Erik Wright: Sınıfa ve Anti-Kapitalizme Adanmış Bir Ömür
CİHAN TUĞAL
Sosyoloji dünyası en önemli beyinlerinden birini kaybetti. O aynı zamanda, sosyalist dünyanın da önde gelenlerindendi. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Batı’da işçi partilerinin işçisizleşmesi ve Üçüncü Dünyacı rejimlerin buharlaşmasından sonra “sosyalist dünya” diye bir şeyin varlığından bahsetmek güç elbette. Ancak Erik Wright’in katkısı tam da burada. İnsanlığın sırtını sosyalizme tamamen dönmüş gözüktüğü 1990lar ve 2000lerde, Wright sosyalizmin tekrar canlandırılması için (kökleri mesleki pratiğinde olan) uzun bir mücadele başlattı. Öğrencileri (ve öğrencilerinin öğrencileri) 2010larda sosyalizmin (dar aktivist ve sosyal bilimsel çevreleri aşıp) tekrar kamu gündemine (ve nihayetinde Amerika Birleşik Devletleri meclisine) taşınmasının baş aktörleri arasındaydı.
İstatistikle Karşı Hamle
Özellikle Anglo-Sakson sosyal bilim dünyası, 1970lerde hızla sınıf kavramından uzaklaşıyordu. Anaakım sosyal bilim zaten bu kavrama her zaman mesafeliydi. Ama bu dönemecin özelliği, 1950ler ve 1960lardaki metodolojik gelişmelerin, artık sınıf kavramını tamamen gereksiz kıldığı inancıydı. Sosyolojinin ilk yıllarındaki “sınıftan başka önemli ayrımlar da var” ısrarının yerini, “bilim, sınıfın önemli olmadığını kanıtlıyor” ısrarı alıyordu. Wright tam da bu ortamda, hakim olan “katmanlaşma” (stratification) çalışmalarının metodolojik araçlarını kabul ederek, çok büyük çaplı bir araştırmaya girişti. Sınıf kavramının en gereksiz olduğu (çünkü, hesapta, aşağı yukarı herkesin “orta sınıf” olduğu) düşünülen Amerika’da, çoğunluğun hala objektif olarak[1] işçi sınıfına ait olduğunu gösterdi.
Wright’ın diğer mücadelesi, bilimsel Marksizmi aşırı teorik ve/ya devrimci rotalara çekenlere karşıydı. Özellikle postmodern ve benzeri akımların, solu ve emeği anaakımın dışında kalmaya mahkum ettiğine inanıyordu. Bunlara karşı “Analitik Marksizm” adını verdiği, temelde rasyonel aktör ve matematiksel bir yaklaşıma dayanan (Weberci sosyolojiden de beslenen) bir akımın kurucuları arasında yer aldı. Wright’ın sınıf tahlili, hem Marx-Weber-akılcılık sentezi olan teorisi, hem istatistiki metodolojisiyle, dünyanın dört bir yanında büyük bir etki yaptı. “Sınıf” deyip de Wright okumamak, Wright’a gönderme yapmamak, imkansız hale gelmişti. Anaakımın (ve ikincil olarak, postmodern solun) gömmeye çalıştığı bu kavramın sosyal bilimlerde bir yeri varsa hala, bunu kısmen Wright ve öğrencilerinin verdiği kavgaya borçluyuz.
Bilimsel bir Ütopyacı
Muazzam istatistiki araştırmasına kalkışmadan önce Wright, devlet ve sosyalizm hakkında araştırmalara eğiliyor, katkısını asıl bu alanda yapmayı düşünüyordu. İstatistiki projesinin (önce beklemediği düzeyde kaynak bulması, sonra da) inanılmaz bir yankı yaratması, onu orijinal niyetinden uzun bir süre uzak tuttu. Hayatının son 15-20 yılında ise, sınıf konusunda yeterince müdahalede bulunduğuna kanaat getirerek, “sosyalizme geçiş” tartışmasını yeniden başlattı. Üstelik tam da anaakımın, sosyalizmin tamamen çöktüğüne eksiksiz kanaat getirdiği bir ortamda. Bilimsel şöhretinin kendisine sağladığı yeni kaynakları seferber ederek, dünyanın dört bir yanında bu konuda kafa patlatan (ve anaakımın saygısını kazanabilecek) ne kadar sosyal bilimci varsa, hepsini etrafında toplamaya, geçiş tartışmasını kollektif-bilimsel bir mesele haline getirmeye başladı. Wright, bir kez daha, anaakımın araçlarıyla anaakımı dönüştürüyordu.
