Kuran’dan Notlar – Gelenek Taassubu
“Yine böyle biz senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri: ‘Biz babalarımızı bir inanç birliği üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız.’ dediler. Gönderilen uyarıcı; ‘Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha doğrusunu getirmişsem de mi bana uymazsınız?’ deyince, onlar: ‘Gerçekten biz sizin tebliğ için gönderildiğiniz şeyi tanımıyoruz.’ dediler.” Zuhruf Suresi, 23-24. ayet
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun.’ dendiği vakit de: ‘Yok, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.’ dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi onlara uyacaklar?” Bakara Suresi, 170. ayet
Modern çağ din/inanç ve bilgi alanlarını birbirinden ayırdı. Bunda nispeten de haklıydı. Çünkü din namına savunulan şey akılla herhangi bir bağlantısı kurulamayacak bir mitoloji olunca ve dindarlar bu mitolojiye uymayanları kafirlikle suçlayınca inanç ile bilim alanlarını ayırmak zorunlu hale gelmişti.
Oysa Kur’an, bilgi ve akıl dışı bir inanç meselesi değildir. Kur’an’ın bir gaybe inanç kaynağı olduğu doğrudur; örneğin ahirete. Ama Kur’an bu gibi gaybi konularda bile akla ve müşahedeye dayanan kanıtlar getirir. Ahiret konusunda evrenin her boyutunda gördüğümüz döngüleri ve her kıştan sonra yeniden filizlenen baharı kanıt olarak sunar. Yani evreni yaratan zat, onu öyle bir biçimde yaratmış ki her kıştan sonra bahar geliyor. İşte yeryüzünde zamanın akışına böylece bir düzen getiren zat, sizler de ölüp kabir kışına girdikten sonra, yeniden bir bahar getirmeye ve sizleri yeniden yaratmaya kadirdir, diyor.
Fakat Kur’an sadece bir gaybe inanç kaynağı değildir. O aynı zamanda bizim müşahede alanımız için bir bilgi kaynağıdır. Kuran sürekli doğayı anlatır, hem de her yönüyle. Bunu kendine has bir yolla yapar. Okurunu doğayı ve tarihi her boyutuyla tefekkür etmeye ve irdelemeye davet eder. Ve bu sahalarda onu Allah’a götürecek işaretleri sunar. Doğa bilimi yapmayı ve ondaki kendine has kanunları bulmayı ise Kur’an’dan ilham ve teşvik alan okuruna bırakır. Kur’an doğayı anlatırken inayetini ve hikmetini gözler önüne serer. İşin illetlerini ve mekanik sebeplerini bulmak ise bilim insanına kalmıştır.
Kur’an tarih hususunda da çok konuşur. Tarihi ele alırken de bunu Allah-varlık-insan üçgeninde önemli olan boyutlarıyla ele alır. Yani Allah-insan ilişkisini ilgilendirdiği kadarıyla tarihe nazar eder. Ve işin bilimini yapmayı, yani Allah’a referans vermeden tarihteki neden sonuç ilişkilerini etüt etmeyi Kur’an’dan ilham alacak bireye bırakır.
Kuran tarih konusunda çok sağlam bir bilgi kaynağı olduğu halde onun bu boyutu modern çağda kendini ifşa edebilmeye başladı. Zira Kur’an tarih konusunda konuştuğunda bunu oldukça edebi bir dille yapar. Yani düz anlamlı cümlelerle değil de, edebi sembolizma aracılığıyla tarihe temas eder. Bu edebi sembolizmanın tahlili yapılmadığı zaman ne yazık ki Kuran’dan tarih bilgeliği değil de, tarih adına mitoloji çıkarılır. Ve bu mitoloji kişinin tarihi kavrayışını deforme eder.
Oysa Kur’an edebiyatçısı Cürcani’nin deyimiyle; Kuran’ın mucizeviliği onun mecaz ve metafora dayanan belagatinde yatar.
Bir örnek vereyim: Geleneğimizde Salih Peygamber’in mucizesi olarak sunulan ‘deve’yi düz anlamıyla okuduğumuzda buradan tarihe ait bir bilgelik çıkaramayız. Yani bu kıssayı “kaya yarıldı, içinden bir deve çıktı ve deve Semud kavminin bir günde içtiği su kadar su içebiliyordu” diye anladığımızda ne bu kıssanın tarihte bir örneğini gösterebiliriz ne de buradan tarihe dayanan bir bilgelik çıkarabiliriz. Aksine Kur’an’a dayanarak tarihi böylesine üsturevi olayların gerçekleştiği bir alan olarak kavradığımızda tarih kavrayışımız alabildiğine bozulur ve tarih bilimi yapamaz hale geliriz.
