Gayrı Maddi Siyasetin Dayanılmaz Hafifliği
-I-
Rami’de bir ara sokakta her yanından plastik tozu, tekstil lifleri ve kaynak kıvılcımları fışkıran bir iş hanı. Genzi yakan plastik kokusu eşliğinde, gres yağında kaymamaya dikkat ederek merdivenleri tırmanıyoruz. Cayır cayır çalışan pres makinalarının gürültüsü kulakları sağır ediyor. Mütevazi bir atölye, çift kol triko makinaları, arkada bir atkı-çözgü masası, kenarda yığılı iplikler, ötede duvara asılı modeller. Hep filmlerini seyrettiğimiz bir hayalin hakikat olduğu bir mahaldeyiz, patronların değil işçilerin işlettiği bir fabrika burası, öhöm, atölye yani. Düşünsene, hem işçi doğrudan kendisi nitelikli ve ulaşılabilir fiyata üretecek, yani kendi ürettiğini satın alabilecek, yabancılaşmayacak, hem de sermaye biriktirmeden emeğini ücretlendirmeden rızkını temin edecek. Hayal değil de masal gibi değil mi? Hiç değil, kanlı canlı karşımızda ayakta duruyor.
Duruyor durmasına ama Hay Market’ten Petrograd’a, Bangladeş’ten Kongo’ya, iki yüz yıldır dünyayı kasıp kavuran sonuncu kavgayı, soyut ve muhayyel değil somut ve maddi icra eden bu hayalperestlere ne takdir var ne de teveccüh. Kendi kendime soruyorum, anlatmaya çalıştığımız, düşünü kurduğumuz şey, şimdi, şu anda burada gerçek. Üstelik işliyor. Ama niye göz kamaştırmıyor, kimse neden umursamıyor. Kelam ile değil amelle inşa edilen hakikat bize niye ırak kalıyor? Olmuş bitmiş, yahut henüz vuku bulamamış bir hikayeyle insanları ikna etmeye didinmektense, olmakta olan bir epiğe davet etmek, parçası kılmak daha kolay değil mi? Kimin için, kimlerle birlikte döğüşüyoruz, emekçiler için değil mi? Öyleyse niye cevabını içinde barındıran bir soruyu anlatamıyor, görünür ve ulaşılır kılamıyoruz?
-II-
İkitelli sanayi bölgesinde bir site. Dev bloklarda imalat yapılıyor. Ara yollarda dev tırlar, ihraç mallarını yüklüyorlar. Hafifçe yağmur çiseliyor. Ötedeki fabrikadan önlüğüyle bir işçi koşturarak yanımıza geliyor, çay molasından kaçmış. Broşürleri teslim alıp işçilerin paydos saatini öğreniyoruz. Henüz yarım saat var. Sığınacak bir saçak altı bulup laflıyoruz. Tekstil piyasasındaki genel kriz, burayı da vurmuş kısmen. Eski büyük firmaların çoğu küçülmeye gitmiş. Mevcut işyerlerinde işçi başına iş yükü artmış, eskiden iki makinaya bakan işçiden sekiz on makinaya birden koşturması isteniyor. Çalışma saatleri yürüyüp gitmiş. Yine de yetmiyor ki üstüne fazla mesaiye kalınıyor. Güvencesizlik, düşük ücret kronik. Havzanın, koşulları en iyi fabrikası ise işte ötede olan. Sebebi belli, işçilerin sarı değil gerçek bir sendikada örgütlenmiş olmaları. Ne var ki patron, hakkını arayan işçileri çıkarına mani görüyor ki işten çıkarmalar başlamış.
Uzaktan bir fabrikanın paydos zilini duyuyoruz. Hep birlikte bütün sitelerden boşalan işçilerin yöneldiği bir binaya yürüyoruz. Bloğun diğerlerinden bir farkı yok, fakat üst katta hoparlörlerden bir ses duyuluyor, “İşçinin hakkını, alnın teri kurumadan veriniz” pardon bu masaldaydı, imam devletin birliğinden, komplolardan, dış mihraklardan filan bahsediyor. Hep birlikte onu korumamız gerektiğinden, içinde bulunduğumuz zor günlerden dem vuruyor. Boş atölyelere serilmiş plastik hasırlarda, elleri tertemiz, enseleri terli işçiler saf saf dizilmiş imamı dinliyorlar. Ezan okunuyor, kıyama duruluyor. Paydoslar kısa, iki rekat farzı kılan sünneti eda etmeden fırlayıveriyor iş hanının merdivenlerine. Daha iki lokma tepilecek, işbaşına koşulacak. Biz de hemen binanın kapıların iniveriyoruz. Bildiriler çantadan çıkıyor, elden ele, atölyeden atölyeye akmaya başlıyor.
Simalar çeşitli, hafif çekik ve esmer Afganları, bıyıkları kazılı Suriyelileri, kara sakallı Kürt işçileri ayırd edebiliyorum. Daha sabi sübyan yaşta çocuklar da çoklukta. Onlar da merakla bildirilerden alıyor, az heceleyerek okuyorlar. Cemaat akın akın boşalırken bildiriler eriyiveriyor. Haftaya gene buluşmak üzere arkadaşlarla sözleşip durağa yollanıyoruz. Koskoca havzada ne bir afiş, ne bir ilan. İmalatın hem merkezi, hem de görünür olduğu devasa sanayi sitesi emek örgütlerinin kapsama alanına girmiyor anlaşılan. Kendi kendime soruyorum, burada ne işim var, neden buradayım? Yoksa şöyle mi sormalıyım, sen neden burada değilsin?
