Failiyet Vakti
Taksim direnişi, mütedeyyin kesimlerde ciddi bir panik ve endişe yarattı. Ellerinde Türk bayrakları, Ata posterleriyle “Mustafa Kemalin askerleriyiz” sloganları atan, başörtülü kadınları taciz eden bu kitlenin ulusalcı bir kalkışma resmi olarak algılanması, mahallelerde tencere-tava çalarak polis şiddetini protesto edenlerin 28 Şubat sürecindeki “Sürekli Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık” eylemlerini hatırlatması tesadüf değil. Görünen o ki Kemalizm’le hesaplaşıldığını zannettiğimiz, vesayet rejiminin tasfiye edildiği fikrine kapıldığımız şu onbir senede köprünün altından akan onca suya rağmen kin ve nefret baki.
Taksim direnişi bünyesinde yer alan ve alan hakimiyeti giderek zayıflayan ulusalcı/Kemalizan tonların nefretini iyi yorumlamak gerekiyor. Fakirleşmiş bir orta sınıfın mensupları olan, yitirdikleri sosyal ve ekonomik pozisyonun öfkesini taşıyan bu kitlelerin öfkesinin neden Tayyip Erdoğan’ın veya eşinin ya da başörtülü kadınların şahsında cisimleştiğini düşünmemiz gerekiyor. Politik karşılıkları, sosyal ve ekonomik sebepleri olan vakalar nasıl oluyor da sembolik figürlere indirgeniyor, fatura neden faile değil, mümessile kesiliyor, bunun üzerine kafa yormak elzem.
Türkiye’de siyaset öteden beri büyük anlatılar ve semboller üzerinden icra ediliyor. Neo-liberal yönetişim teknolojilerinin tesis edildiği, rejimin yerli kodlarla yeniden dizayn edildiği mevcut konjonktür, hakim ideolojisi liberal neşriyata karşın bu alışkanlığı yıkabilmiş değil. İnsanların özne olarak kabul edilmediği, her daim büyük oyunların, stratejilerin, hesapların başat geldiği, hiç bir failin fiili hakkında serbest tercih ve tayin ihtimalinin akla dahi gelmediği bir aklın ürünü bu siyaset. Dolayısıyla öyle uzun uzadıya tahlillere, arayışlara, biçimlere, anlatılara, tecrübeye, hafızaya mahal yok. Bir sembol yarat, ikiliği kur, büyük oyna.
Siyasal iktidarın çok inandığı, hepimizin de mutlak bir şekilde iman etmesini istediği bu büyük anlatıda, nahoşluklara, çıkıntılıklara, “ayrık otlarına” mahal yok. Ne Kürt meselesi, ne adaletsiz gelir dağılımı, ne kentsel dönüşüm, ne cinsiyetçilik bu anlatıya sığmıyor. Hakikat deneyimi, majör için istisna. Şimdinin ve mazinin tabiriyle “çapulcu” nisbetinde. Meseleyi bir “öteki” güzellemesine çevirecek değilim. Lakin farkı tanımayan, tecrübeye ve hikayeye itibarı olmayan bir siyasal aklın tek çıkışının komploculuk olduğunu teslim etmek gerek. Toplumsal hayatın yegane belirleyenini iç ve dış mihrakler olarak gören, değişimi imkansız kılan, her tür muhalif sesi bir “alet olma” saplantısı, “provakasyon” paranoyasıyla damgalayan bu zihniyetin bir ıslah ve inkılab rejimi olan İslam’la bir alakası olmadığı aşikar.
Meselenin diğer boyutu ise siyasal iktidara oy verenlerin siyasal öznelliklerini ihaleye, siyasi iradelerini ise kiraya çıkarmaları. Tek adamlığa son derece meyyal, her türlü katılımcılıktan, şura ve istişare sünnetlerinden bigane, mutlakiyete fazla yakın bu tavır iktidar aygıtına dair her türlü denetim mekanizmasını da işlevsiz kılıyor. Failin fiilinden hesaba çekilmek şöyle dursun, sual bile olunmadığı bir siyaset biçimi. Hesab veremedikçe, hesap soramadıkça nasıl kul, nasıl mümin olunur sorusu baki. İslam fıkhının çoğul epistemolojisini ortadan kaldıran bu yaklaşım, haksızlık ve zulüm karşısında takınılabilecek her türlü tavrın imkanını da ortadan kaldırıyor. Irak Savaşı’ndan Filistin’e, Çeçenistan’dan Yüksekova’ya, Roboski’den iş cinayetlerine son 11 senedir Müslüman toplumun sessizliğinin önemli sebeplerinden biri bu.
İslamcıların siyasal öznelliklerinden vazgeçmeleri, eleştiri pratiğinden yoksunlukları, iradelerini teslim etmeleri hak ve adalet kavgasında ciddi bir gerilemeyi doğurdu. Zulme karşı ses veremeyen, haksızlık karşısında susan, hesap soramayan, dile getiremeyen kitleler yarattı. 2003’te Irak Savaşı başladığında mobilize olan kitlelerde Müslüman kesimlerin azlığı bu durumun ilk işaretçisi sayılır. Savaş karşıtlı %82’lere tırmansa da, meydanlarda hakimiyet soldaydı. İslamcıların hak ve adalet mücadelesinde geri çekilişi, buradan başlatılabilir. 31 Mart 2008’de AKP’ye kapatma davası açıldığında sokaklara çıkan bir avuç insanın çoğunluğunu sol-liberal kesimlerin oluşturması bu ihaleciliğin somut bir örneği oldu.
