin önüne gitmek yerine daha güvenli alanlarda, üniversiteler veya miting meydanları gibi, Filistin eylemleri örgütlemeleri bu kabildendir. 

Bunun yanında, Türkiye solunun 80 darbesi sonunda, tüm ekonomi-politik ilişkilerden çeşitli baskılarla el çektirilmesi sonucunda bu kültür savaşı olgusu daha çok gün yüzüne çıkmış, ve sosyal alan, dindar-seküler ayrımına kalmıştır. Sınıf siyasetinden kültür siyasetine geçişi, sendikalar üzerinden okumak yerinde olacaktır. Devrimciler, iş sahalarına döndükleri vakit, yetiştikleri kültürel alanın etkisiyle, işçi ile kendisi arasında büyük bir kültürel uçurum oluşmuştur. Bu uçurum, bir yandan emek merkezli siyaset gütmeyen sendikaların işine de yaramaktadır. Böylelikle emekle ilişkilenmeyen kimi sol gruplar, elinde olan kültürel sermayeyi işçinin kafasına boca ederek “sosyalizm 101” dersi vererek, ona aydınlık ithal ederek, işçi ile sendika/örgüt arasında yeni bir hiyerarşi kurmaktadır. Böylelikle nesnel bir talebe sahip grev, akim bir çaba ile, kültürel hale getirilmeye çalışılmaktadır. 

Nitekim, ilerleyen süreçte sol örgütlerin devamlı bir şekilde baskı altında tutulmaları, üzerlerine terörist yaftası yapıştırılarak halk ile karşı karşıya getirilmeleri sebebiyle sol örgütler, hem kitle ile ortak alanlarını yitiriyor, hem de tutuklama ve baskıların gölgesinde nefessiz bırakılıyor. Bunun karşısında sola tek bir alan bırakan, ve onu kendi oyununda bir oyuncu haline getirmeye çalışan rejim, bir manada solu sekterleşmeye zorluyor. Bu ortamda sol örgütler, kendilerini ancak bayrak ve flamalar ile gerçekleştirebildikleri, imaja sıkıştıkları bir alana kapanmış oluyorlar. Yukarıda zikrettiğimiz Delüzyonel Leninizm vurgusu ise, bayrak ve flama alanına, imaja sıkışmış sol örgütlerin öncülük kavgasını vurgulamakta, ve tahlil ettiğimiz durumun doğal bir karşılığı olarak karşımızda durmaktadır. 

Siyasal Handikapımız: Kültür Savaşı

Karşımıza çıkan tabloda, her iki sosyal hareketliliğin de tıkanmasının temelinde bir “kopuş” hikayesi yatmaktadır. Köyden kente göçün etkisiyle özelleşen ve farklılaşan İslamcılık ile, 80 darbesi sonucunda emek ile bağı kesilmiş sol/ sosyalist hareketler, 90lı yıllarda Neoliberal ekonomi rüzgarının getirdiği, ifade hürriyetine sıkışıp kalmıştır. O yıllardan bu yana, zaman zaman çeşitli “yatırımları” üzerine çekmek adına bir gevşetilip bir sıkılan sosyal alana ,“ifade özgürlüğü” alanına sıkışmak durumunda kalmış, bununla birlikte geldiği sosyal çevreye ve bir yandan da jenerasyonların değişmesi ile birlikte yeni nesile yabancılaşmış, bir yerde “selefi” bir tutumla pasifleşmiştir. Bu durum sonucunda her iki grup da “fiilî” oluşunu kaybetmiş, kültürel mevzilere hapsolmuşlardır. 

Bir başka açıdan, bu deluzyonel öncülük, dindar muhalif  ve sol kampların kendi içinde bir hiyerarşi üretmektedir. Nitekim hızlı karar almaya yarasa da hiyerarşi, eylemlilik sırasında eyleme katılan kimselerin temsil edilememesi sorununa yol açmaktadır. Bu yolla da hem dindar muhalifler hem de örgütlü sol, “devlete karşı toplum” siyasetini üretmektense, “devlete karşı statüko” üretmek zorunda kalmakta ve bu statükonun liderliği için mücadele etmektedir. Nitekim, genele yayılamayan irade her iki yapıyı da, operasyon ve baskılara karşı savunmasız kılmaktadır. Aynı şekilde üyelerin; parti, örgüt veya cemaat yapısı karşısında temsiliyet kabiliyetlerini yitirmesi sonucunda, bu yapıları ileri taşıyacak tartışmalar ve çelişkiler günün sonunda “bölünme” ve “tasfiye” ile bitmekte, rejim karşıtı muhalefetin motoru olan tartışmalar verilememektedir.

Aynı şekilde, son zamanlarda sıklıkla karşılaştığımız “samimiyet” söylemine ve rejimin elindeki “bunlar samimi değil” propagandasına alan açmaktadır. Açık bir nesnel durumu, İsrail ile yapılan ticaret gibi, merkez noktası almak yerine, kültürel etki alanını önemseyen siyasetler, rejimin samimiyet propagandası/sopası altında ezilmektedir. Çünkü kültür sahasının kurucusu rejimdir. Bu ikilemi aşmanın tek yolu ise, kültür savaşı değil, fiili meşru mücadele bağlamında bir sınıf savaşıdır. 