Ama Salih Peygamber’in ‘deve’sini bir arketip olarak kavradığımızda ve bu arketipin edebi çözümlemesini yaptığımızda, Kur’an bizlere tarih hususunda ciddi bir bilgelik verir. Zira deve sembolizması bizim çağımız için en az üç hayati kavramı işaret eder.
Bunlardan biri ‘bakir doğa’dır. Yani Kur’an, deve sembolü aracılığıyla bizim endüstriyalist medeniyetimize “bakir doğayı iğdiş etmeyin” buyruğunu verir. Bugün ediyoruz ve küresel ısınma diye bir beladan korkuyoruz haliyle.
Deve sembolünün içerdiği ikinci anlam deve üzerinde hareket eden ‘göçebe’dir. Modern çağa kadar yerleşik imparatorlukların başa çıkamadığı bir sorundu ‘göçebelik’ kurumu. Allah bu sembol aracılığıyla “yerleşik insanlar olarak göçebelerle maddi nimetleri paylaşın, aksi takdirde toplumunuz sarsılır” demektedir.
Deve sembolünün benim çözümleyebildiğim üçüncü bir katmanıysa deve üzerindeki göçebe gibi yerleşik hayattan kopmuş ve hareket halinde olan ve bugün küresel olarak ulus devletleri alabildiğine sarsan ‘göçmen’lerdir. Allah’ın bu kıssa vesilesiyle bugün bizlere söylediği şey; göçmenlere Semud kavmi gibi zarar vermeyin, onlarla dünyevi nimetlerinizi hakkaniyetle paylaşın; yoksa deve yüzünden Semud kavmi nasıl helak olmuşsa, sizin ulus devletleriniz de göçmen sorunu yüzünden ağır sarsıntı yaşar.
Bu seride birkaç yazı boyunca “Kur’an dinlerin tahrifi konusunda ne söylüyor?” sorusunu analiz edeceğim. Fakat Kur’an’da dinlerin tahrifatı nasıl ele alınıyor sorusuna yanıt verebilmek için bir yandan konuyla ilgili ayetlerin edebiyatını etüt etmeli, bir yandan da bu ayetlerin içinde yaşadığımız vakitle bağını kurmalıyız. Yani kuru kuruya bir ayet çözümlemesiyle sınırlı kalarak Kur’an’ın dinlerin tahrif ediliş süreci hususundaki bilgeliğinin hakkını veremeyiz.
Bu konuyu ele alırken de özellikle İslam tarihini merkeze alacağım. Biz Müslümanlar geleneğimize o kadar şedit bir biçimde bağlıyız ki kendi geleneğimizin öz eleştirisini daha yeni yeni yapabilmeye başladık. Şimdiye kadar Dört mezhep fıkhı, Eşari-Maturidi kelamı, Nakşibendi-Kadiri-Mevlevi tasavvufu bizim için dinin ta kendisiydi. Bunlara eleştiri getiren insanları hemen kafir diye damgalıyorduk. Bu geleneklerde bir tahrifat var mıdır, olabilir mi diye soramıyorduk bile. Türkiye’de daha yeni yeni insanlar geleneği eleştirmeye başladı. Fakat ne yazık ki şimdi de iş çığırından çıktı gibi… Çünkü gelenekten gelen bir bilgelik cümlesi bugünümüze uymuyor diye geleneği tümden reddetmeye başladık. Belki bugüne uymayan bu cümleler bundan birkaç asır öncesinin tarihsel konjonktüründe çok güzel amaçlara hizmet ediyordu. Bunu düşünen az sayıda düşünürümüz var.
Şimdi yukarıdaki ayetlere bakın. Yukarıdaki ayetler geleneksel olarak Hz. Muhammed’in müşrik kavmiyle olan sınırlı bir tartışması gibi kavranılır pek çokları tarafından. Oysa bu ayetler tarihe ait külli bir yasanın Peygamber çağındaki tikel örnekleriydi. Yani Kur’an’ın çağlar üstü bir mesaj olduğunu söyleyeceksek bu tikel örneklerin arkasındaki evrensel mantığı keşfetmemiz gerekir.
Bu evrensel mantık nedir diye sorduğumuzda yanıtı da hemen alıyoruz. Zira bu kavim Hz. Peygamber’in cümlelerini sırf atalarının yoluna uymuyor diye reddediyormuş. Atalarının dini ve inanç birliğine…
Kuran’da dinlerin tahrif edilmesi hususunda belki de en önem verilen sebeplerden biridir bu. Yani İslam tarihinde olduğu gibi pek çok dinde dinin geleneksel yorumunun mensupları, yeni din yorumlarına “bu bizim geleneğimize, seleften aktarılan dine aykırı” diyerek cephe alırlar. Atalardan aktarılan dini, atalardan bir panteon yaparak korumaya alırlar.