-III-
Metrobüsle kentin öbür ucuna yol alıyorum. Kimi beyaz kimi mavi yakalı işçiler. Hepsi gündelik telaşesinde. Yüzleri ifadesiz, akıllı telefonlarına gömülmüş, kulaklıklarında yitmiş insanlar. Aklıma Muhammed Esed’in ihtidasına vesile olan Berlin metrosundaki hatırası geliyor. “Ve hepsinde, bu yüzlerin hepsinde aynı hüznün kalemiyle çizilmiş derin, gizli bir acı vardı; öylesine gizli ki, yüzlerin sahipleri bile farkında değildi bunun.” Kibir kulelerinin silüeti cama yansıyor. Güneş göğü kızıla çalarken, şehrin en prestijli bulvarından en azılı addedilen mahallerine yol alıyoruz. Boğaz’a bakan bu tepelerdeki mahalle, hemen hepsi gibi esasen sanayi hattının etrafına kurulmuş işçi semtlerinden biri. İlginç kılan ise 12 Eylül’den önce sosyalistlerin buradaki kamu arazisine el koyup bilabedel halka dağıtarak bir tür fiili meşru toprak reformu gerçekleştirmeleri, yahut TOKİ’nin görmesi gereken işlevi yerine getirmeleri. Mahalle tüm sosyal ve politik sorunlarına rağmen hala ayakta. Bir duvar yazısı “Uyuşturucu günahtır, karşı çıkmak sevaptır”. Silahlı bir radikal sol örgütün mahalle siyaseti için ilginç bir slogan.
Minibüs dik yokuşlardan, engebeli tepelerden kıvrılarak Boğaz’a iniyor. Şehrin göbeğinde olmasına karşın topografya kendini hissediyor, yemyeşil bahçeler insanın içini açıyor. Kentin emek hafızasının somut mirası olan bu mahaller, imeceyle inşa edilmiş, yıllarca altyapı sorunlarına göğüs germiş, şimdi ahir ömründe bir parça günyüzü görmüş emekli işçi ailelerinin ferahlama alanı. Öte yandan çarkın yeni dişlileri, örgütlülüğünü yitirdikçe güvencesizleşmiş kent yoksulları bu mahallerden her gün havzalara doğru yol alıyor. Minibüsten inip dik bir yokuşu tırmanıyoruz. Mahalle kentsel dönüşüm alanı ilan edilmiş. Mahalleli de binbir emekle kurdukları yuvalarını, müşterek yaşama alanlarını korumanın, savunmanın derdinde. İlmini, fikrini kamunun, ümmetin emrine koşmuş şehir plancılar, avukatlar, mimarlar, mühendisler, kavraması güç yasa ve yönetmeliklerden bir iz bulmaya, hukuku yaratıcı bir şekilde kullanmaya çalışarak bir yol açmaya çalışıyorlar. Mahalle arasına dizilmiş taburelere tünemiş ihtiyarlar, kenardan seyreden gençler, balkondan lafa karışan teyzeler, hararetli bir şehir plancısı, ondan hiddetli bir mahalle sakini.
Münakaşalar çeşitli, zira bir yandan müşterek olanı muhafaza gayreti var, öte yandan yıllarca çilesi çekilmiş arsaların rayici kat be kat artarken inşaat rantından pay alma iştahası. Mahalle sakinleri nefislerini gıcıklayan kentsel dönüşüm rantıyla, hafızalarını, dayanıştıkları ortak yaşam alanlarını, ferahladıkları yeşili, çocuklarının özgürce oynadıkları korumanın ikilemini yaşıyorlar. Umutla umutsuzluk bir arada. Mahalle derneğinin mümessili hiddetleniyor, “Biz 15 Temmuz’da tanklara kafa tutmadık mı, demokrasimizi korumadık mı? Mahallemizi de yedirmeyeceğiz” diye bağırıyor. Üst balkondan bir teyze bağırıyor heyecanla, “hakimiyet milletindir”.
-IV-
Havzalardan gecekondulara uzun bir gün bitiyor. Yorgun argın evin yolunu tutarken kafamda deli sorular dönüyor. Sembollere, söylemlere, büyük anlatılara, soyut siyasal projeksiyonlara dayalı bir muhalefet yerine somut ve maddi bir mukavemet biçimi neden bu kadar az talep görüyor? Egemenler, gündelik hayatı elle tutulur bir şekilde, farklı şiddet rejimleriyle tanzim ederken, muhalifler, devrimciler somut ve maddi olandan neden bu kadar uzaklar? Kelimeler daha mı çekici, sözün şehveti inşa ve icradan daha mı cazip? Herkes halk güzellemeleri yapar, medyalar vıcık vıcık popülizmlerle dolup taşar, millet kimsenin ağzından düşmez iken bu uzun günümde niye hiçbiriyle yolumuz kesişmedi? Bunu bilmiyorum. Benim bilebildiğim bir işçi mahallesinde, triko atölyesinde, sanayi sitesinin mescidinde yaşananın hakikati ve harbiyetidir. Buluştuğumuz yer burası, talip olduğumuz kavga bu sonuncu kavgadır. Şimdi sefere koyulmanın vaktidir, zira yapacak çok işimiz var.