Evimizden, Çevreye; Kalabalıklardan Kendimize…
(Berkin’in ve Burak’ın anısına)
Evvelsi gün bir cana kıyılmıştı. Vicdanı olan o gün evinde sabah kahvesini içmez, komşuya güne gitmez, kız istemez, ihale almaz, arabasını tamire götüremez, iki dakika düşünse kalkar sokağa çıkardı. Öylesine bir gün, öylesine bir sabahtı. Yine de çıkacak olan çıktı, kalanı ihale aldı verdi, para kazandı, kaybetti, kontağı çevirdi. Arada eyleyelim, iyi olur dedik biz, kalktık gittik.
Ev ahalisi razı gelmedi önce, bu seferlik affedin, daha fazla duramayacağız dedik. Onların rızası her şeyimiz, en çok kıymet verdiğimizdi. Büyük sözü dinlemenin ötesinde gönüllerini yapmaktı derdimiz, merakta kalmasınlar istedik. Lütfen gücenmeyin, istemeseniz de, tasvip etmeseniz de kol kanat gerin, akşam yemekte yüzümüze yine gülün, bizi tedirgin etmeyin dedik. Allah vere de razı gelmiş olsunlar.
Evden, yuvadan çıktık bu defa ”çevre” durdu önümüzde. Onlarınki razı gelmemek değil, eylediğimizin hoşlarına gitmemesiydi. Çok marjinal ve gereksizdi yaptıklarımız, yapacaklarımız. Birilerinin oyunlarına alet oluyor, provakasyona geliyorduk. Mücadele yoktu, o bir aldatmacaydı. Esas olan politikalar, projeler, seçimler ve meclislerdi. Okul okuyup, adam olmalıydık. İyi yerlere gelip, bol para kazanmalı; dereceli, başarılı olmalıydık. ”Çevre”yi ikna etmedik, bize güvensinler arkamızda dursunlar da istemedik. Onların bakışları, ithamları uzun süredir dokunmuyordu aslında ama aynı sofrada yemek yediğimiz, birlikte hoşaf içtiğimiz, dolma sarıp, baklava açtığımız teyzeler, amcalar, eş, dost bizi bilmiyorlar mıydı ki? Niye anlatamıyorduk? Niye bu kadar öfkeliydiler?
”Çevre”den de sıyrılıp nihayet sokağa vardık. On binler yürüyorduk, sesimiz epey gür çıkıyordu. Ağzında simitle slogan atmaya çalışan kadınlar… Başörtümüze bakıp önce bir tepeden tırnağa süzüp sonra çaktırmadan yanındakini dürten, sonra da oğluna alacakmış gibi kafa sallayıp onaylayan bildik bakışlar atan teyzeler… Sistem karşıtlığı felan derken kafası epey karışmış yeni yetmeler… Puşili zıpırlar… Gür bıyıklı, uzun saçlı elinde tütünü anarşistler… Kızılbayraklılar, eşcinseller, aleviler, atatürkçüler… Bir de biz vardık işte. Bir avuçtuk yine. Yürü Allah yürüdük. Kalabalığın içinden akarken bir an gökyüzüne bakıp akıntının tersine savrulduğunda, tüm sloganlara kulağını tıkayıp mazlumları hatrına getirdiğinde bu sefer kalabalıktan da geçmeli diyorsun.
Sorun aslında kitlenin temsilleri, kimlikleri de değildi. Mevzu sadece ”kitle” idi. Bir yığın ağız, burun, el, ayak… Yanından, geçip giden o kalabalık. Bir yandan düşsen tutacak gibi ama diğer yandan zaten toprağa ya da göğe doğru itiyor gibi. Öfkemi kustukça, haksızlığı zulmü dile getirdikçe beni öteleyen, yalnızlaştıran, ”hepimiz o’na döneceğiz” der gibi eylediğinin farkında olmayan bir kalabalık… Yalnızlaştıkça da hesap soracak bir sen kalıyorsun sokaklarda, meydanlarda…
O yüzden dönüşün de yuvaya oluyor. Akşam eve gittiğinde hesap defterleri açılıyor, en başa sarıyorsun her defasında. Neyi es geçtik, kime, neye nasıl engel olamadık derken; sen hesabını görürken bir cana daha kıyılıyor. O vakit işte bir an bile şüphe etmeden devam edeceksin. O canın hesabını da önce kendinden soracaksın. Evden, çevreden, kalabalıklardan yine geçeceksin. Çünkü o ev, o çevre, o kalabalık bıraktığın gibi olmayacak; bir bakmışsın seni kendi elleriyle sokağa iten bir ev, yapacağından hoşnut olacak bir çevre ve onlara katıldığın için seni garipsemeyecek, hemen içinde öğütecek bir kalabalık çıkacak karşına. Bu hengamenin ortasında eğilmemek, kendi içindeki adaleti tesis edebilmek, her kimden gelecek olursa olsun zulme boyun eğmemek, her kim olursa olsun mazlumun yanında durabilmek için tüm bu kuşatmadan sıyrılıp, hakkın safına geçeceksin. Bir başkasından değil önce kendinden ve bu devletin gelmişinden geçmişinden hesap soracaksın!
Son günlerdeki hissiyatımızı bu kadar temiz anlatan başka bir yazı varsa önden buyrun, keşke bu ifadeler monolog olarak kalmasa, fikir dünyası muktedir olanların dünyalarında da bir karşılık ya da soru, uyandırsa