Geldikleri Gibi Giderler ya da Yaşasın 28 Şubat(!) *
“Bu (mesaj), lanetlenmiş bir şeytani gücün sözü de değildir. Öyleyse nereye gidiyorsunuz?” Tekvir 26-27[1]
“Geldikleri Gibi Giderler” Mustafa Kemal
“Savaş moral ile yürür” Mao Zedung
Ekonomi, demokrasi kültürü, toplumsal uzlaşı, sosyal kalifikasyon vb. şeylerde sürekli daha iyiye gittiği rakamlarla ve siyasi beyanlarla tescilli ülkemizde hiç beklenmedik şekilde fazlasıyla olaylı bir 1 Mayıs’ı beraber eda ettik. Böyle bir çerçevenin hakim olduğu atmosferde rahatsız olan azınlık pekala “marjinal” olarak adlandırılabilir. Kendi adıma 1 Mayıs’tan önce başbakanın ve memurlarının meseleyi çok uzatmayacaklarını düşünecek kadar iyimserdim. Ama yaşanan o epik, sinematografik kibir baskılamasında görüldü ki bu ülkede iyimserliği baskılayan tahakküm zincirlerinde bir gevşeme olmamış aksine profesyonelleşmiş. Oldukça başarılı bir şekilde iyimser muhalifleri dahi çevreleyen ve kısır cümlelere iten operasyonel havası sezilen ve muktedir kültürler için oldukça sıradan 1 Mayıs geçirmiş olduk.
1 Mayıs’ın Taksim’de gerçekleştirilmesi gerektiği üzerine hayli fazla şey yazıldı çizildi. Kendi adıma o cümlelerin üzerine söyleyecek aynı minvalde şeylerin tekrar olacağını düşünüyorum. Hükümet burada geçmiş tecrübelerden daha “yetkinleşmiş” olarak, bundan sonraki süreçte muhalif duruşları, daha bir üst dille toplumu iknaya zorlayan bir mecraya itmiş oldu. Meselenin kilit noktasının burada gizli olduğunu düşünüyorum. Şimdi artık daha uzun cümlelerle bizim gibi rahatsız olanları/olması gerekenleri, bu enformatik kafeslemelere rağmen ikna etmek zorundayız. Acizane üstesinden gelebilirsem son 1 Mayıs eylem pratiği üzerinden bu düğümü çözmek için iktidarın zihin dünyasını okumaya çalışacağım.
Tarih boyunca bütün iktidarların meşruiyet zeminlerini sağlamak için bir “öteki”ye ve kimi zaman güç testine ihtiyaç duyduklarını görüyoruz. Özellikle Kürd meselesinden, Kürd’lerin halk olarak muhalefetinden ve bunu yarattığı mobilizasyondan dolayı hayli yıpranan muktedirlerin bu meselede konuyu en azından hassas ve gerilmemesi gereken bir denge noktasında tutma durumunun tesisi, memleketimizde eskisine nazaran daha huzurlu günlerin sağlanmasına imkan tanımış oldu.[2] Nitekim sendikaların ve halk tabanı olmayan “solcu” küçük grupların o kadar etkili olmayan muhalefetleri halk desteğinden mahrum oldukları için “tehlikeli” görülmüyordu. Son gelişmeler sonrasında “muhalefet” boşluğu yaşayan iktidarın olur olmadık karşısına alabileceği bir muhalefete ihtiyacı olduğu malum bir durum. En basitinden Suriye operasyonunda bir takım cemaatlerin, grupların ve ortalama yurttaşın desteğini almak için “Esedci”lere ne kadar ihtiyacı olduğunu gördük.
Bu gibi nedenlerden dolayı mevcut iktidara yar olmayacak kesimlerin talepleri, son yaşanan Taksim “inat”ında “çukur” gibi çok fazlasıyla ehemmiyetli(!) bir gerekçe nedeniyle manipüle edildi. Kayda değer ve aslı astarı olmayan bilgi ve veriler kullanılarak, medya gücü kullanılarak yapılan bir takım müdahalelerle, anında “marjinal muhalefet” üretme operasyonunun başladığına valinin yaptığı açıklamalarla şahit olduk. Oysaki esas meselenin kentin sosyal artı değerinin sermayeye peşkeş çekilmesi olduğu, Başbakan’ın sonradan gelen açıklamaları ile anlaşıldı. Bu denklem içinde hükumet eş zamanlı olarak enformatik tahakküm gücünü, toplum gündemini belirleme kapasitesini, ikna ediciliğini ve kendisine yar olmayacak muhaliflerin direniş çeperlerini test etmiş oldu. Dahası kendisine karşı söz ve eylem üretme kapasitesi taşıyan grupların hedef gösterilebilirliğini arttırmış oldu.