Ancak artık, sosyalizm okumalarına ilk başladığı noktada değildi. Kendisinin de beklemediği bir politik-teorik dönüşüm yaşamıştı. Wright’ın sınıf hakkındaki araştırmaları ve kuramsal düşünceleri, onu en sonunda sınıf mücadelesinin sosyalizmle sonuçlanacağı görüşünü redde yöneltti. Sınıfların kapitalizmde de, başka üretim biçimlerinde de belirleyici olduğuna inanmaya devam etti. Fakat, feodalizmden kapitalizme geçişte asıl belirleyici olan (bazı Marksistlerin iddia ettiği gibi) köylülük/serfler ve toprak ağaları arasındaki mücadele değildi. Bu mücadelenin kısmen dışında duran bir sınıf ve onun pratikleriydi. Burjuvazinin kapitalizme geçişte kilit bir sınıf olduğu elbette Marx ve Marksistlerin çok uzun zamandır vurguladığı bir noktaydı. Ancak Wright, bu gerçeğin fark edilmeyen bir boyutuna dikkat çekiyordu: Feodal “üretim biçimi”nin iki temel sınıfı arasındaki mücadele, feodalizmin devrimci bir şekilde kapitalizme dönüşmesine yol açmamıştı. Kapitalizmi kuran, kendisinden önceki üretim biçiminin iç çelişkileri değil, eski toplumun çatlaklarında yer alan bir sınıfın, burjuvazinin pratikleriydi. O halde, neden kapitalizmin temel iki sınıfının arasındaki mücadelenin sosyalizme yol açacağını düşünüyorduk? Wright’ın ilk çalışmaları, kapitalizmde de benzer orta katmanların olduğu, sosyalizme geçişte bunların önderlik yapacağı iddiasını ortaya koydu. Kapitalizm özelinde bunlar, profesyoneller ve orta kademe yöneticiler olacaktı. Ancak sonradan bu görüşten de uzaklaştı.
2010’da basılan kitabı Envisioning Real Utopias, kapitalizmin yarıklarında kurulan anti-kapitalist kurum ve işletmelerin, sosyalizme geçişin ana motoru olduğu görüşünü dile getirdi. Mondragon gibi kooperatifler[2], kamu kütüphaneleri, Wikipedia, kapitalist dönemde yeşermelerine rağmen toplumsalcı ilkelere dayananan kurumların örnekleriydi. Bunlar çoğaldıkça kapitalizmi aşındıracak, yeni bir dünyaya giden yolun temel taşları olacaktı. Bu görüş aslında iki yüzyıl önce de savunulmuştu, ki yazar bunun farkındaydı. Karl Marx ve Friedrich Engels’in çürüttükleri “ütopik sosyalizm” anlayışıydı bu. Wright gayet bilinçli şekilde solu, ütopik sosyalizm/bilimsel sosyalizm ayrımını aşmaya çağırıyordu. Aslında ironik bir tarafı var bunun: Kendisi, sosyal bilim çevrelerinde “pozitivist” bilimsellikle en çok ilişkilendirilen Marksistti. Fakat klasik Marksistlerin aksine, ütopyacılığın (eşitsizlikçi bir dünyada yeni, “ideal” kurumlar inşa etmenin) bilimsel araçlarla yaşatılabileceğini düşünüyordu. Amerikan kapitalizminin göbeğindeki dev bir kamu üniversitesinde (Wisconsin Üniversitesi), “bilimsel ütopyalar” üzerinde dünya çapında yapılan araştırmaları derleyen, bunları kamu gündemine getirerek daha da yayılmalarını sağlayan bir merkezin (A.E. Havens Center) kurumsallaşmış olması, diğer bir “gerçek ütopya”ydı onun için.
Aynı kitap, sosyalizmi “devlet mülkiyeti” değil, eşitlikçi ve toplumsalcı ilişkilerin üretime ve tüketime hakim olması şeklinde yeniden tanımladı. Buradan bakılınca, Sovyetler Birliği sosyalist değil, “devletçi” bir ekonomiydi. Wright’in sınıflandırmasına göre, sosyalizm sadece kapitalizme değil, devletçiliğe de alternatif oluşturuyordu. Yine de kitap, sosyalizmin “saf” bir biçimde de değil, ancak devletçilik ve kapitalizmle “melez”leşerek hakim ekonomi sistemi haline gelebileceğini iddia ediyordu. Bir dizi devlet projesi, sosyalist ilişkilerin yayılmasına yardım edebilirdi.
Devrimsiz, Sınıfsız Ütopya?
