Fatih’te Bir Öğle Yemeği
Öğle yemeği için her zaman yediğim benzer şeyleri yemek üzere etrafımda olan bitene pek dikkat kesilmeden caddenin köşesindeki büfeye giderim. Bir şey sürekli tekrarlayınca ister istemez duyarsızlık gelişiyor.
Gittiğim yer genelde yoğun olur ve mekan dardır. Büfenin sahibi olan Mehmet ve Muhammed ikilisi kafalarını kaldırıp muhabbet edemezler pek. Ancak sakin zamanda muhabbet ettiğimiz oluyor. Çoğu kere de zaten dalgın olduğumdan ve kafamda illaki bazı şeyler dolaştığından yemeği hızlıca yiyip çay faslı için mekanı değiştiriyorum.
Geçen gittiğimde mekan sakindi ve daha fazla gözlem yaptım. Fatih’in hatırı sayılır kozmopolitliği içinde eğer yeteri kadar dikkatli olursanız mebzul miktarda kültürel çatışmaya ve travmaya şahit olabiliyorsunuz.
Önce mekanı daha detaylı betimlememde fayda var.
Toplam alan ikiye bölünmüş ve enine en fazla 6 kişi yan yana durabilir. Bir tarafta döner ustası ve Mehmet-Muhammed ortaklar, tezgah, meyveler, meyve sıkacağı, çay ocağı, çorba kazanı, lavabo ve bulaşık yıkama alanı, döner tezgahı, tost makinesi, pos cihazları, telefon ahizesi, düz tabanlı cızbız düzeneği, limonata karıştırıcı, goralı sosis düzeneği falan.. Diğer tarafta her birine max 3 kişinin oturabileceği tabure düzeninde küçük iki adet masa. (Masa diyorum ama ancak iki kişi üzerinde rahatça yer, o da tıkış tıkış)
İçeri girdiğimde ayakta bir başörtülü kadın sipariş veriyordu. Bozuk olduğundan kapandığında ürkütücü bir ses çıkaran kapı tarafındaki masada genç, esmer bir erkek vardı. Diğer uçtaki masa boştu ve o tarafa geçmek için kadına en normal sesimle pardon dedim. Umarım sesim kabaca çıkmamıştır, zira ürkerek geri çekildi. Garipsedim. Ben otururken yarı İngilizce yarı Arapça alacağı yemeği seçmeye çalışıyordu. Kadının ürkmesinden rahatsız oldum.
Sonra biraz da el işaretlerinin yardımıyla tostunu söyledi. İçecek olarak nar suyu talep etti. Siparişi hazırlanana kadar ayakta bekledi. Bu arada yemeğin parasını da verdi, yiyecekleri henüz hazırlanmadan. Orada oturmuş yemek yerken ve karşımda boş tabure de varken kadın ayakta bekledi. Birkaç kere oturarak da bekleyebileceğini söylemeye niyetlendim. Ancak çekindim, yanlış anlamasından korktum ve belki de kadın benden çekindiği için oturmadı. Bu belirsizlik hiç iyi olmadı. Kadının çok normalmiş gibi ayakta beklemesinden ve sanki potansiyel şüpheliymiş gibi parayı çıkarken değil de yemeği henüz servis edilmeden ödemesinden rahatsız oldum.
Siparişler geldiğinde ise havanın da fena olmaması nedeniyle dükkanın önündeki, kaldırımdaki masalardan birine oturmak istediğini belirti. Çıkarken diğer masadaki esmer gence “şükran” dedi. Bundan oldukça kayıtsız duran o arkadaşın ben gelmeden önce kadına bir miktar yardımcı olduğunu anladım. Kadının teşekkürü içtendi. Büfede ufak çaplı getir götür işlerini yapan Uğur, servisi dışarı çıkardı. Uğur güzel bir arkadaştır, kaba haline hiç denk gelmedim ve muhtemelen böyle bir taşıma işleminden hiç rahatsız olmamıştır ancak kadın bu talebini yaparken mahçuptu ve izin alır gibi sordu. Kadının içten teşekküründen ve izin alır gibi dışarıda oturma talebinden rahatsız oldum.
Bu arada çorbamı bitirdim. Ana yemeği söylemek için niyetlenmişken içeri “Selamun Aleyküm” diyerek ve Allah’ın selamını yayarken beklenmeyecek bir kibirle giren başka bir Mehmet Usta geldi. Selamını almadım. Konuşmalardan eskiden onun da dönercilik yaptığını öğrendim, mekandaki döner ustası ve Mehmet-Muhammed ortaklar tanıyordu. Biraz oturdu, sipariş verdi, bir ara ayağa kalktı, yandaki turşucunun oraya hareketlendi, geri döndü yemeğini yedi. Dik ve abartılı bir özgüvenle yürüyordu. Mekanın, ilçenin, ortamın sahibiymiş gibiydi. Dönerci Mehmet Usta’nın müdanasızca sergilediği abartılı özgüvenden rahatsız oldum.
Gözüm o ara dışarı kaydı. Büfenin getir götür işlerini yapan diğer eleman motorun üstünde kaskını takmış oturuyordu ve garip şekilde yavaş hareketlerle salınıyordu. Dışarısı çok da sıcak değildi. Yağmur bekleniyordu. Sanırım uyuyordu ve motorun üstünde uyuklamak durumunda kalmıştı. Bu arada hemen yakınında olan ve dışarıda çapraz karşımda oturan Suriyeli olduğunu tahmin ettiğim kadın yemeğini bitirmişti. Kalkarken Uğur’un oldukça sakin şekilde sürekli yaptığı boşları masadan kaldırma işine niyetlendi. Tabağını ve nar suyu bardağını aldı. Bunu gören Uğur dışarı hareketlendi, bozuk kapıda denkleştiler, Uğur tabakları aldı ve sonrasında kadın sessiz bir şekilde kayboldu. Yukarı mı aşağı mı gittiğini görmedim. Zannederim direk yolun karşısına geçti, kolondan göremedim. Kadının muhtemelen yapmak zorunda hissettiği tabağını kendi götürme eyleminden rahatsız oldum.
Bu rahatsızlıklarım bir gerçekliğe değiyor mu emin değilim. Nihayetinde hiç tanımadığım ve ilk defa gördüğüm birisinin takındığı ürkekliklerden kaynaklı raharsızlıklar. Bu ürkekliğin nedeni, bir birikinti haline gelmiş bir toplumsal ötekileştirme olabilir, kadının nereye giderse gitsin bir şekilde kuşandığı ve üzerinde taşıdığı bir yabancılık hissi olabilir, yaşanmış bir travmanın doğrudan veya yan etkileri olabilir, mahcubiyetle kendini gösteren bir nezaket kanıtlaması ihtiyacı olabilir…
Tüm bu mahcubiyet görüntülerini ortaya çıkaran şeyin bir takım eşitsizlikler olduğuna kaniyim, oturduğum yerden. Ersin Ergün’ün Beni Tarihle Yargıla şiirindeki dizeleri geldi aklıma:
“Titrek bir mum alevinin havaya bıraktığı bulanık bir is,
Ve göz gözü görmez bir sis değildik biz”
*Öne çıkan görsel Michele Fritz’in Crown Shyness adlı çalışmasıdır. (Editör Notu)