İktidarlar için birilerinin “marjinal”leştirilip etkisiz hale getirilmesinin önemini ve anlamını ilk olarak 2000’li yılların başında henüz Ahmet Davutoğlu politik sahaya girmeden önce bizzat kendisinden BSV’de yaptığı derslerde dinlemiştim. İktidarların tasfiye etmek istedikleri oluşumları önce marjinalleştirdikleri sonra etkisiz hale getirdikleri bilgisi bana hayli ilginç gelmişti o zamanlar. Geçmişe dönük hafıza yoklaması yaptığımda özellikle 28 Şubat’ın dumanı, bazı kesimler için hala tüterken öğrendiğim bu bilginin kıymeti hayli fazlaydı. Aradan geçen onca yıla ve dönüşüme rağmen geçmişte ve son yıllarda şahit olduğum bazı olaylardan dolayı özellikle Türkiye’deki iktidarların “marjinal muhalefet”e olan ihtiyaçlarının anlamlı bir yerde durmasına da şaşırıyor değilim.
Valinin marjinalli cümlelerini ilk duyduğumda aklıma “devşirme” paşamız Kıvrıkoğlu’nun 1000 yıl süreceğini söylediği 28 Şubat sürecinde karşılaştığım şeyler geldi. Lise talebesiyken Hizbullahçıların mezar evleri bir bir basılıyordu. Sahte Şeyhler ekranlarda boy boy arzı endam ediyordu. Bire bin katılan ve bir kesimi fevkalade ötekileştiren zamanlardı. Müslüman kimliğini ve bu anlamda gayretini gizlemeyen benim gibilere okuldaki bazı hocalar tarafından pervasızca terörist ve katil yaftalamaları yapıştırılıyordu. Bu ithamlar için kurabileceğimiz karşı cümlelerimiz de yoktu maalesef. Olur olmadık polis baskınlarıyla aramızdaki en “korunmasız” bazı arkadaşlar okullarından alınıp karakola götürülüyordu. Çok kolay zamanlar değildi.
Hatırlarsanız o süreçte bugünkü kadar denetimli olmasalar da bankalar üzerinden devasa bir soygun yapılmıştı. Ama gündem başka mecralarda akıyordu. Ülke devasa bir şeriat “tehlikesi”nden kurtarılıyordu. Şimdi ise kavramlar ve soygunun niteliği şeklen değişmiş gibi olsa da ruhunda bir değişme olmadığını pekala söyleyebiliriz. “radikal İslamcılar” yerine “oldukça az sayıdaki marjinal gruplar”… Pervasızca yapılan ve faizden beslenen informal banka soygunları yerine de yine pervasızca yapılan sosyal artı değerin oluşturduğu rantın kanunen paylaştırılması durumları…. Hasılı kelam 28 Şubat kararlarının ardından “28 Şubat 1000 yıl sürecek.” demişliği bulunan paşamızın 16 yıl sonrası için bile hala geçerli bir cümle kurmuş olduğunu söyleyebiliriz.. 500. gününe gelmiş olan Robotski katliamı için takınılan tavırda da açıkça görüldüğü gibi devlet aklının 28 Şubatçı zihniyetinde bir değişme olmadığını söylemek ağır bir eleştiri olmayacaktır. [3]
Bütün bu “kanuni” soygunun yanında muhalefete imkan sağlayan açıkların yasal anlamda kapatılması için gündem dışına itilen yasal düzenlemelere ayrıca değinmek gerekiyor.
Şu ana kadar sadece bir durum tespitinde bulunmaya çalıştım. Mevcut durumumuzun dezenfekteye muhtaç arazları, görüntü itibarı ile karamsarlığa kapılmamıza pekala sebep olabilir. Ancak durum tam olarak öyle değil.