Bu ne yazık ki bizim çokça yaşadığımız bir sorundu. Daha yeni yeni kırıldığını görüyoruz okumuş genç kesimlerde. Fakat bazı entelektüellerimiz ne yazık ki hala “eski kafada” düşünüyor. Yani din denilince geleneği ve geleneğin alimlerinin düşüncelerini kutsuyor. Buna “kadim hikmet” adını vererek ambalaj takıyorlar. Bu geleneksel yorumun bugün yarattığı sorunlara karşı bazı düşünürler yeni cümleler kurmaya başladıklarında da “Bu bizim geleneğimize aykırı. Sizin bu cümleleriniz dine bidat karıştırmaktır.” diyerek yenilikçi düşünürleri tekfir ediyorlar.
Oysa dini yenilemek, yani tecdit etmek Peygamber tarafından övgüye mazhar olmuş bir durumdur. Ve yine “Kim güzel bir çığır açarsa bu çığırın tüm sevabı hanesine yazılır” sözü de peygamberimize aittir. Ve tecdit adı üstünde, eskiyi tekrarlamak değil, yepyeni şeyler söylemektir.
Bizde ne yazık ki dört mezhebin, Eşari-Maturidi kelamının ve tasavvufun dinin meşru bir yorumu olmaktan çıkıp dinin ta kendisi haline gelmesi yukarıdaki ayetlerin zemmettiği bir durumdur.
Aynı şekilde “Ümmette en efdal sahabedir, sonra tabiindir, sonra da tebe-i tabiindir.” denilerek İslam’ın ilk üç asırdaki yaşam biçiminin değiştirilemez, eleştirilemez bir hale getirilmesi ve Hz. Peygamber’in kendi çağının kısıtlarında ortaya koyduğu, ezeli-ebedi olmadığı için Kur’an’a taşınmayan hükümlerin “dinin ta kendisidir” şeklinde kutsanarak hadisin lafzına uymayan içtihatların tekfir edilmesi yine yukarıdaki ayetlerin zemmettiği bir durumdur.
Yani “Biz bu cümleleri ve bu içtihatları seleften bize intikal eden dinde görmedik.” diyerek dinin yeni yorumlarını hiç dinlemeden/anlamadan karşı çıkma tavrı ile Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamber’e karşı çıkan tavrı arasında bir fark yoktur.
Yanlış anlaşılmak istemem. Geleneğimizin büyük addettiği bu insanları tanıdığım kadarıyla çok güzel cümleleri var. Ve bugüne intikal ettirilmesi gerekiyor bu cümlelerin. Fakat bu cümlelerin sorgulanmaya, eleştirilmeye ve kendilerine yeni cümlelerin eklenmesine izin veren bir yapıya oturtulmaya ihtiyaçları var. Kör bir hadis reddiyecisi de değilim fakat Buhari’de de geçse uydurma hadislerimiz var. Ve bu uydurma hadisler din kavrayışını dumur edebiliyor. Yani hak din öz eleştiriye ve tecdit edilmeye açık bir din olmak zorunda. Atalardan güzel cümleler aktarılabilir fakat ataları sorgulamadan muaf tutan bir din kavrayışı müşrikçe bir din kavrayışıdır. Bunu söylemek istedim.
Dünya tarihine nazar ederseniz gelenek taassubunun sadece İslam’a has olmadığını her dinin gelenekçilik ya da ‘ortodoksluk’ denilen illetten mustarip olduğunu göreceksiniz. Yani bu illet sadece İslam’a değil, genel olarak dinler tarihine ait evrensel bir illettir. Ve Kur’an’daki bu ayetler de tikel bir örnek üzerinden evrensel bir tarih yasasını ifşa etmek ve okuyucusuna tarihe dair bir bilgelik kazandırmak amacıyla nüzul etmiş ayetlerdir.
Metnin ilerleyen kısımlarında da Kuran’a göre dinler nasıl tahrif edilir sorusunu ele alacağız, elbette ki İslam tarihinden örneklerle. Zira Osmanlı medeniyetinde uzunca bir süredir gelenekçilik ve ortodoksluk üzerinden analiz edilen bir İslam yorumu, Kur’an’ın din tahrifatı hususundaki bilgeliğini görmemize engel olmuştu. İslam düşünce tarihini Kur’an’ın ışığında yeniden ele almayı gerek Kur’an’ın çağlar üstü beyanının açığa çıkabilmesi gerekse de geleneğimizi eleştirebilmek için sahih kıstaslar elde edebilmek açısından lüzumlu görüyorum.
Evet bu tahrif meselesi Kuran’da bolca tartışılır.mesela cuma süresinde kitap yüklü himarlar diye tarif edilen bir zümre de var.