Ancak tam da bu noktada, Wright’ın yetersizlikleri başlıyor. Yazar, birbiriyle çelişebilecek, birbirini dinamitleyebilecek tüm bu (sosyalist, devletçi, vs.) projeleri bir arada tutacak siyasi, kadrosal ve ideolojik çalışmaların gerekliliğini görmezden geldi. (Bu sorunların bilimsel merkezlerde çözülebileceğini varsaydı.) Buna ek olarak, devrimci geleneği (bunu sadece devletçiliğe indirgeyerek) hızlıca harcadı. Marksist devrimcilerin kurduğu ekonomilerin (Wright’ın tanımına göre) devletçi olduğu doğru olabilir. Ancak bu toplumlarda sosyalizmin izi hiç mi yoktu? Batı kapitalizminde dahi, küçük ve orta boy kooperatiflerden, büyük devletlerin reform programlarına kadar bir dizi düzlemde, sosyalizmin “çatlaksal” (interstitial) bir gerçeklik olduğu gibi zihin açıcı bir görüşü geliştiren Wright, aynı analitik zekayı “devletçi” dünyaya taşımadı. Devrimci gelenekleri, bu geleneklerin birbirinden farklarını yeterince tahlil etmediği için; bundan sonra da her türlü devrimin devletçi bir ekonomiyle sonuçlanacağı gibi kolaycı bir sonuca vardı. Üçüncü olarak, meslek hayatının ilk yarısını adadığı sınıf meselesinin bu geçiş tartışmasında temel bir yer almaması, onarılmayı bekleyen bir iç çelişki olarak duruyor. Egemen sınıfların, Wright’ın bahsettiği dünya kurulurken oturup seyretmesini bekleyemeyiz herhalde. “Melez sosyalizm” dediği ekonominin, eski tarz sınıf mücadelesiyle kurulamayacağı belki de doğrudur. Ancak bu sınıf mücadelesini unutmanın değil, 21. yüzyıl koşullarında tekrar düşünmenin ve yeniden kurmanın gerekçesi olmalı.
Son olarak, Marx ve Engels’in ütopyacılığa yönelttiği birincil eleştirinin baki olduğunu görmemiz gerekiyor: Kapitalist bir dünyada kurulan küçük sosyalist adalar, yutulmaya (veya kapitalistleşmeye) mahkum. Yine de, Wright’ı biraz eğip bükerek, her geçiş denemesinin, bir dizi ütopyacılık içermesinin zorunlu olduğunu iddia edebiliriz. En büyük çaplı sosyalist deneyim (Sovyetler Birliği) dahi, kapitalizm okyanusunda bir adaydı sadece ve aslolarak bu yüzden devletçileşmek zorunda kaldı. Aynı şekilde, biz de bugünden bir sürü sosyalist ilişki, kurum ve işletme kurabiliriz; ancak bunlar (sosyalizm dünya çapında hakim olmadığı sürece) sadece piyasa ve devletin araçlarını kullanarak ayakta kalabilecektir. Dolayısıyla kapitalistleşme ve devletçileşme iyi niyetle savruşturulabilecek günahlar değil, geçiş sürecinin yapısal, kaçınılmaz tehlikeleridir. Buradan bakıldığında Mondragon’un ve Sovyetler Birliği’nin yaşadığı zorluklar, anarşistlerin ve Marksistlerin iç meseleleri değil, her durumda tekrar karşılaşılacak, karşısında sürekli teyakkuzda bulunulması gereken genel tehditlerdir.
Anti-Kapitalist Olmak
Wright
bizi çok kilit bir noktada kafa patlatmaya davet ediyor. Eşitlikçi, paylaşımcı
bir toplumu bugünden kurabilir miyiz? İçinde bulunduğumuz dünyada
anti-kapitalist olmak, anti-kapitalist bir hayat yaşamak mümkün mü? (Çok
yakında, Envisioning Real Utopias’ı
özetleyen bir kitabı yayınlanacak yazarın: How
to be an Anti-Capitalist daha az akademik bir dil kullanarak, bilimsel
ütopyacılığı daha geniş kitlelere tartıştırmayı hedefliyor.) Wright bu soruları
sormakla kalmadı, nasıl kollektif
olarak cevaplayabileceğimizi, hatta hayata geçirebileceğimizi de örnekledi
kendi ömrüyle. Şimdi bu örneği eleştirerek ve geliştirerek yaşatmanın vaktidir.
[1] Wright’ın sınıf hakkındaki çalışmalarına kuramsal ve yöntemsel olarak yöneltilmesi gereken bir çok eleştiri var elbette, ancak bu anma yazısının konusu bu değil. Geçerken belirtelim, Wright “nesnel” gerçekliğin analizinin en büyük ustalarındandı. “Öznel gerçeklik”in merkeziliğini neredeyse tamamen ıskalaması, işçi sınıfının kültürel-politik belirleyiciliğinin düşük olduğu bir ülkede Marksist bilim icra etmiş olmasından kaynaklanıyor olabilir.
[2] Corporación Mondragon, 1956 yılında İspanya’nın Bask Bölgesinde işçilerin kurduğu ve yönettiği kooperatif temelli şirket. (Editör Notu)