Esas itibarı ile toplumları harekete geçiren ve müktedirleri alaşağı eden sebepler, yasalar ve teamüller gibi şeylerle bir süreliğine göz hizasından kaçırılabilir ancak bu durumun ilelebet süreceği söylenemez. 28 Şubat darbesinin devam ettiricisi olan zihniyetin taşıyıcıları, kendilerini iktidara taşıyan sürecin aynısını tatbik ettiklerini çok iyi biliyorlar. Elbette ki zihinsel anlamda kendilerini motive eden -Kemalizmin yıkılmasının vucubiyeti gibi- bazı argümanları koruyorlar. Bunun fark edileceğine dair korkuları da mutlak, ancak kaybetmeye mahkûm olan ata bahis yatırdıklarının farkında değiller. İçlerindeki “ezik/memur İslamcı” damar gözlerini fena halde zafer sarhoşluğu ile kör etmişe benziyor. Bence burada asıl dikkat çekilmesi gereken başka noktalar var.
Öncelikle şunu belirtmeliyim; 1 Mayıs sürecinde hükümetin sadece “marjinal”leştirebileceğini sandığı bazı kesimleri hedef alarak orantısız güç kullanmaktan çekinmemesinin -ki o alana sadece kendi mahallesi dışında kalanlar gitmediler, kendi mahallesinin tam kalbinden çıkmış olan başka bir takım gençler ve gruplar da Taksim‘e alınmama terörüne maruz kaldılar.- maliyetlerini hesap edememiş olması kendileri açısında ciddi bir hata olarak durmaktadır. Bugün izin vermedikleri kesimler fazlasıyla haklı olduklarından dolayı, biriktirdikleri haklı tepkisellikle gelecek yıl misliyle meydan ısrarlarını sürdürecekler. Hükümetin bu noktada karşısına maliyet olarak çıkacak en kayda değer durum, İslamcı mahallelerden çıkan oluşumların muhalefet saflarını daha güçlü bir zeminde kurarak ve sayılarını arttırarak karşısına çıkacak olmasıdır. Hükümet, tatmin edici adımlar atmaz ise bu haksızlığı ile uzun vadede kendi varlığını anlamsız bir noktaya çekmiş olacaktır.
Bununla birlikte dikkate değer diğer bir nokta; hükümet bundan sonraki -mevcut zihniyet kalıplarıyla devlet aklını temsil eden muktedirlerin Kürd Meselesindeki gibi kendisine merhamet göstermeyecek mazlum düşmanlar edinmesi durumunun iyice kanıksandığı ve fark edildiği- süreçte oldukça dağınık durumda olan muhalif grupları susturmak için yeterli argümana sahip değil. Bu 1 Mayıs’ta karşısına aldığı “marjinal” düşmanlar gelecek yıl misliyle karşılarına çıkacak. Bu yaklaşımla ülkeyi yönetmeye devam ettikleri müddetçe nöbet değişimi kaçınılmaz bir son olarak karşımızda duruyor. Ancak gelecek olan geçmişten ders çıkarmış olarak mı gelecek yoksa bugün yaşananların farklı bir kopyası olarak mı karşımıza çıkacak tam bilemiyoruz. Bence şu durumda odaklanmamız gereken alternatif bir siyaset dilinin imkanlarını kanıksatmanın yolları olmalıdır. Ümidimiz o dur ki gelen gideni aratmaz.
[*] Bu yazının başlığı aslında bu dipnottur. Uygun başlık bulmak noktasında zafiyet sahibi olduğumdan böyle “ya da”lı cümleler kurmak zorunda kalıyorum. Ve/veya’lı daha birçok seçeneğim hala var.
[1] M.Esed meal tefsirinden alınmıştır.
[2] KCK operasyonları başladığı sırada, hükümetin kendi ölüm fermanını yazdığını söylemiştim. Sahip çıktığı bu operasyonların ciddi bir hak ihlali olduğuna ve mazluma dokunan elin bunun hesabını vereceğine olan inancımdan dolayı hayli emindim. Sonrasında operasyonların arkasında başka amaçlar olduğu ortaya çıktı. Doğrudan hükümetin eli değildi. Bunun yanında savaştan yorulan Kürd’lerin bilerek ve isteyerek merhamet etmeleri, meseleyi köprüden önceki son çıkışta beklemek pozisyonunda kalmasını sağladığını da ayrıca belirtmekte fayda var.
[3] Pozantı tecavüzlerini, Gaziantep’teki hapishane yangınında can verenleri, Hrant’ın katlinin ihmalkarlarının terfi ettirilmelerini, Ceylan Önkol’u, Uğur Kaymaz’ı, Sevag’ı ve daha gündeme düşmeyen diğer birçok şeyi bu yazıya koymaya gerek görmüyorum.