Çizdiğimiz tabloyu daha açık hale getirmek istersek, Rejim, kendisinin dizayn ettiği Sekuler- Muhafazakar ayrımını aynı şekilde bu her iki cemaatin içindeki birbiri ile rekabet eden oyuncuları kültür savaşı alanında tutarak, kendisini tek nesnel, tek hakiki güç olarak dayatmaktadır. Her ne kadar Selahattin Demirtaş’ın “Demokrasi sokakta aranır.” çıkışı bu anlatıyı nesnel bir eylemlilik ile aşmayı teklif etse de -ya da aynı şekilde Can Atalay’ın mücadelesi bu hattı desteklese de- kültür savaşından ve örgütleme tüccarlığından kendini kurtaramamış sosyalist akımlar, bu figürlerin etkisiz kılınmasıyla beraber, kültür savaşı oyununun rejim tarafından rolü biçilmiş oyuncuları olmaya devam etmektedir. Nitekim bu isimlerin ortaya koyduğu meşruiyetini halktan alan fiili/pratik hareket düsturu hareketlendirilmeyi beklemektedir. 

Bu aşımı üreten figürlerin isim ve cisimlerine bağlı kalmaksızın, yapmamız gereken siyaset, sivil siyaseti, sermaye ve holdinglerin karşısına konum alacak şekilde örmektir. Nitekim Boğaziçi direnişinde, iktidarın 3-5 kişinin yaptığı bir karikatür ile tüm direnişi yaftalaması da, yine aynı direnişte kimi elitistlerin “Boğaziçi kültürü” temasını savunması da aynı kabildendir. Bu maddelerin hepsi ama hepsi öğrencilerin temsil hakkı, okuyanların üniversite üzerindeki söz hakkı gibi nesnel “özgür üniversite” talebine uymayan, çelişkiyi oldukça söylemsel bir alana sıkıştıran pratiklerdir. Bu pratiklerin aşımı ancak ve ancak, bedenen icra edilen, şeffaflık konusunda hassas ve renkleri, bayrakları ve abileri tabulaştırıp fetişleştirmeyen dolaysız eylemlilikler ile mümkün olabilir. 

Sonuç Yerine, Filistin için Bin Genç’e Bu Tablodan Düşen

Emek ve Adalet platformu, geldiği sosyal bağlam çerçevesinde, her iki düşünce dünyasının bu konudaki paralelliğini görmekte ve bu kültür savaşı oyununu bölebilecek tek pratiğin sınıf savaşı olduğunu tekrar ve tekrar vurgulamaktadır. Nitekim başlangıcından beri faal olduğumuz Filistin İçin Bin Genç hareketi de bu siyasetin bir sonucudur. Aynı şekilde platform, 2019 yılından beri  ördüğü Feminizm siyaseti ile birlikte, “abilerin” müslüman camiadaki yerinin altını oyan, yeni bir yatay örgütlülük fikrine zemin hazırlamıştır. Bir başka açıdan Emek Adalet, sivil alanın bu denli daraldığı bir yerde, “adil şahitlik” veyahut “ilerlemeci kimlik” tamlamalarının nesnel alanda gerçekliğe kavuşmadığını, bilakis, üretim ilişkilerine yapılması gereken müdahalenin önünü tıkadığını söylemektedir. 

Güncel durumda, Filistin İçin Bin Genç hareketi, iki açıdan yukarıda bahsettiğimiz kültür savaşı oyununu aşmış durumdadır. İlki, bu hareket, tüm gücüyle şirket ve holdingleri hedef göstererek Filistin mücadelesini kültürel/vicdani bir alandan nesnel bir alana taşımıştır. Hareket, öncülük iddiasından ziyade nesnel soruna, İsrail ile yapılan ticarete odaklanarak kültür savaşı oyunundan azade kalmayı başarmıştır. 

İkinci olarak, Filistin İçin Bin Genç Hareketi’nin kurucuları olan bizler ve Gençlik Komiteleri, Filistin direnişini kendi örgütlenme ajandamız için bir kaldıraç olarak kullanmak yerine, yine kültür savaşı oyununun dışına çıkarak, kendi taleplerimizi, Filistin direnişinin ve Filistin kamuoyunun taleplerinde eriterek hareket etmekteyiz. Bizler için talep, yani İsrail ile ilişkilerin kesilmesi, kimlikleri ve kültürleri aşan bir konumdadır. Sivil toplumun fiilî bir meşruiyet üretemediği bir safhada mücadele, günün sonunda ancak sönümlenir. Şuan çözmemiz gereken çelişki, hayali gündemler ile doldurulan sivil toplumda, hep beraber holdinglere,işgalciler ile iş tutanlara ve fabrika önlerine giderek, hep beraber sınıfı, fiili meşru mücadele hattında ve üretim ilişkilerine dayalı bir şekilde yeniden kavramak olmalıdır.  Çünkü sınıf savaşı, Marks’ın da vurguladığı gibi, nesnel bir durumdur ve ancak nesnel taleplerin izinde açığa çıkar. Kimlik veya kültür gibi üst yapısal temalar, yönleri itibariyle, ancak kültürel temaları besler, büyütür. 

Bugün Kemal’in, Nazlı’nın, Dilan’ın, Yılmaz’ın ve Bengisu’nun cezaevinde 25 gün boyunca mahpus tutulmalarının sebebi de, SOCAR eylemi sonrasında 13 arkadaşımızın sabah baskını ile gözaltına alınmalarının sebebi de, aslında, rejimin çizdiği kültür savaşı oyununun dışına taşmalarının bir cezasıdır. Nitekim her türlü ekonomik örgütlenmesinin meşruiyetini bu kültür savaşı oyunu zemini üzerinden sağlayan rejim, bu oyunun nesnel taleplerle bölünmesinden endişe etmektedir. Nitekim bu durum, fiili meşru müdafaa dahilinde ve nesnel talepler etrafında örgütlenerek bu kültür savaşı oyununu kırmamız gerektiğini bir daha göstermektedir. 

Filistin Mücadelesi Yargılanamaz 

Nehirden Denize Özgür Filistin

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir