Gariban Edebiyatı
Başlıktaki tabir elbette büyük ölçüde ironi taşıyor. Kapitalizmin bir iktisadi gerçeklik olarak benimsendiği ve içselleştirildiği günümüz dünyasında, kişilerin alım güçsüzlüğünün salt kendi beceriksizlikleri ve tembelliklerinden kaynakladığı algısına yaşamın somut misalleriyle karşı çıkılmaya çalışıldığında bazen kulaklarda şu sözler yankılanır ya da ima edilir; ‘bunlar gariban edebiyatı’. Halbuki vicdanların işletildiği bir alanda verili iktisadi sistemin herkese adil imkanlar sunmadığı, hatta insanların tarih boyunca belli ölçülerde var olmuş maişet kaygısını maksimize ederek bireyleri birbirlerine karşı oldukça güvensiz medeni kurtlara dönüştürdüğü açık bir çift göz yardımıyla tespit edilebilir.
Bunları tespit edip çareler aramak gariban edebiyatı yapmak ve ondan beslenmek anlamına gelmese de, entelektüel düzlemde keskin sloganlara tutunarak ve yoksulluğu, garibanlığı sahiplendiğini ifade ederek sosyal eşitsizlikleri ideolojik nesne haline getirirken toplumsal dayanışmanın pratiklerinden yoksun bir halde bulunmak, hatta gündelik çözümleri büyük resimdeki davayı zayıflatan etkenler olarak tanımlamak meselenin edebiyata çalan kısmıdır. Halbuki insanların merhem olunması gereken acil ve gündelik sorunları ilerideki bir güne, devrime, inkılaba havale edilemez. Kendilerini işçilerin, köylülerin ekonomik çıkarlarının savunucusu olarak takdim etmeye meyilli bazı siyasi yapılarda ve üyelerinde söylemlerin bir elbise, etiket gibi eğreti durduğunu gözlemleriz. Eğer analiz etme imkanına sahipsek, -salt ekonomi-politik mücadele söylemiyle sınırlandırılmayacak biçimde- inşa edilen söylemler yumağının bazen bir siyasi kimlik oluşturma, entelektüel renge bürünmeden öteye geçemediğini de farkedebiliriz. ‘Halka rağmen halkçılık’ aslında ‘halk soslu halkçılık’ durağına varmıştır. Son durağı böyle şekillenen bir yaklaşımın uzakları, yönetenleri, ekonominin dümenini elinde tutanları işaret ederken somut gündelik acıları dikkate alıp ideolojik ajitasyon malzemesi yapmadan yara sarması, halkın kaderiyle sözde değil özde ortaklaşması pek mümkün görünmüyor. Düşünsel anlamda tasavvur edilebilecek fildişi kulenin aydınlanmacı bir perspektifle esnetilerek halkın geniş kesimlerinin zevklerine, yaşam tarzlarına, inançlarına uzatılması da olağan bir sonuç olarak ortaya çıkıyor.
Halkın kaderini kendi kaderi bilmeyi, onunla madden ve ruhen bütünleşmeyi vurgulamanın, fertlerin büyük oranda ‘kendini kurtarmak’ bir kaç adım sonra ‘yaşam standardını yükseltmek’ zaviyelerinden hayata yaklaştığı günümüz Türkiyesinde de yankı bulma noktasında sınırlılıkları vardır. Müslüman mahallesinde de kapitalizmin salyangozu büyük oranda satılmış, şaşırtıcı ölçüde büyük bir talebe mazhar olmuştur. İsrafın haramlığı yalnız ‘basit israf’ olarak tasnif edebileceğimiz sofralardaki ekmek israfı, çürüyen meyve vb. nitelikte anlaşılmış, lüks tüketim hayatın her alanında peşinden depar atılan bir olguya dönüşmüşken ‘müslüman herşeyin en güzeline layık’ lakırdılarıyla kutsanmıştır. Pratikte, neden her müslümanın değil de, sadece bu tarz sözlerle tüketim alışkanlıklarını meşrulaştırma ihtiyacı hisseden müslümanların böyle bir liyakata sahip oldukları anlaşılamamaktadır. Peygamberin bir sonraki günün aşını stoklamadığı düşünüldüğünde, bugün tüketimle olan yaygın ilişkiyi ahlaki olarak nasıl açıklayabileceğimiz muallaktadır. İsrafın sadece satın alınan malın tüketilmemesi olarak anlaşılması, gerçekten ihtiyaca yönelik alışveriş sınırı çekilmeyip modern iktisadın ‘ihtiyaçların sınırsız olduğu’ teorik yalanına pratik uysallık gösterilmesi dünyevi olanla ilişkideki sapmalardan yalnız bir tanesidir.
Açlıkla, evsizlikle, yoksullukla, işsizlikle, taşeron işçilikle, iş kazası adı altında iş cinayetleriyle imtihan olan kapitalizm mağdurlarının, madunların ve bununla da sınırlı kalmayarak, her türlü insani değerin paraya tahvil edildiği oranda kıymet görmesinin mağduru olan modern toplumların, paradan para kazanmanın uç noktasına erişmiş finans kapitalizminde sadece toplumsal dayanışma unsurlarıyla yozlaşmadan kurtulması mümkün değilse de, bu unsurlar çarkın öğütmeye devam ettiği değerleri toplumun yüzüne vuran, onlara hatırlatan birer ilk adımdır. Bir kefenle bu dünyadan elbet bir gün göçüp gideceğine iman edenlerin mülkiyeti kutsallaştıran, teoride hiçbir koşulda kamu yararına sınırlandırılamayacağını, devredilemeyeceğini savunan liberalizmin özel mülkiyet anlayışını kabul edebilmesi mümkün değildir. Ancak vakıadır ki, toplumda garibanların maddi durumlarının ancak fırsatları yeterince değerlendirememekten kaynaklı olduğuna dair çıkarımlar Karun’un mala, mülke bakış açısının bir uzantısı olarak ortaya çıkmakta, tarih tekerrür etmektedir. Karun kendisine edindiği maldan ötürü şımarmamasını, paylaşmasını öğütleyen İsrailoğullarına; “Bu servet bana, ancak bendeki bir ilimden dolayı verilmiştir”(Kasas/78) iddiasıyla karşı çıkarak günümüz kapitalistlerinin manevi atası olduğunu ilan ediyordu. İnsanın aynı toplumu paylaştığı kardeşlerinin malında hakkı olduğunu kabul etmeyerek müstağni bir tavırla servet savunusuna girişmesi, liberal iktisat teorisinin homo economicus’una denk düşebilir, ancak bu noktada fıtri ve yüce değerler olan diğerkamlığın, fedakarlığın gaddarca hırpalanması ve çiğnenmesi söz konusudur.
İktisadi bir ‘adil düzen’ isimlendirmesinin dahi müslüman kitleleri heyecanlandırdığı günlerden paylaşımın, sosyal adaletin zihinlerde bireysel yardımlardan ve hayır kurumlarının yardım faaliyetlerinden başkasını çağrıştırmadığı günlere erdik. Toplumsal dayanışmanın sosyal adaletin sağlanması yolunda bir ilk adım işlevi gördüğünü belirttik ancak büyük kurumsallaşmalar (bürokrasiler ve ulusal, uluslararası şirketler) etrafında şekillenen iktisadi işleyişte insan haysiyetinin korunarak, asgari yaşam standartlarının karşılanması –barınma, yiyecek, giyecek, eğitim, sağlık vb.- salt insanların vicdanına ve girişimlerine bırakılamayacak kadar girift bir meseledir; Acil dertlere semptomatik tedaviler sunarlar lakin kalıcı bir sistematik çözümün parçası olabilmesi siyasi bir eleştiri pratiğine dönüşmeden mümkün değildir. İslamcılık’ın iktisadi bir sistem arayışında kapitalizme yedeklenmesinin yerinde olduğu algısı ve böyle algılatılarak yaygınlaştırılması, Müslüman mahallesinde fazla taban bulamayan bir kaç karşı çıkış dışında günümüzün vahşi ve serbest piyasasının ticaretin helalliği ile özdeşleştirilerek anlam kaymasına uğratılması, emeğin hakkı ve sosyal adalet çabasının aslında yüzleşmesi gereken çok temel anlayış sorunları olduğunu göstermektedir. Mevzubahis karşı çıkışların sahiplerinden kiminin varoluş iradesinin gereğini hakkınca yerine getiremeyip yarı yolda vazgeçmesi, kimininse medyatiklik ve sansasyonellik imtihanından alnının akıyla çıkamaması müslümanların verili iktisadiyata muhalefetini zayıflatan birer sebebe dönüşmüştür.
Her halukarda, müslümanlar halkla ‘entelektüel öncüler-aydınlatılması gereken bilinçsiz halk yığınları’ paradigması ölçüsünde ilişki kuran ideolojik yönelimlerin ellerinde muhalefet nesnesi olmaktan başka bir anlam ifade etmeyen sloganik ‘oyuncak’ları bağlamından sıyırarak sahici dertlere deva olacak şekilde sahiplenmeli, dert sahiplerinin inançlarıyla, kimlikleriyle uğraşılmadığı sağlam bir mevkiye yerleştirmelidirler. Güvensiz çalışma koşulları ve ücretlerin yetersizliği nedeniyle hakkını arayan işçilerin, kırdan kente göç etme trendinin yaşamını idame ettirebilmek için kulağına göç etmekten başka yolunun olmadığını fısıldadığı köylülerin, büyükşehirlerin toplum tarafından karantina bölgesi olarak bellenmiş gettolarında işsizliği, yoksulluğu, sosyal güvencesizliği, yarınsızlığı bir mukadderatmış gibi yaşayan sınıf altı grupların, en temel insani ihtiyaç olan barınma imkanını dahi edinememiş ve oy hakkı olmadığı için devlet ve toplum tarafından asayiş meselesinden öte görülmeyen evsizlerin, sokak çocuklarının hakkını, hukukunu koruyan, onlara el uzatan ve siyasi düzlemde seslerinin, inleyişlerinin daha güçlü çıkmasını sağlayan adil şahitler olmak boynumuzun borcu olmalıdır.
Kardeşin sızlıyorsa, kimin o sızıyı sahiplenmeye çalıştığına bakmadan sızıyı gidermeye, sızlatanı işaret etmeye ve onunla farklı şekillerde mücadele etmeye çalışırsın. Bu adaletin de, sosyal adaletin de yeşerme imkanlarının vicdan düzeyindeki temel ve yalın halidir.