Görünen o ki hak ve adalet kavgasını siyasal iktidara havale eden, şahitlikten, hesabdan, hafızadan vazgeçen Müslümanlar, muhtemel bir Kemalizan kalkışmadan mahfuz değiller. Failiyetinden imtina edenleri, ne siyasal liderliğin kudreti ne de iktidar aygıtının uzantıları koruyamaz. Taksim direnişine eklemlenen ulusalcı/Kemalist kesimlerden bir kısmının başörtülü kadınları taciz etmesi bu emniyetsizliğin göstergesi olarak okunmalı. Başörtüsü yasağıyla ilgili hiçbir kalıcı düzenleme gerçekleştirmeyen, Müslümanların talep ve arzularını siyasal pazarlık nesnesi olarak daimen masada bulunduran bir siyasal iradenin bu emniyetsizliği, tedirginliği, kaygıyı siyasal rant olarak devşirmesi haliyle kaçınılmaz.
Taksim direnişinde Kemalist/ulusalcı tonların ilk etapta baskın gelmesi, Kemalist rejimin tasfiyesi projesinin başarısızlığını da gözler önüne seriyor. Vesayet rejimiyle hesaplaşmayı, kötü bir iddianame, adaletsiz bir yargılama, göstermelik/sembolik sanıklar üzerinden icra eden siyasal iktidar, bu süreci toplumsallaştırmayı başaramadı. Kemalist düzenin yarattığı ikiliğin, kutuplaşmış toplumun birbiriyle yüzleştiği, helalleştiği bir süreç yaşanmadı. 28 Şubatın hakiki failleri açığa çıkmadı, dün darbeye alkış tutanlar bugün taltiften uzak kalmadı. Bu hakikatten uzak gerçeklik, meydanlarda karşılaştığımız kin ve nefretin de müsebbibi. Geçen zamanı Kemalistlere derdimizi anlatmayı, hesaplaşma imkanını, yüzleşme ihtimalini aramayı örgütlemeye harcamadık. Sorumluluğu iktidara devrettik. Onun da karnesi ortada.
Taksim direnişinden İslamcıların çıkarması gereken ders, kazanımlar siyasetini bir yana bırakıp tekrardan ilkelere dönmek, siyasal öznelliği yeniden inşa etmek, iradeyi ele almanın gerekliliğidir. Son 11 yıldır süren rekonfigürasyonun toplumsal bir karşılığının olmadığını görmek, siyasal taleplerimizin pragmatik hesapların nesnesi olduğunu anlamak aciliyet. Öte yanda İslamcı talep ve iddialarımıza yeniden sarılırken, mukavemetin ıslah ve inşa işlevine de iman etmek gerek. AKP’nin 11 yılda başaramadığı dönüşümü, toplumsal barışı Taksim direnişi 11 günde başardı. Alkolün serbestçe tüketildiği alanda eylemcilerin büyük bir hassasiyetle Miraç kandilinde içki tüketmemesi, başörtülü kadınlara yönelen Kemalist/ulusalcı tacizlere karşı tek yürek bir kadın dayanışmasının sergilenmesi, Cuma günü meydanın bir namazgaha çevrildiği hem de solcularca korunan bir Cuma namazı bu ihtimale inanmamız için sadece birkaç sebep.
Şimdi vakit kazanımlar adına terk ettiğimiz ilkelerimizi tekrar kuşanma vakti. Pragmatizmin aşındırdığı değerlerimizi tekrar gündemleştirmenin, haksızlık ve adaletsizliğe karşı hep birlikte ses vermenin, zulme karşı omuz omuza herkes için adalet istemenin zamanı. Söylemde kalmadan, pratiği ihmal etmeden ama asla pragmatizme prim vermeyerek, eyleyerek söyleyen söyleyerek eyleyen bir mücahede usulünü icranın zamanı. Zafere değil, sefere inanan, sonuçlara değil süreçlere odaklanan bir aklı hatırlamanın zamanı. Unutarak değil hatırlayarak, hesap vererek, hesap sorarak adaleti tecelli etmek gerek. Şimdi, şu anda, burada; buluştuğumuz Gezi Parkında.
http://hanzalan.blogspot.com/2013/06/failiyet-vakti.html
http://tv.cnnturk.com/video/2012/08/08/programlar/360-derece/sirin-payzin-ile-360/2012-08-07T1730/index.html muslumalarin sesi niye cikmiyor, 18. dk’dan itibaren…
Maalesef muslumanlar diger musluman ulkelerde oldugu gibi Hak ve haklinin yaninda olmaktan cok uzaklar. Bunun sebebini tarihten gelen biat geleneginde, yuzeysel muslumanligin tum ummeti kaplamasinda, Hak ile kul arasinda surekli birilerinin bulunmasina baglayabiliriz. Maalesef geldigimiz nokta diger dinlerin geldigi noktadir.
böyle şeyleri biat kültürüne ve “yüzeysel” müslümanlığa bağlamasak daha iyi olur, geçen gün ahmet insel de cnn türk’te erdoğancılığı biat geleneğine bağladı, ahmet hakan da cevap olarak hz.ömer’in -yanlış yaparsam naparsınız -kılıçla düzeltiriz -şükürler olsun diyaloğunu örnek verdi.